Günümüz insanının
kendisini içinde bulduğu Kapitalist Laik dünya düzeninde maruz kaldığı saldırılardan
birisi de bilinçaltı/subliminâl saldırılardır. Fikir ve düşünme yani bilinç
dünyamızı istila ettikleri yetmiyormuş gibi bilincimizin altını da hedef tahtasına
oturtmuş durumdalar. Peki, işin aslı nedir? Gerçekten insan davranışları
bilincinin dışında, başkasının kodladığı doğrultuda yönlendirilebilir mi? Konuyu
istihbarat örgütlerinin “zihin kontrol teknikleri” ve terör örgütlerinin
“halüsinojenler” vasıtasıyla bazı eylemleri yaptırması açısından ele
almayacağım. Daha ziyade “algı saptırması” açısından analiz edeceğim ki buna
“illüzyon” veya “göz boyama” da denilebilir. Tabii ki tedavimizi de “insan”
hakkındaki fikirle yapacağız. Aşı misali bağışıklığı önceden sağlamak için “insan”
ve “davranış” konularıyla başlayalım.
İnsan Nedir? Davranış Nasıl Oluşur?
İnsan: Beden, hayatiyet
enerjisi ve akıldan oluşan bir bütündür. “Hayatiyet enerjisi” içgüdü ve uzvi
ihtiyaçlardan müteşekkildir. İnsanoğlu hayatı boyunca sürekli bir
canlılık/hareket halindedir. Bu canlılığı muhafaza etmek ve enerji temini için
yer-içer, nefes alır, uyur, sindirdiklerini boşaltır, nefsini müdafaa eder,
neslini devam ettirir, sosyal bir ortamda yaşar, acziyetini hisseder, sığınma
ve kutsama ihtiyacı duyar. Bu açlıkların bir kısmı bedensel/cismî/fizyolojik
ihtiyaçlardır. Giderilmediği zaman insanı ölüme götüren bu ihtiyaçlara “uzvi
ihtiyaçlar” diyoruz. Diğer kısım açlıklar ise giderilmezse ölümle neticelenmez
ama başka arızalara/sapkınlıklara/bunalımlara yol açar. Bu ihtiyaçlara da
“içgüdüler/garizeler” diyoruz. Bunlar üç tanedir;
1- Beka içgüdüsü:
Varlığını sürdürme, hayata bağlanma dürtüsüdür.
2- Nevî içgüdüsü: Neslin
devamı için karşı cinse meyil. Sosyal bir çevrede yaşamak ve aile bağlarını koruma
dürtüsüdür.
3- Tedeyyün/dindarlık
içgüdüsü: İnsanın acziyetinden dolayı üstün bir varlığa sığınma, tapınma ve
kutsama dürtüsüdür.
İnsanı meydana getiren
hususlar; içgüdü ve uzvi ihtiyaçlardan ibaret olan hayatiyet enerjisi, bir
cisim/beden ve akıldır. Hayatiyet/dinamik enerjisini açıkladık. Bedeni
açıklamayı anatomi bilimine pas ederek akıl konusuna geçelim. İnsanoğlunu diğer
canlılardan ayıran tek unsur akıl/idrak olup bunu kullandığı oranda
hayvanlardan farklılaşır. Aklını fıtratına uygun bir şekilde kullandığı
nispette hayvanlardan üstün bir hâle, fıtratına/eşyanın vakıasına aykırı bir
şekilde kullandığı oranda ise zulmeder ve hayvanlardan aşağı duruma gelir. Hiç
kullanmaz ve doğrudan içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarının itmesiyle yaşantısını
sürdürürse hayvandan hiçbir farkı olmaz.
Davranışların/fiillerin
meydana gelmesi konusuna gelirsek; insanı davranışa zorlayan itici, insandaki
dinamik enerjidir. Bu ister içgüdü olsun isterse uzvi ihtiyaçlar olsun insanda
doyum bekleyen açlıklardır. İnsan bu açlıkları tatmin ederken sahip olduğu
mefhumlara göre hareket eder. Bu mefhumlar ya eşya/madde hakkındaki
mefhumlardır ya da hayatiyet hakkındaki mefhumlardır. Dinamik enerjinin
iticilerini/dürtülerini tatmin işleminin bu mefhumlardan birine binaen
olmasıyla o eşyaya/fiile karşı bir eğilim oluşur. İşte insandaki davranış
mekanizması böyle işler.
Psikoloji Bilgi Alanının Temel Sorunu
Batılı bilim adamları
her şeyi laboratuvar şartlarında test etme prensibi üzerine kurulu olan “bilimsel
düşünme metodunu” hayatın her alanında kullanmak gibi vahim bir hataya
düşmüşlerdir. Hâlbuki bilimsel metot sadece tecrübî bilimlere has,
hissedilebilir maddeler üzerine uygulanabilir. İnsan faktörünün söz konusu
olduğu psikoloji (ruhbilim), pedagoji ve sosyoloji gibi bilgi alanlarını bilim
dalı olarak kabul etmek hatadır. Zira fizik, kimya gibi deneysel bilimlerde
olduğu gibi insanlar üzerinde yapılan gözlemler bilimsel deneyler olmayıp
sadece gözlemlerin tekrarı ve bunlardan çıkarımlarda bulunmaktan ibarettir. Bu
istintaçlar ise her durumda ve her seferinde aynı sonuçları vermez. Bu yanlış
bakış açısıyla Batılı bilim adamları içgüdülerin tespitinde de hatalı
neticelere ulaştılar. İçgüdü (hayatiyet enerjisi) ile içgüdünün tezahürünü
karıştırdılar ve “insanda sayılamayacak kadar çok içgüdü vardır” sonucunu
çıkardılar.
Psikolog ve
psikoterapistler teşhis ve tedavi yöntemi olarak on yıllardır tüm davranışların
temeline “bastırılmış şiddet ve cinsellik güdülerini” yerleştiren Sigmund
Freud’un psikanaliz yöntemini kullanageldi. Meşhur “çocukluğuna inelim”
mizanseniyle başlayan ve halen yaygın bir şekilde kullanılan bu yöntemde,
sorularla sorunlu davranışın temelinde yatan bilinçaltındaki bastırılmış şiddet
veya cinsellik dürtüsü bulunmaya ve telkinlerle tedavi edilmeye çalışılır.
Genel olarak
psikolojinin, özel olarak da tedavi yöntemlerinin temel problemi içgüdülerin
tezahürleriyle karıştırılmasıdır. Zira içgüdüler hayatiyet enerjisini, bu
enerji de insanın kendisini/nefsini meydana getirir. Yani “nefis” insanın
içgüdüleridir, bünyesinden/fıtratından bir parçadır. Onu bastırmak, yok etmek
ve tedavi etmek mümkün değildir. Bunun zıddına içgüdülerin dış görüntüleri/tezahürleri
fıtrattan bir parça değildir. Bu sebeple tedavisi, bastırılması ve yok edilmesi
mümkündür. Mesela beka içgüdüsünün bir tezahürü bencillik, diğer bir tezahürü
ise fedakârlıktır. Enaniyeti fedakârlık ile tedavi/telafi etmek mümkündür.
Hatta bastırmak ve yok etmek de mümkündür. Mesela kadına karşı cinsel meyil nevi
içgüdüsünün tezahürlerinden biridir. Nevi içgüdüsünü telafi etmek, yok etmek ve
bastırmak mümkün değildir. Fakat bu içgüdünün dışa yansıyan tezahürlerini telafi/tedavi
etmek mümkündür. Mesela nevi içgüdüsünün tezahürlerinden kadına şiddetle meyli
anneye, kız kardeşe, kız çocuğuna karşı sevgi ile telafi etmek mümkündür. Nasıl
ki fedakârlık, bencilliği tedavi ediyorsa, sevgi/şefkat de cinsel arzuyu telafi
eder. Anne sevgisinin, eşten hatta evlenmekten ve cinsel meylin de anne
sevgisinden uzaklaştırdığı pek çok erkek vardır. Aynı durum kadınların kocalarına
veya babalarına olan sevgileri için de geçerlidir.
Günümüzde
psikolog/psikoterapistlik diye bir sektörün ortaya çıkmasının tek sebebi
Kapitalist ideolojinin aile bağlarını koparan, sosyal hayatı ve dertleşmeyi
neredeyse yok eden ferdiyetçi zihniyetidir. İnsanların aile içinde veya
çevresinde danışabileceği, aklıselim tavsiye ve nasihatte bulunabilecek “dert
babaları” veya “Güzin ablaları”, güvenebilecekleri sırdaşları olmadığı için bu
boşluğu “profesyonel” olarak gideren bir sektör ortaya çıktı. Modern insan
psikoloğa giderek parasıyla nasihat satın almaktadır. Hem de Freud’cu bir
tarzda… Gerçi bu yöntem son zamanlarda yerini EMDR terapisine terk etmeye
başladı ama Freud ve kuramları psikoloji eğitimi üzerindeki ağırlığını korumaya
devam etmektedir. Şunu da yeri gelmişken belirtelim ki burada eleştirdiğimiz
konu psikanalizdir, psikiyatristlik değildir. Zira psikiyatri sinirsel
bozukluklardan kaynaklanan hastalıklarla ilgili olup psikanaliz ile ilgisi
yoktur.
Bilinçaltı ve İllüzyon
Tarif edildiği şekliyle
bilinçaltı/şuuraltı; insan ruhunun baskı altında tutulan istekleri ve düşüncelerinin
bulunduğu zihin bölgesidir. Subliminâl mesajlar ise; insana fark ettirmeden
bilinçaltına gönderilen mesajlardır. Genellikle bir ürüne olan ilgiyi artırmak
ve tüketim arzusunu tahrik etmek için insanın temel içgüdülerini hedef alan
görsel veya işitsel mesajlardır. En çok hedef alınan içgüdüler ise başta yaşam
ve ölüm güdüleri, sonra da cinsellik dürtüsüdür. Son zamanlarda Dindarlık
güdüsünü hedef alan, İslâmî sembollerle ve promosyonlarla ürün tanıtımı yapan
reklamlara da rastlar olduk. Ramazan istismarı ise başlı başına bir yara…
Alışveriş merkezlerinde çalan müziklere farklı frekanslarda kodlanarak
yerleştirilmiş tekrarlanan mesajlar olduğu, hareketli görüntülerde de gözün
algı frekansı dışındaki 25. kareye saklanmış tekrarlanan resimlerin varlığından
bahsedilir. Bu araçlarla bilinçaltına mesaj gönderildiği ve insanın spesifik
bir davranışa sevk edildiği iddia edilir. Bu teknikler ne bilimsel olarak
etkisi ispatlanmış, ne de aklî yönden kanıtlanabilecek türden iddialar
değildirler. Dolayısıyla bunları bahis mevzusu yapmaya değmez. Ben size daha
açıktan yapılan, film ve reklam sahnelerinin arasına serpiştirilen, gizlice
değil açıkça ama kısa süreli gösterilen sahne, sembol, renk ve isimlere aşinalık
duymamızı sağlayan, görünür sahadaki olgulardan/mesajlardan bahsedeceğim. Bu
yolla bazı şeyleri kanıksamamız sağlanır, ilgi ve algı odaklarımız
yönlendirilir.
Bunların başında
filmlerde ve kliplerde profesyonelce kullanılan “sembol dili” gelir. Bu dil sayesinde
satanist, siyonist, paganist ve Nasranî sembollere aşinalık sağlanıyor ve
bunlar şirin gösterilerek algı yönlendirmesi yapılıyor. Hollywood yapımlarının
çoğunda bu dilde mesajlar verilir. Mesajların alındığını “Y kuşağı” üzerinde
Nasranî sembolizminin meydana getirdiği etkiden anlayabiliriz. Bu kuşak içinde
Müslüman gibi avuçlarını gökyüzüne açarak değil de kilise ayinlerindeki gibi
iki elini birleştirerek dua edenlere, dilek tutanlara şahit oluyoruz. Budist
paganlarının ibadeti olan yoga ise resmen namazın yerine ikame edilmeye
çalışılıyor. Satanist sembole bir örneği cezaevine girmeden kısa bir süre önce
çocuklarımla birlikte izlediğim “fack frost” isimli animasyon filminden bir
kareden verebilirim. Bir cenaze merasiminde zeminde kabalacıların/satanistlerin/masonların
kullandığı 5 köşeli yıldızın her ucuna birer mum yakılmış bir sahne geniş
perspektiften veriliyordu. İslamofobi mesajına örnek olarak “terörist
Müslümanların” evlerine yapılan baskınlarda, tam da şiddet sahnelerinin
ortasında “Lafzatullah” hatlı tabloların barizleştirilmesini verebiliriz.
Amerikan hümanizmi(!) örnekleri ise azımsanmayacak kadar çoktur. “İyi niyetli,
barış timsali Amerikan kahramanları” sivillere, kadın, yaşlı ve çocuklara zarar
gelmesin diye kendilerini feda ederler.
Diyeceksiniz ki “biz
bunları yemeyiz!” Haklısınız, bilinçli Müslüman bu mesajları yemez. Lakin
Ümmet’in içinde bulunduğu çöküntü halinin temelinde zaten “bilinçsizlik”
yatmıyor mu? Dava erlerinin görevi Ümmet’i bilinçlendirip O’nun fikrî düzeyini
yükseltmektir.
Günümüz bilgi çağında
bilinç kaymasının meydana getirdiği yarı-bilinçlilik hâlinin bizi nereye sürüklediğine
dair üç örnek vereceğim.
Birincisi: Geçen ay
kaybolup 30 saat sonra havuzda boğulmuş vaziyette bulunan masum bir çocuğun
cenaze namazında toplumun “bilinçliler” sınıfından olan imam hitabetinde şöyle
dedi: “O artık bir melek.” İslâm akidesinde buna yer yoktur. Çocuk masumdur,
günahsızdır, doğru. Fakat ölünce metamorfoza/mutasyona uğrayıp melek olmaz.
Melek nurdandır, insan topraktan, Âdem Aleyhi’s
Selam’ın Cennet’te topraktan ilk yaratıldığı hammaddesi ebediyen aynı
kalır. Reenkarnasyon ve Avatar inancı pagan, Hindu kültüründe mevcuttur.
İkincisi: Müslüman
halkımızın içinden statü(!) sahibi bir ailenin, genç bir kızın uzuvlarını
parçalayıp dağıtarak bir satanist ayin yapması gerçeği. İslâm dünyası dışında
bu ve benzer haberleri duyuyorduk ama artık onlar içimizdeler.
Üçüncüsü: Meşhur bir
tesettür giyim markamız Nisan ayında lansmanını yaptığı yeni ürününü tanıtırken
“Modern trendleri takip eden ve kendine güvenen bir kadın markası
oluşturduklarını” ifade ediyor. Yeni markanın logosuna bakarsanız. Markanın bir
kısmındaki harflerden ikisini “RA” şeklinde barizleştirildiğini kolaylıkla fark
edersiniz. Evet yani trend bu: “Kadim çağların, mitolojik tanrı ve
tanrıçalarına özenti.”
Bir zamanlar “sosyeteyi tesettüre
büründürüyoruz”, “gençleri moda yoluyla tesettüre özendiriyoruz” diyerek
sıkmabaş marifetleriyle övünen bir grup vardı. Şimdilerde medeniyet iddiasıyla
ve “fetva veren kedicikleriyle” maruf ve meşhur oldular. İşte bu durum şer’î
bir hükmü şer’î metot dışında bir yolla uygulama çabasının sonuçlarından birini
daha ortaya koyuyor. Küçük bir sapma zamanla sapıtmaya kadar götürüyor. Bu
türden algı sapması/saptırması örnekleri saymakla bitmez.
Bir de “Ana Haber”
illüzyonu var ki haber veriyorum diyerek dünya haberleri nasıl saklanır/saptırılır
konusunu sanat ve maharet haline getirmişler. Manipülasyon yoluyla kamuoyu
oluşturulması istenilen algı çerçevesinde bazı haberler verilip bazıları hiç verilmez
veya bir kısmı barizleştirilir, diğer bir kısmı kısa geçilir. Her yandaş/candaş
kanal ve basın-yayın uzantısı medya holiganlığını “tarafsız ve ilkeli haber”
sloganlarıyla kamufle etme çabasındadır. Farklı sesten ve renkten kalemleri/yüzleri
ise sadece daha geniş bir kitleye hitap edebilmek için bulundururlar. Şok
edici, aşırı hüzün ve nefret pompalayan tarzda haberler ile kontrastında/zıt
kutbunda aşırı sevinç ve coşku uyandıran haberler peş peşe verilir. Böylece
düşüncelerin, tefekkürün aklın devreye girmesi engellenerek sırf duygulara
hitap eden, sadece hislerle algı oluşturmayı sağlayan bir sanat tarzı icat
edildi. Bu sanatı illüzyon/göz boyamanın bir alt kategorisine dahil edebiliriz.
Bilinçaltının Hakikati
Şüphesiz ki insan zihni
ve içgüdüleri üzerinde tefekkür etmeye “bilinçaltı” gibi gizli bölmelerle,
“nefis” gibi mistik, batınî/ezoterik tanımlarla başlarsak gerçek
vakıalarına/hakikatlerine yaklaşmaktan ziyade onlardan uzaklaşırız. Nefis
insanın içgüdüleridir, az önce izah ettiğim gibi bunların olumlu tezahürleri
terbiye etmektir. İnsanın nefsini öldürmesinin tek anlamı kişinin kendini
öldürmesidir. Kur’an’ı Kerim’de “nefis” kişinin kendisi anlamından başka bir
anlamda kullanılmamıştır.
“Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, kendilerimizi (nefislerimizi) ve kendilerinizi (nefislerinizi)
çağıralım.”
(Ali İmran 61)
Bilinçaltı denilen şeyin
vakıası ise; insanın zihninde bulunan hatıraları, hafızası, hedefleri, özendiği
davranışları, tavırları, idealleri, kendini özdeşleştirdiği kişiler/kişilikler,
korkuları gibi duygu ve düşüncelerinden ibarettir. Bunların bir kısmına insan
içgüdüsel eğilimlerle sahip olur, bir kısmını da bilgi, tecrübe ve görgüsü ile
kazanır ve depolar. Kişi sahip olduğu “hayat hakkındaki mefhumlarına” göre harekete
geçme esnasında bu fikir ve duyguları ya akıl süzgecinden geçirerek iradesiyle
kullanır veya aklına sormadan iradesizce/insan dışı mahlûklar gibi davranış
sergiler.
Çok önceleri seyrettiğim
bir belgeselde filmin oyuncusu örümceklerden bahsediyordu. O zamanlar 3D
teknolojisi ve “Crowd Effect” gibi bilgisayar efektleri çok gerçekçi olmadığı
için film çekimlerinde mecburen gerçek hayvanlar ve böcekler kullanılıyordu.
Gerekli hareketleri örümceklere yaptırmak veya gerekli yöne doğru hareket
ettirebilmek işini nasıl başardıklarını anlatırken, örümceklerin doğasını
öğrenerek istediklerini yaptırabildiklerini izah ediyordu. Örümceklerin her
zaman sıcak ortama doğru hareket etme eğiliminde olduklarını, dolayısıyla
gitmesini istedikleri yöndeki havayı bir aletle ısıtmak suretiyle örümcekleri
yönlendirdiklerini uygulamalı olarak gösteriyordu. Bu örnekten de anlaşıldığı
gibi hayvanlarda akıl/idrak olmadığı için doğrudan içgüdüleriyle hareket
ederler. Aklı olup da kullanmayan insanın da bunlardan farkı yoktur.
Bazı olaylar ve tarihsel
anılar “toplumsal bilinçaltı” denilen ama aslında “ortak hafıza” diyebileceğimiz,
toplum kültüründe yer etmiş anı ve bilgilerdir. Bunların sebep ve saikleri
zamanla unutturulmuştur belki ama davranışa etkisi baki kalmıştır. Bunu
çocukluğumu geçirdiğim Fransa’da yaşadığım iki örnekle açıklayabilirim.
Birincisi: Herhangi bir
şeyi göstermek için işaret parmağımı gökyüzüne doğru kaldırınca Fransız
çocuklarının sık sık birbirlerini bundan sakındırdıklarına şahit oluyorduk.
Sebebini sorduğumuzda kendileri de izah edemezlerdi ama dinî bir sebebi
olduğunu ifade ederlerdi. Yıllar sonra tevhidî bilince ulaşınca fark ettim ki
tevhidin sembolü olan gökyüzüne yükselmiş bir şehadet parmağından korkmak için
kâfirlerin çok fazla tarihî sebepleri vardı. Ayrıca teslis akidesiyle taban
tabana zıt bir sembol olması onu daha da sakıncalı kılıyordu.
İkincisi: Gerek tarih
dersinde Fatih’in ortaçağı sona erdirip yeniçağı başlatmasından bahsederken
olsun, gerekse bir Türk öğrenci başarılı bir iş yaptığında olsun Fransız
öğretmenler “Türk gibi zeki” anlamında “Téte de Turc” (Türk kafası) derlerdi.
Cesurca bir iş yapınca da “Fort comme un Turc” (Türk gibi güçlü) derlerdi.
Bunları söylerken kastettikleri ulus anlamındaki Türk değildi elbette. Sözlüklerinde
de yer etmiştir “Se faire Turc” (Kendini Türk yapmak/Türk olmak) deyiminin
karşılığı “Müslüman olmaktır.” Fransızlar, genel olarak da tüm Avrupalılar Türk
deyince Osmanlı evladını kastediyorlar. Osmanlı ise karakterini Kitab’ından,
Ümmet’inden ve Hilâfet’inden alıyordu. Şimdiki hâlimizle bu üçünden de ne kadar
uzağız. Bu iki örnek ve benzerleri toplumun müşterek hafızasıdır.
En Etkili Subliminâl Mesajlar: Tekbir Ve Tevhid
Dava adamının görevinin
Ümmet’i bilinçlendirmek ve onun fikrî düzeyini yükseltmek olduğunu söylemiştik.
Bunu yapabilmek için öncelikli olarak kendi kültürel düzeyini yükseltmeli ve
aydın bir bakışa sahip olmalı ki Ümmet’in ufkunu genişletebilsin. Vizyon sahibi
olmayan, icat edici olmayan taklitçi zihniyetin başkasına verebileceği bir şeyi
yoktur. Eğer ideallerimizi, hedeflerimizi, ilhamımızı İslâm akidesinde ve İslâm
kültüründen almazsak yerini gayri meşru idealler/idoller alır. Davranışlarımızın
esasını teşkil eden kaideleri İslâmî kaideler haline getirmediğimiz sürece,
yani akidemizi fikrî kaidemiz haline getirmediğimiz müddetçe ne kalkınmadan
bahsedebiliriz ne de İslâmî şahsiyetten. İslâmî şahsiyet; düşünce tarzımız olan
zihniyetimizden ve davranış tarzımız olan nefsiyetimizden meydana gelir.
Zihniyetin gıdası
kültürlenme, nefsiyetin gıdası ise taatlerdir. Amellerimizi bir imani atmosfer
içinde sürdürebilirsek işte o zaman sürekliliği yakalayabiliriz. Ama işitsel ve
görsel çevremize, hafızamıza/zihnimize Allah’ın emrine uygun tarzda dekorasyon
yapmazsak, Allah’ın boyası ile boyanmazsak yabancı/harici etkenlerin istilası
altında yaşamaya mahkûm oluruz.
Algı
saptırmasına/yönlendirmesine son bir örnek verip konuyu bağlayalım. Arap
ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkeye sattığımız ve “Milli propaganda”
aracımız haline gelmiş olan bir dizinin son bölümlerinde devlet politikaları
paralelinde MİT’e misyon biçme yönünde yatırımlar yapılıyor. Önce MİT
tırlarının durdurulması mizanseni, sonra da MİT’in “Siyah Sancaklar”
sembolizmiyle dış görevlerinde kutsal amaçlar uğrunda ulvî görevlere
hazırlandığı intibaı oluşturma çabaları… Bununla malum Hadis-i Şerif’e
göndermede bulunuluyor; hani doğudan “siyah bayraklarla” çıkıp yönetim
isteyecek, kendilerine istedikleri verilmeyecek, sonra Hilâfet Devlet’ini
kurana kadar mücadeleye devam edecek olanları anlatan Hadis. Hâlbuki MİT’in ne
tür işlerle uğraştığı herkesin malumudur.
Biraz ironi/telmih
yaparak dosta-düşmana verilebilecek en iyi subliminâl mesajların hangileri olduğunu
söyleyecek olursak, bana göre işitsel olarak tekbirdir. Görsel olarak da tevhid
sancağı/râyesidir. Tabii ki bunlara subliminâl deyişimiz telmih maksatlı olup
bu ikisiyle çevremizi bezemek ve imani atmosferi sağlamaktır maksadımız. Zira o
tekbirdir ki düşmanın kalbine korku salar, dostun kalbine güven ve güç verir.
Tevhid sancağı Umm’ul
Harb’dir ki, Müslümanların kalbine güç, içine huzur verir, kâfirlere ve
avenelerine ise korku ve yılgınlık verir.
Bu ayki konumuzu akışına
uygun olarak bitirelim;
Allahu Ekber! Allahu
Ekber! Allahu Ekber!
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış