Bir Müslümanda İslami şahsiyet, İslami zihniyet ve İslami
nefsiyetten oluşur. Zihniyet düşünce yapısıdır. Nefsiyet ise yaratılırken
kendisine verilen içgüdü ve uzvi ihtiyaçların dışa yansıması olan duygu ve
arzuların doyumu gerçekleştirilirken yapılan eylemlerdir. Bir Müslüman, düşünce
yapısını oluştururken düşüncelerini İslami düşünce sistemine göre şekillendirip
iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin değerlendirmelerini ona göre yapmalıdır.
Buna göre bir Müslümanda İslami şahsiyetin oluşması, onun
zihniyetinin İslam akidesi ile şekillenmesiyle mümkün olur.
İslami nefsiyetin oluşumu da; içgüdü ve uzvi ihtiyaçların doyumu
gerçekleştirilirken şer’î hükümlere bağlanmakla oluşur.
Maalesef bu gün İslam ümmeti içerisinde –özellikle Müslümanlar
İslami zihniyetten yoksun oldukları için –İslami şahsiyete sahip Müslümanlar
mumla aranır oldu.
İslami şahsiyetin oluşumunda gerekli olan İslami zihniyetten
yoksun olmanın en büyük nedeni de Müslümanların, akidelerinin eşsiz
özelliklerini bilmekten mahrum olmalarından kaynaklanıyor. Zira o, akidesinin
bütün fikirlerini üzerine oturtacağı, bu esasa göre de mefhumlarını
oluşturacağı ‘’fikri kaide’’ özeliğini bilmekten mahrum bırakılmış. Böylelikle
fikirlerini akidesine bina ederek ölçmediği için doğru fikir ile yanlış fikri
ayırt edemez olmuş ve bunun sonucunda tek bir metodu olan birçok şey bu fikir
sapmalarından dolayı farklı farklı şekillere bürünmüştür. Oysaki metot, hedefe
götüren değişmeyen yoldur. Ve metot, fikir cinsinden olup şer’î hükümlerden
alınması gerekir.
Müslümanlar akidesinin bu özelliğini yani bütün fikirlerin üzerine
bina edilecek temel fikir olma özelliğini bilemeyince, haliyle düşüncenin de
bir metodunun olduğunu hiç bilemediler. Müslümanlar, özellikle bundan mahrum
bırakıldılar.
Müslümanları, akidesinin temel özeliğinin bilinmesinden mahrum
bırakanlar, düşüncenin de bir metodunun olduğunu bilmesini istemediler. Çünkü
onlar çok iyi biliyorlardı bu iyi bilinirse Müslümanlar birçok konuda özellikle
de İslam’a davet konusunda hemfikir olup tek vücut olacaklardı. Tıpkı Kâbe’de
dünyanın dört bir yanından gelip toplanan Müslümanların tek vücut olup aynı
anda aynı hareketleri yapmaları gibi. Müslümanın gücünün kaynağını
Müslümanlardan daha iyi bilen İslam düşmanları, ferdî ibadetlerini yerine
getiren bu Müslüman topluluğundan korkmuyorlardı. O yüzden İslam’ın fertle
alakalı ortaya koymuş olduğu metodun bilinmesi onları endişelendirmedi.
Onları asıl korkutan Kâbe’deki topluluktan daha az sayıda olup
ümmeti kalkındıracak İslam’a davet metoduyla çalışan Müslümanlardı. Bu yolda
çalışanları engellemek için ellerinden geleni yaptılar.
Tüm bunların neticesinde, aslında tek bir metodu olan İslam’a
davet çalışması, çok çeşitli şekillere dönüştü. Böyle olunca da maalesef
Müslümanların gücü paramparça oldu. Bir de bu çalışmalara menfaat dahil olunca
da artık sonucunu sormayın gitsin!
İslam akidesinin ‘’fikri kaide’’ özeliğinin bilinmemesi için
uğraşanlar yıllarca okullarda çok yüzeysel bir akaid dersi vererek Müslümanları
hep uyuttular. Buna şaşırmıyoruz tabii ki. Fakat medreselerde verilen akaid
derslerinin yüzeysel olması sadece ezber mahiyetinde olup ‘’mefhum’’dan yoksun
olması bizi düşündürüyor. Yıllarca medrese eğitimi alan birçok Müslüman
maalesef gerçek manada İslam akidesinin İ’sini dahi öğrenememiştir.
Fikirlerini akidelerine raptetmeyen Müslümanlar bu fikir
sapmalarından dolayı birçok konuda hata eder oldular. Özellikle fertle alakalı
şer’î hükümleri öğrenmekle yetinip, İslam’a davet konusunda olmazsa olmaz olan
İslami kültürden mahrum kaldılar. İslam’ın düşünce metodu olan öncelikle vakıanın
incelenip, öğrenilip sonra vakıaya uygun şer’î hükümleri bulup bu şer’î
hükümlere göre de bir teslimiyet gerçekleştirmeleri gerektiğini bilmedikleri
için Müslümanlar, toplumun, siyasetin, demokrasinin ve diğer kavramların
tanımlarını yanlış yaptılar. Bunun yanı sıra bir de yüzeysel düşünceye sahip
olan toplumumuz her fikrin arkasından gider oldu. Üstelik o fikirden ne
kastedildiğini bile bilmeden. Araştırma gereği bile hissetmediler. Çünkü onlar
için mantıklı olması kulağa hoş gelmesi yeterliydi. Derin düşünme
gerçekleşemediği için aydın düşünmeye hiç sıra gelmedi. Toplumun içinde derin
düşünenler olduysa da
bu derin düşüncelere o kadar daldılar ki aydın düşünmeyi bir türlü
gerçekleştiremediler. Dillerinde dolaştırıp durdukları birçok cümleler ile
işte; “yürek devleti kurmak”, “her doğru her yerde söylenmez”, “Rabbani metot
gerçekleştirilmeli”, “devir iman kurtarma devridir”, ”siyasetten Allaha
sığınırız” gibi, Müslümanları oyalayıp durdular.
Devleti yüreğine gömenler, Müslümanları devletsiz bırakarak,
Müslümanları her türlü saldırılara maruz bıraktılar. Siyasetten Allah’a
sığınanlar, Müslümanlara yapılan her türlü zulüm karşısında sessiz kalarak,
sadece kalben buğzetme ile yetinip imanın en zayıf noktasını tercih ettiler.
Her doğruyu her yerde söylemeyenler, kınayıcının kınamasından korkmadan hakkı
haykırmadıkları için Müslümanları birçok haktan mahrum bırakarak batıl ile
iştigal ettirdiler. Rabbani metot diyenler, Müslümanları tekfir etmekten öteye
gidemediler. Devir iman kurtarma devridir diyenler, imanlarını, farzlardan
koparıp koparıp yamalayarak yamalı bohçaya çevirdiler.
Özelikle de toplumun tanımındaki hatadan dolayı yani ’’toplum
fertlerden oluşur her fert kendini düzeltirse toplum da düzelir’’ düşüncesi
Müslümanları paramparça etti. Ama nedense bu fertler bir türlü düzelemedi.
Bunlar kendilerini düzeltmekle meşgul olurken üzerlerine uygulanan nizam onları
bozdu. Onlar ahlak dersi verdiler, sistem ise olabildiğince ahlaksızlaştırdı.
Kapitalist sistem fakirleştirdi, onlar yardım derneklerinin sayısını
artırdılar. Bu bozulmalara daha fazla örnek vermeye gerek yok. Çünkü sadece
yanı başına bakan herkes birçok örnek mutlaka görecektir. Bundan nasibini almayan
hemen hemen hiç bir aile kalmamıştır. Müslümanlar hep yan hastalıkların
tedavisi için uğraştılar, hastalığın kaynağına hiç inmediler. Dolayısıyla da bu
kaynak durmadan mikrop üretip durdu.
Merak ediyorum Müslümanlar halen ne bekliyorlar? Ne zaman
kendilerini düzeltme işi bitecek de ümmetin sorunlarına el atacaklar? Yoksa
ümmetin derdi onları ilgilendirmiyor mu? Ya da halen bozulmamış bir şeyler var da
onu mu bekliyorlar? İslam ümmetinde bozulmadık ne kaldı Allah aşkına! Hiç bir
asır bu kadar ahlaksızlık, zulüm, adaletsizlik, akıtılan Müslüman kanı,
gözyaşı, menfaatçiliğin zirveye çıkması ve namusların kirletilmesini gördü mü?
Yoksa Müslümanlar yüce Rabbimizin şu ayetinde vasfettiği kişiler
gibi mi oldu?
“Onların kalpleri vardır; anlamazlar, gözleri vardır; görmezler,
kulakları vardır; duymazlar.” [A’raf
179]
İçi, zulüm, gözyaşı, kan, adaletsizlik vs. ile dolu olan
demokrasiyi aslı olmayan, uygulanırlığı olmayan sözlerle süsleyip süsleyip bu
ümmetin önüne sundular. İslami kültürden yoksun olan bu toplumda tüm bu
bozulmaların kaynağının demokrasi olduğunu göremeyecek kadar kör olduğu için
onu sahiplendiler. Rabbimizin;
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, sizin ellerinizin
kazandıklarından dolayıdır” [Şura
30]
ayeti kerimesini idrak etseydiler halen ‘’falanca gelmesin de filanca mı
gelsin’’ diyerek demokrasi ile yönetilmek üzere sandıklara koşmazlardı.
Maalesef bugün toplumumuzda nefsiyetin oluşumunda çok hassasiyet
gösteren birçok Müslüman kardeşlerimiz ibadet ve itaatin en ince ayrıntılarını
yerine getirirken hatta belki İslam’dan olmayan birçok şeyi de takva adına
yaparken bu gün sandığa koşarak haram bir fiil işlemektedirler bilmeden. Ama
tabii ki bilmemek mazeret değil elbet. Bugün bir Müslüman gerçekten ümmetin
derdiyle dertleniyorsa elbette bir arayış içerisine girecek ve Rabbim ona
ümmetin içinde bulunduğu durumdan kurtulup tekrar eski izzet şerefine
kavuşacağı günlere ulaşmayı gerçekleştirecek bir çalışmanın içerisine girmeyi
nasip edecektir. Çünkü Rabbime hamdolsun bize bu asırda İslam akidesini
kendisine bulaştırılan bu tozlardan temizlemek için gayret sarf eden ve bu
çalışmasında başarılı olan İslami şahsiyetler takdir etmiştir. Yeter ki biz
aramayı bilelim ama ön yargılardan sıyrılarak tabii ki. Ne yazık ki önyargı toplumumuzda
oldukça yaygın olan bir problem!
Elbette arayana Rabbim nasip edecektir. Yeter ki biz, o saf, duru,
eşsiz akidemize dönelim o zaman görürüz ki İslami şahsiyetlerin yetişmesi
aslında çok da zor değilmiş. Çünkü İslami şahsiyeti melek olarak tasavvur eden
kimseler, insanlar içinde melekler olmadığı halde melekler arayarak topluma
gerçekten büyük zararlar vermişlerdir. Bu hayalciler İslam’ın ancak hayal
olduğunu, İslam’ın yüksek ideallerden ibaret olduğunu dolayısıyla İslam’ı
hayatta uygulamanın mümkün olmadığını ispatlamaya çalışırlar. Hâlbuki İslam
uygulanmak için gelmiş pratik bir din olup problemleri tedavi eden uygulanması
zor olmayan bir dindir. Bunun örneklerini tarihe baktığımızda görmemiz mümkündür.
Müslümanlara Asrı Saadet’i yaşatan bu akide bugün de uygulanırsa o günleri
yaşatacaktır. Bunu kabul etmeyenlere sözümüz şudur: Eğer bu dinin bu çağımızda
uygulanırlığı mümkün değilse Rabbim bize zulüm mü ediyor? Neden bu çağımızda
uygulanırlığı olan yeni bir din ve bir elçi göndermedi de bizi beşeri
kanunlarla yönetilmeye mahkûm bıraktı? Bu yaşadıklarımız Allah’ın takdiri mi
yoksa bizim ellerimizle yaptıklarımızın karşılığı olarak Sünnetullah’ın
tecellisi mi?
Evet, bütün bu problemler ve fikir sapmaları Müslümanların
akidelerini tam olarak bilmeyip ve ondan bir düşünce metodunun çıktığından
habersiz olmalarından kaynaklanıyor. Demek ki, yapmamız gereken şey
Müslümanların kalplerindeki, kâfirlerin söküp atamaya gücünün yetmediği İslam
tohumunu öncelikle yabancı otlardan ayıklayıp sonrada onu tevhit suyuyla
yeniden yeşertmektir. Şunu da biliyoruz ki gerçekten toplumumuz bu saf ve duru tevhit
suyuna çok susamış, yeter ki sabırla bu suyu taşıyalım ve göreceğiz ki Allah’ın
izniyle vuslata erdiğimiz gün yine bu insanlar fevç fevç Allah’ın dinine
koşacaktır.
O halde diyoruz ki;
Haydi, sende bir tohum yeşert. Uyumanın durmanın zamanı değil.
Rabbimizin kınadığı kör, sağır ve dilsizlerden olma! Batılı fikirlerle
yosunlaştırılmış, âlimlerin susuz bıraktığı, sularını esirgediği bu tohumları,
İslam akidesinin saf ve duru suyu ile yeşert. Yeşert ki; bu akide, tarihte
Farsların ve Rumların önünde nasıl durdu ise, bugün de Amerika’nın Rusya’nın
Fransa’nın önünde dursun. Tüm dünyaya meydan okusun. Bu tohumlardan yeniden
Ebubekir’ler, Ömer’ler, Mus’ab’lar, Fatih’ler yetişsin. Bacılarının namuslarına
dokunan elleri kırsın.
“Onlar
ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler
de Allah nurunu tamamlayacaktır”[Saff 8]
Vesselam
Haydi, sende bir tohum yeşert,
İmanın nuru aydınlanacaktır elbet,
Lakin bunun için gerekli çokça gayret,
Allah’ın izniyle kurtulacaktır Ümmet.
Fırsatı kaçırma, eziyetlere sabret,
Emanettir unutma Resul’den bize Ümmet,
Tekrar kurulacaktır Allah’ın izniyle HİLAFET.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış