BİR MÜSLÜMANDA İSLAMİ ŞAHSİYET

Nurhan Işık

Bir Müslümanda İslami şahsiyet, İslami zihniyet ve İslami nefsiyetten oluşur. Zihniyet düşünce yapısıdır. Nefsiyet ise yaratılırken kendisine verilen içgüdü ve uzvi ihtiyaçların dışa yansıması olan duygu ve arzuların doyumu gerçekleştirilirken yapılan eylemlerdir. Bir Müslüman, düşünce yapısını oluştururken düşüncelerini İslami düşünce sistemine göre şekillendirip iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin değerlendirmelerini ona göre yapmalıdır.

Buna göre bir Müslümanda İslami şahsiyetin oluşması, onun zihniyetinin İslam akidesi ile şekillenmesiyle mümkün olur.

İslami nefsiyetin oluşumu da; içgüdü ve uzvi ihtiyaçların doyumu gerçekleştirilirken şer’î hükümlere bağlanmakla oluşur.

Maalesef bu gün İslam ümmeti içerisinde –özellikle Müslümanlar İslami zihniyetten yoksun oldukları için –İslami şahsiyete sahip Müslümanlar mumla aranır oldu.

İslami şahsiyetin oluşumunda gerekli olan İslami zihniyetten yoksun olmanın en büyük nedeni de Müslümanların, akidelerinin eşsiz özelliklerini bilmekten mahrum olmalarından kaynaklanıyor. Zira o, akidesinin bütün fikirlerini üzerine oturtacağı, bu esasa göre de mefhumlarını oluşturacağı ‘’fikri kaide’’ özeliğini bilmekten mahrum bırakılmış. Böylelikle fikirlerini akidesine bina ederek ölçmediği için doğru fikir ile yanlış fikri ayırt edemez olmuş ve bunun sonucunda tek bir metodu olan birçok şey bu fikir sapmalarından dolayı farklı farklı şekillere bürünmüştür. Oysaki metot, hedefe götüren değişmeyen yoldur. Ve metot, fikir cinsinden olup şer’î hükümlerden alınması gerekir.

Müslümanlar akidesinin bu özelliğini yani bütün fikirlerin üzerine bina edilecek temel fikir olma özelliğini bilemeyince, haliyle düşüncenin de bir metodunun olduğunu hiç bilemediler. Müslümanlar, özellikle bundan mahrum bırakıldılar. 

Müslümanları, akidesinin temel özeliğinin bilinmesinden mahrum bırakanlar, düşüncenin de bir metodunun olduğunu bilmesini istemediler. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı bu iyi bilinirse Müslümanlar birçok konuda özellikle de İslam’a davet konusunda hemfikir olup tek vücut olacaklardı. Tıpkı Kâbe’de dünyanın dört bir yanından gelip toplanan Müslümanların tek vücut olup aynı anda aynı hareketleri yapmaları gibi. Müslümanın gücünün kaynağını Müslümanlardan daha iyi bilen İslam düşmanları, ferdî ibadetlerini yerine getiren bu Müslüman topluluğundan korkmuyorlardı. O yüzden İslam’ın fertle alakalı ortaya koymuş olduğu metodun bilinmesi onları endişelendirmedi.

Onları asıl korkutan Kâbe’deki topluluktan daha az sayıda olup ümmeti kalkındıracak İslam’a davet metoduyla çalışan Müslümanlardı. Bu yolda çalışanları engellemek için ellerinden geleni yaptılar.

Tüm bunların neticesinde, aslında tek bir metodu olan İslam’a davet çalışması, çok çeşitli şekillere dönüştü. Böyle olunca da maalesef Müslümanların gücü paramparça oldu. Bir de bu çalışmalara menfaat dahil olunca da artık sonucunu sormayın gitsin!

İslam akidesinin ‘’fikri kaide’’ özeliğinin bilinmemesi için uğraşanlar yıllarca okullarda çok yüzeysel bir akaid dersi vererek Müslümanları hep uyuttular. Buna şaşırmıyoruz tabii ki. Fakat medreselerde verilen akaid derslerinin yüzeysel olması sadece ezber mahiyetinde olup ‘’mefhum’’dan yoksun olması bizi düşündürüyor. Yıllarca medrese eğitimi alan birçok Müslüman maalesef gerçek manada İslam akidesinin İ’sini dahi öğrenememiştir.

Fikirlerini akidelerine raptetmeyen Müslümanlar bu fikir sapmalarından dolayı birçok konuda hata eder oldular. Özellikle fertle alakalı şer’î hükümleri öğrenmekle yetinip, İslam’a davet konusunda olmazsa olmaz olan İslami kültürden mahrum kaldılar. İslam’ın düşünce metodu olan öncelikle vakıanın incelenip, öğrenilip sonra vakıaya uygun şer’î hükümleri bulup bu şer’î hükümlere göre de bir teslimiyet gerçekleştirmeleri gerektiğini bilmedikleri için Müslümanlar, toplumun, siyasetin, demokrasinin ve diğer kavramların tanımlarını yanlış yaptılar. Bunun yanı sıra bir de yüzeysel düşünceye sahip olan toplumumuz her fikrin arkasından gider oldu. Üstelik o fikirden ne kastedildiğini bile bilmeden. Araştırma gereği bile hissetmediler. Çünkü onlar için mantıklı olması kulağa hoş gelmesi yeterliydi. Derin düşünme gerçekleşemediği için aydın düşünmeye hiç sıra gelmedi. Toplumun içinde derin düşünenler olduysa da bu derin düşüncelere o kadar daldılar ki aydın düşünmeyi bir türlü gerçekleştiremediler. Dillerinde dolaştırıp durdukları birçok cümleler ile işte; “yürek devleti kurmak”, “her doğru her yerde söylenmez”, “Rabbani metot gerçekleştirilmeli”, “devir iman kurtarma devridir”, ”siyasetten Allaha sığınırız” gibi, Müslümanları oyalayıp durdular.

Devleti yüreğine gömenler, Müslümanları devletsiz bırakarak, Müslümanları her türlü saldırılara maruz bıraktılar. Siyasetten Allah’a sığınanlar, Müslümanlara yapılan her türlü zulüm karşısında sessiz kalarak, sadece kalben buğzetme ile yetinip imanın en zayıf noktasını tercih ettiler. Her doğruyu her yerde söylemeyenler, kınayıcının kınamasından korkmadan hakkı haykırmadıkları için Müslümanları birçok haktan mahrum bırakarak batıl ile iştigal ettirdiler. Rabbani metot diyenler, Müslümanları tekfir etmekten öteye gidemediler. Devir iman kurtarma devridir diyenler, imanlarını, farzlardan koparıp koparıp yamalayarak yamalı bohçaya çevirdiler. 

Özelikle de toplumun tanımındaki hatadan dolayı yani ’’toplum fertlerden oluşur her fert kendini düzeltirse toplum da düzelir’’ düşüncesi Müslümanları paramparça etti. Ama nedense bu fertler bir türlü düzelemedi. Bunlar kendilerini düzeltmekle meşgul olurken üzerlerine uygulanan nizam onları bozdu. Onlar ahlak dersi verdiler, sistem ise olabildiğince ahlaksızlaştırdı. Kapitalist sistem fakirleştirdi, onlar yardım derneklerinin sayısını artırdılar. Bu bozulmalara daha fazla örnek vermeye gerek yok. Çünkü sadece yanı başına bakan herkes birçok örnek mutlaka görecektir. Bundan nasibini almayan hemen hemen hiç bir aile kalmamıştır. Müslümanlar hep yan hastalıkların tedavisi için uğraştılar, hastalığın kaynağına hiç inmediler. Dolayısıyla da bu kaynak durmadan mikrop üretip durdu.

Merak ediyorum Müslümanlar halen ne bekliyorlar? Ne zaman kendilerini düzeltme işi bitecek de ümmetin sorunlarına el atacaklar? Yoksa ümmetin derdi onları ilgilendirmiyor mu? Ya da halen bozulmamış bir şeyler var da onu mu bekliyorlar? İslam ümmetinde bozulmadık ne kaldı Allah aşkına! Hiç bir asır bu kadar ahlaksızlık, zulüm, adaletsizlik, akıtılan Müslüman kanı, gözyaşı, menfaatçiliğin zirveye çıkması ve namusların kirletilmesini gördü mü?

Yoksa Müslümanlar yüce Rabbimizin şu ayetinde vasfettiği kişiler gibi mi oldu?


“Onların kalpleri vardır; anlamazlar, gözleri vardır; görmezler, kulakları vardır; duymazlar.” [A’raf 179]

İçi, zulüm, gözyaşı, kan, adaletsizlik vs. ile dolu olan demokrasiyi aslı olmayan, uygulanırlığı olmayan sözlerle süsleyip süsleyip bu ümmetin önüne sundular. İslami kültürden yoksun olan bu toplumda tüm bu bozulmaların kaynağının demokrasi olduğunu göremeyecek kadar kör olduğu için onu sahiplendiler. Rabbimizin;


“Başınıza gelen herhangi bir musibet, sizin ellerinizin kazandıklarından dolayıdır” [Şura 30] ayeti kerimesini idrak etseydiler halen ‘’falanca gelmesin de filanca mı gelsin’’ diyerek demokrasi ile yönetilmek üzere sandıklara koşmazlardı.

Maalesef bugün toplumumuzda nefsiyetin oluşumunda çok hassasiyet gösteren birçok Müslüman kardeşlerimiz ibadet ve itaatin en ince ayrıntılarını yerine getirirken hatta belki İslam’dan olmayan birçok şeyi de takva adına yaparken bu gün sandığa koşarak haram bir fiil işlemektedirler bilmeden. Ama tabii ki bilmemek mazeret değil elbet. Bugün bir Müslüman gerçekten ümmetin derdiyle dertleniyorsa elbette bir arayış içerisine girecek ve Rabbim ona ümmetin içinde bulunduğu durumdan kurtulup tekrar eski izzet şerefine kavuşacağı günlere ulaşmayı gerçekleştirecek bir çalışmanın içerisine girmeyi nasip edecektir. Çünkü Rabbime hamdolsun bize bu asırda İslam akidesini kendisine bulaştırılan bu tozlardan temizlemek için gayret sarf eden ve bu çalışmasında başarılı olan İslami şahsiyetler takdir etmiştir. Yeter ki biz aramayı bilelim ama ön yargılardan sıyrılarak tabii ki. Ne yazık ki önyargı toplumumuzda oldukça yaygın olan bir problem!

Elbette arayana Rabbim nasip edecektir. Yeter ki biz, o saf, duru, eşsiz akidemize dönelim o zaman görürüz ki İslami şahsiyetlerin yetişmesi aslında çok da zor değilmiş. Çünkü İslami şahsiyeti melek olarak tasavvur eden kimseler, insanlar içinde melekler olmadığı halde melekler arayarak topluma gerçekten büyük zararlar vermişlerdir. Bu hayalciler İslam’ın ancak hayal olduğunu, İslam’ın yüksek ideallerden ibaret olduğunu dolayısıyla İslam’ı hayatta uygulamanın mümkün olmadığını ispatlamaya çalışırlar. Hâlbuki İslam uygulanmak için gelmiş pratik bir din olup problemleri tedavi eden uygulanması zor olmayan bir dindir. Bunun örneklerini tarihe baktığımızda görmemiz mümkündür. Müslümanlara Asrı Saadet’i yaşatan bu akide bugün de uygulanırsa o günleri yaşatacaktır. Bunu kabul etmeyenlere sözümüz şudur: Eğer bu dinin bu çağımızda uygulanırlığı mümkün değilse Rabbim bize zulüm mü ediyor? Neden bu çağımızda uygulanırlığı olan yeni bir din ve bir elçi göndermedi de bizi beşeri kanunlarla yönetilmeye mahkûm bıraktı? Bu yaşadıklarımız Allah’ın takdiri mi yoksa bizim ellerimizle yaptıklarımızın karşılığı olarak Sünnetullah’ın tecellisi mi?

Evet, bütün bu problemler ve fikir sapmaları Müslümanların akidelerini tam olarak bilmeyip ve ondan bir düşünce metodunun çıktığından habersiz olmalarından kaynaklanıyor. Demek ki, yapmamız gereken şey Müslümanların kalplerindeki, kâfirlerin söküp atamaya gücünün yetmediği İslam tohumunu öncelikle yabancı otlardan ayıklayıp sonrada onu tevhit suyuyla yeniden yeşertmektir. Şunu da biliyoruz ki gerçekten toplumumuz bu saf ve duru tevhit suyuna çok susamış, yeter ki sabırla bu suyu taşıyalım ve göreceğiz ki Allah’ın izniyle vuslata erdiğimiz gün yine bu insanlar fevç fevç Allah’ın dinine koşacaktır.

O halde diyoruz ki;

Haydi, sende bir tohum yeşert. Uyumanın durmanın zamanı değil. Rabbimizin kınadığı kör, sağır ve dilsizlerden olma! Batılı fikirlerle yosunlaştırılmış, âlimlerin susuz bıraktığı, sularını esirgediği bu tohumları, İslam akidesinin saf ve duru suyu ile yeşert. Yeşert ki; bu akide, tarihte Farsların ve Rumların önünde nasıl durdu ise, bugün de Amerika’nın Rusya’nın Fransa’nın önünde dursun. Tüm dünyaya meydan okusun. Bu tohumlardan yeniden Ebubekir’ler, Ömer’ler, Mus’ab’lar, Fatih’ler yetişsin. Bacılarının namuslarına dokunan elleri kırsın.


“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır”[Saff 8]

Vesselam

 

Haydi, sende bir tohum yeşert,

İmanın nuru aydınlanacaktır elbet,

Lakin bunun için gerekli çokça gayret,

Allah’ın izniyle kurtulacaktır Ümmet.

Fırsatı kaçırma, eziyetlere sabret,

Emanettir unutma Resul’den bize Ümmet,

Tekrar kurulacaktır Allah’ın izniyle HİLAFET.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz