“Andolsun ki, Rasulullah'ta sizin için, Allah'a ve Ahiret
Günü’ne kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnek
vardır.”
(Ahzab21)
Bu Ümmet ilk günden beri
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i
çok sevdi. O’na gül dedi, güllerin efendisi dedi. Bir gül kokusu duysa
efendisini hatırlayıp O’na salat ve selam getirmeyi bir an olsun ihmal etmedi.
Ciğerparelerine O’nun ismini koydu. Anam babam sana feda olsun dedi. O’nun
getirdiği din-i mübîn uğruna seve seve canını feda etti. O’nun hayatını,
şemailini/boyunu posunu, saçının rengini ezberledi, O’nun uğrunda ne yaparsam
az dedi, hayran oldu.
O’nun yoluna Sünnet-i Seniyye
dedi. O’na ittiba etti. Zira Rableri;
“De ki eğer Allah’ı seviyorsanız bana ittiba ediniz ki
Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!” (Al-i İmran 31) diye
buyurmuştu. Ümmet de bu emr-u fermana uydu. O’nun izine yapıştı. 3 Mart 1924’te
ki o uğursuz güne kadar 1342 yıl boyunca O’nun sancağını yere düşürmedi.
Hamdolsun bugün de bütün
göstergeler Ümmet’in Rasulü’nü aynı kat sayıyla sevmeye devam ettiğini ortaya
koymaktadır. Lakin O’nun M. 622’de Medine’de kurduğu devlet bugün artık yok.
Peş peşe gelen Ümmet’in namusunu, izzet ve şerefini düşmana çiğnetmeyen Emîr el-Mü’minin’ler,
Halifeler artık yok. Ümmet başsız, kalkansız ve korumasız!
Aslında Ümmet’in adresi
şaşırdığı yok. Kurtuluşun İslâm’da olduğuna dair bir şüphesi yok. Başvurulacak yegâne
kaynağın Kitap ve Sünnet olduğu konusunda hiç şüpheye düşmedi. Fakat son
yüzyılda İslâm toplumunda baş gösteren Devletsizlik ve İmamsızlık/Halifesizlik
döneminin uzaması, Müslümanların sosyal ve siyasi hayatı ve dolayısıyla ilgili
Kur’an ayetlerini ve Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in Sünneti’ni doğru kavramada zaafa düşmesine neden oldu.
Bu bağlamda görünen o
ki; iki sorun ve bu iki soruna bağlı olarak ortaya çıkan üçüncü bir sorun ile
karşı karşıyayız.
Birincisi; Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e olan
bağlılığın niteliğinde yaşadığımız sorun. İkincisi; Toplum ve bireyin tarifinde
ve toplumsal dönüşüm ile bireysel dönüşüm arasındaki fark hakkında vakıaya
uygun tanılar ortaya koymakta yaşadığımız sorun. Üçüncüsü; Buna bağlı olarak Rasul
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
meydana getirdiği toplumsal dönüşümde takip ettiği yolu güncellemede yaşadığımız
sorun.
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e olan
bağlılığın duygusal bir temel üzerine inşa edilmesi birçok tehlikeyi içinde
barındıracağından dolayı caiz değildir. Bu nedenle sevgi ve bağlılığın fikrî ve
amelî bir temel üzere inşa edilmesi vacip olmaktadır. Düşünsel ve aksiyoner
sağlam bir temel üzere yükselen bir sevgi ve bağlılıkla ancak her türlü bidat
ve hurafeden korunmak mümkün olacaktır. Bugün Ümmet olarak yaşadığımız
sıkıntıların küçümsenemeyecek bir bölümü, fikrî ve amelî bir temeli olmayan
duygusal bağlılıktan ve bu duygusal bağlılığın suistimal edilmesinden
kaynaklanan sıkıntılardır.
Diğer taraftan toplumu
bireylerden meydana gelen yığınlar olarak değerlendirip teker teker bireylerin
ıslah edilmesiyle bir toplumsal dönüşümün meydana getirileceğine dair varsayım,
toplum denen olgunun realitesine aykırı düştüğü gibi Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bu konudaki Sünneti’ni de yanlış
algılamamıza neden olmaktadır. Nitekim Allah Celle Celâlehû’nun Rad Suresi 11. ayeti kerimesinde söylediği;
“Bir kavim/toplum nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah
onların durumunu değiştirmez” mübarek sözünde buyrulan “kavim” sözcüğünü
“birey” olarak anlamamızı tetikleyen şey, toplum denen olgu ile ilgili bize
ezberletilen yanlış tanıdır. Bu yanlış tanı kavmin/toplumun nefsinde olan
şeyi/şeyleri doğru tespit etmemize de engel teşkil etmektedir. Kaldı ki vakıası
analiz edildiğinde toplumun; aralarında sürekli ilişkilerin bulunduğu ve bu
sürekli ilişkilerin belli hukuki normlar, örf ve âdetler çerçevesinde
yürütüldüğü insanlar topluluğu olduğu görülecektir. Bütün toplum bilimcilerin
üzerine ittifak ettiği tanım budur. Buna göre toplumun nefsinde olan şeyler ile
toplumu meydana getiren temel unsurların aynı şeylere tekabül ettiği
anlaşılmaktadır. Bu bağlamda toplumu meydana getiren şeyleri kategorik olarak
irdelediğimizde şu dört temel unsur karşımıza çıkmaktadır.
a- Toplumun zımnen de
olsa üzerinde ittifak ettiği amentü/dünya görüşü/ideoloji.
b- Söz konusu amentüden
fışkıran değer yargıları ve bu değer yargılarının gölgesinde somut hale gelen
hukuki normlar, anayasa ve yasalar.
c- Bu değer yargılar ve
hukuki normlar inisiyatifinde şekillenen örf-adet, gelenek-görenekler
d- İnsanlar.
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in kısa
sürede meydana getirdiği o akıllara durgunluk veren toplumsal dönüşümü doğru
kavramanın birinci şartı, yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi toplumun
vakıasını doğru bir şekilde ortaya koymaktır. Zira bu meselede toplum hükmün
menatını teşkil etmektedir. Menat hükme konu olan şeydir. Menatın vakıası
anlaşılmadan hüküm anlaşılamaz. Bu nedenle toplumun vakıası anlaşılmadan Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in meydana
getirdiği büyük dönüşüm de anlaşılamaz.
Nitekim Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Toplumu İslâmî
bir topluma dönüştürmede ortaya koyduğu Sünnet-i Seniyyesi’ni/takip ettiği
övgüye mazhar yolunu günümüze taşırken/güncellerken, toplumun vakıasını göz
ardı ederek yaşadığımız sıkıntılar ve içine düştüğümüz hatalar ve kusurların
getirdiği başarısızlık Ümmet’e büyük bedeller ödetmektedir. Ümmet’in daha uzun
süre kanının heder, malının talan, namus, izzet ve şerefinin çiğnenmesine neden
olmakta, telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açmaktadır. Ümmet’in Rasulü’nün Sünneti’ne
olan güveninde erozyon meydana getirmekle kalmayıp başka mecralara yönelmesine
sebep olmaktadır.
Allah’ın rızasına
muhalif mevcut toplumsal halimizin bir an önce O’nun rızasına uygun bir hale
dönüştürme mecburiyetimiz vardır. Bu nedenle Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in toplumsal dönüşümü meydana getirmede
takip ettiği yolu, dönüştürme çabasına girdiğimiz toplum denen olgunun
realitesini ve onu oluşturan temel unsurlarını göz önüne alarak bugün yeniden
etüt etmek durumundayız.
Diğer taraftan;
“De ki: Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah'a davet
ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah'ı tenzih ederim, ben müşriklerden
değilim.”
(Yusuf 108) ayetinde belirtildiği üzere Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in davette ilahi bir metot izlediği aşikârdır.
Bu nedenle takip ettiği metodun bizi ve Kıyamet’e kadar gelecek Müslümanlar
açısından bağlayıcı olduğundan kuşku yoktur.
Bununla beraber aynı
ayet عَلَى بَصِيرَةٍ “bir basiret üzere” diye buyurarak Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dönüştürmeye konu olan toplumun
realitesine uygun bir yol üzere yürüdüğünü de vurgulamaktadır. Diğer bir
ifadeyle toplumda hangi unsurlar dönüştüğünde toplumun komple dönüşeceğini
Rabbi O’na çok iyi öğretmişti. Toplumun nefsinde olan şeyin ne olduğunu,
toplumun hangi temel unsurlardan meydana geldiğini en iyi Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem biliyordu.
Bunu Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
Sünnet-i Seniyyesi’nde açık seçik görebiliyoruz. Zira O SallAllahu Aleyhi ve Sellem Elçi olarak gönderildiği cahiliye
toplumunda sosyal bir dönüşümü gerçekleştirmek için cahiliyenin üzerine kurulu
olduğu şirk amentüsünü, müşriklerin hayat tarzlarını şekillendiren yasaları,
örf-adetleri, gelenek-görenekleri ve müşriklerin rol modellerini toplumun temel
unsurları olarak hedef aldığına şahit olmaktayız. Bunları yerden yere vururken
alternatif fikir ve pratik çözüm yollarını göstererek kıran kırana fikrî bir
mücadeleyi sürdürdüğünü görmekteyiz.
Nitekim Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem Allah’ın
O’na hakikati inzal buyurmasıyla öncelikle bir fikrî liderlik ortaya koydu. Bu;
Kelime-i Tevhid’in fikrî liderliği idi. Bu fikir öyle arı-duru öyle berraktı ki
hiçbir şaibe, kuşku ve belirsizliğe yer bırakmıyordu. Bu fikir aynı zamanda
efradını cami, ağyarını mani bir fikirdi. Yani içine almayı hedeflediğini
tamamen kuşatan ve dışarıda bırakmayı hedeflediğini tamamen dışarıda bırakan
dört başı mamur bir fikirdi. Onu tek gerçek fikir olarak ortaya koydu. O fikrin
dışında doğru olması muhtemel hiçbir fikir yoktu. Alternatifsiz tek doğru idi.
Bu nedenle uzlaşma ve entegre kabul etmeyen yegane doğru fikir olarak arz
ediyordu.
İşte Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem böylesi bir
fikre davet etmenin özgüveniyle hareket etmekteydi. Sırtını yalnızca Rabbine
dayamıştı. O’ndan aldığı güçle kâinata meydan okuyordu. “Teslim ol hidayete er”
diyordu. İslâm dışındaki her düşünceyi hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde
reddediyordu. Ne müşriklerin putlarına ve ne de Yahudilik ve Nasraniliğe bir
açık kapı bırakıyordu. İslâm dışındaki mevcut diğer düşüncelerin içyüzünü
deşifre edip açıktan açığa onları bâtıl ilan ediyordu. Tek hakikat vardı, o da
Allah’ın inzal buyurduğu son din olan İslâm idi.
Fikrî bazda ortaya
koyduğu bu netliği, Mekke’ye hâkim olan şirk amentüsünün hayattaki yansımalarına
ve insanı içine sürüklediği çirkefe yaptığı vurgudaki netlik izliyordu. Ahlâki
çöküntünün, yozlaşmanın, fakirliğin, fuhşun, tefeciliğin, zayıflara ve
özellikle kız çocuklara ve kadına yapılan zulmün İslâm dışı fikirlerden
kaynaklandığını en beliğ bir şekilde haykırıyordu. Öyle ki bu haykırış o amentü
sahiplerini tahrik edip çileden çıkarıyordu. Böylece Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem onların yalnızca en üst düzeyde
fikirlerini değil aynı zamanda hayat tarzlarını da en acımasız bir şekilde
kınayarak amentülerine olan güvenlerini sarsıyordu. Arınmak için onlara tek
seçenek bırakıyordu. O da İslâm’a girmek.
Dahası küfür akidesiyle
mücessem hâle gelen ve müşrikler için rol model konumunda olan şahsiyetlerin
gerçek yüzlerini deşifre ederek yerden yere vurup insanların üzerindeki
etkisini kırıyordu. Böylece müşrik kitlelerin tepkilerini en üst seviyede
üzerine çekmekten çekinmiyordu.
Artı Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem küfrün
istişare ve karar yeri olan Dar’un Nedve’nin ve elebaşlarının İslâm ve
Müslümanların aleyhine hazırladıkları komplo ve tezgâhları vahiy bilgisiyle
deşifre ediyordu.
Evet, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem on yıl
boyunca temel manada bu amelleri gerçekleştirdi. Davet belli bir merhale katettiğinde
nusret talebinde bulundu. Birçok teşebbüsten sonra Allah Celle Celâlehû Medine’deki Ensar’ı O’na yönlendirdi. Ardından
Hicret olayı gerçekleştirildi. On yıl boyunca ilmik ilmik ördüğü toplumsal
dönüşümü tamamlayıp onu kurduğu siyasi ve askerî otorite ile güvence altına
alarak İslâm Devleti ile taçlandırdı.
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in cahiliye
toplumunun bütün temel unsurlarına karşı verdiği fikrî mücadeleyi ayrıntılarıyla
güncelleştirmek bir makale boyutunu aştığından sadece cahiliye amentüsüne karşı
verdiği amansız mücadeleyi güncelleştirmekle yetineceğiz. Diğerleri buna
kıyaslanabilir kanısındayız.
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem, o günün
cahiliyesinin ana kaynağı olan şirk amentüsüne karşı amansız bir fikrî mücadele
verdiğini yukarda belirtmiştik. Bugün Laiklik, Cumhuriyet ve Demokrasi o günün
şirk amentüsünün konumunda olduğuna dair şüphe yoktur. Nitekim bugün Müslüman
olsun olmasın bilumum bütün insanlığı baştan çıkaran, hayatı terörize eden
amentü, bu üç kavramın sac ayaklarını oluşturduğu amentüdür. Hâli hazırda
yeryüzünde meydana gelen bütün kötülüklerin kaynağı bu üç kavram ve bu üç
kavramdan fışkıran şeytan işi özgürlüklerdir. Eğer Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in izinden giderek toplumsal bir
dönüşüm gerçekleştirmek davasında isek Laiklik, Demokrasi ve Cumhuriyet’e ve
bunlardan türeyen Kopenhag kriterlerine karşı amansız bir fikrî mücadeleye
girmek en başta gelen görevimiz olacaktır. Bu fikrî ve aynı zamanda siyasi
mücadeleden ödün vermek, uzlaşmak veya entegrasyona gitmek Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in izinden
sapmak, davayı baştan kaybetmek demektir. Zira bu evre işin iman boyutunu
teşkil etmektedir. İman boyutunda uzlaşma veya bulanıklık ifsada mahal verir.
Fikrî plandaki bu asil duruşun, Rasul’ün Sünneti’ne uygun bir pratiği de
beraberinde getireceği muhakkaktır.
Şu kadar ki böylesi arı
duru bir söylem ve duruş küfür erbabını korkutacağından şiddet içerikli bir
söylem ve duruş olmakla ittiham edeceklerdir. Hâlbuki bu suçlama ile İslâm’ın
pak ve nezih olan itikadını bulanık hale getirmeyi temenni etmektedirler. Kaldı
ki biz burada şiddetten uzak tamamen fikrî ve siyasi bir mücadeleyi
kastediyoruz. İşte Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in de yaptığı tamı tamına bu idi. Bu İslâm amentüsünün
alternatifsizliğinin, şeffaflığının, kuşatıcılığının ve yetkinliğinin bir
yansımasıdır.
Özetlersek; İslâm’ın
yönetim, iktisat, medeni hukuk, eğitim, dış siyaset vb. ile ilgili bilumum yasaları
yürürlüğe konulmadıkça İslâmî bir hayatın söz konusu olamayacağı gerçeğinin
farkına varılmasının zamanı gelmiştir. Tıpkı bunun gibi bütün kuşatıcılığıyla İslâmî
bir hayat ortaya konulmadıkça da toplumsal bir dönüşümün gerçekleşmeyeceğini
idrak etmenin vakti gelip çatmıştır. Toplumsal dönüşümün ancak İslâmî bir
hayatı başlatmakla mümkün olacağı gerçeğini yüksek sesle haykırmak zaruret
halini almıştır.
Ümmet yapmakta olduğu
hamlelerle tekrar eski izzetli ve şerefli günlere dönmek istediğini dosta
düşmana göstermiştir. Zira dost da düşman da dünyanın dört bir yanındaki
Muhammed Mustafa SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’in Ümmeti’nin uyandığına şahit olmuştur. Öyle ki; bugün yerel yada
global, kurulan her denklemin en etkin öğesi İslâm’dır. Ümmet özüne dönmek için
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
izinden yürüyerek köklü bir toplumsal dönüşümün eşiğindedir. Dünyayı saran
zulme son vermek için evrensel Hilafet Devleti’ni ilan etmenin arifesindedir.
“Zalimler yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini
bileceklerdir.”
(Şuara 227)
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış