BİLİNÇALTI/SUBLİMİNÂL İSTİLA

Bekir Kurtuluş

Günümüz insanının kendisini içinde bulduğu Kapitalist Laik dünya düzeninde maruz kaldığı saldırılardan birisi de bilinçaltı/subliminâl saldırılardır. Fikir ve düşünme yani bilinç dünyamızı istila ettikleri yetmiyormuş gibi bilincimizin altını da hedef tahtasına oturtmuş durumdalar. Peki, işin aslı nedir? Gerçekten insan davranışları bilincinin dışında, başkasının kodladığı doğrultuda yönlendirilebilir mi? Konuyu istihbarat örgütlerinin “zihin kontrol teknikleri” ve terör örgütlerinin “halüsinojenler” vasıtasıyla bazı eylemleri yaptırması açısından ele almayacağım. Daha ziyade “algı saptırması” açısından analiz edeceğim ki buna “illüzyon” veya “göz boyama” da denilebilir. Tabii ki tedavimizi de “insan” hakkındaki fikirle yapacağız. Aşı misali bağışıklığı önceden sağlamak için “insan” ve “davranış” konularıyla başlayalım.

İnsan Nedir? Davranış Nasıl Oluşur?

İnsan: Beden, hayatiyet enerjisi ve akıldan oluşan bir bütündür. “Hayatiyet enerjisi” içgüdü ve uzvi ihtiyaçlardan müteşekkildir. İnsanoğlu hayatı boyunca sürekli bir canlılık/hareket halindedir. Bu canlılığı muhafaza etmek ve enerji temini için yer-içer, nefes alır, uyur, sindirdiklerini boşaltır, nefsini müdafaa eder, neslini devam ettirir, sosyal bir ortamda yaşar, acziyetini hisseder, sığınma ve kutsama ihtiyacı duyar. Bu açlıkların bir kısmı bedensel/cismî/fizyolojik ihtiyaçlardır. Giderilmediği zaman insanı ölüme götüren bu ihtiyaçlara “uzvi ihtiyaçlar” diyoruz. Diğer kısım açlıklar ise giderilmezse ölümle neticelenmez ama başka arızalara/sapkınlıklara/bunalımlara yol açar. Bu ihtiyaçlara da “içgüdüler/garizeler” diyoruz. Bunlar üç tanedir;

1- Beka içgüdüsü: Varlığını sürdürme, hayata bağlanma dürtüsüdür.

2- Nevî içgüdüsü: Neslin devamı için karşı cinse meyil. Sosyal bir çevrede yaşamak ve aile bağlarını koruma dürtüsüdür.

3- Tedeyyün/dindarlık içgüdüsü: İnsanın acziyetinden dolayı üstün bir varlığa sığınma, tapınma ve kutsama dürtüsüdür.

İnsanı meydana getiren hususlar; içgüdü ve uzvi ihtiyaçlardan ibaret olan hayatiyet enerjisi, bir cisim/beden ve akıldır. Hayatiyet/dinamik enerjisini açıkladık. Bedeni açıklamayı anatomi bilimine pas ederek akıl konusuna geçelim. İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran tek unsur akıl/idrak olup bunu kullandığı oranda hayvanlardan farklılaşır. Aklını fıtratına uygun bir şekilde kullandığı nispette hayvanlardan üstün bir hâle, fıtratına/eşyanın vakıasına aykırı bir şekilde kullandığı oranda ise zulmeder ve hayvanlardan aşağı duruma gelir. Hiç kullanmaz ve doğrudan içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarının itmesiyle yaşantısını sürdürürse hayvandan hiçbir farkı olmaz.

Davranışların/fiillerin meydana gelmesi konusuna gelirsek; insanı davranışa zorlayan itici, insandaki dinamik enerjidir. Bu ister içgüdü olsun isterse uzvi ihtiyaçlar olsun insanda doyum bekleyen açlıklardır. İnsan bu açlıkları tatmin ederken sahip olduğu mefhumlara göre hareket eder. Bu mefhumlar ya eşya/madde hakkındaki mefhumlardır ya da hayatiyet hakkındaki mefhumlardır. Dinamik enerjinin iticilerini/dürtülerini tatmin işleminin bu mefhumlardan birine binaen olmasıyla o eşyaya/fiile karşı bir eğilim oluşur. İşte insandaki davranış mekanizması böyle işler.

Psikoloji Bilgi Alanının Temel Sorunu

Batılı bilim adamları her şeyi laboratuvar şartlarında test etme prensibi üzerine kurulu olan “bilimsel düşünme metodunu” hayatın her alanında kullanmak gibi vahim bir hataya düşmüşlerdir. Hâlbuki bilimsel metot sadece tecrübî bilimlere has, hissedilebilir maddeler üzerine uygulanabilir. İnsan faktörünün söz konusu olduğu psikoloji (ruhbilim), pedagoji ve sosyoloji gibi bilgi alanlarını bilim dalı olarak kabul etmek hatadır. Zira fizik, kimya gibi deneysel bilimlerde olduğu gibi insanlar üzerinde yapılan gözlemler bilimsel deneyler olmayıp sadece gözlemlerin tekrarı ve bunlardan çıkarımlarda bulunmaktan ibarettir. Bu istintaçlar ise her durumda ve her seferinde aynı sonuçları vermez. Bu yanlış bakış açısıyla Batılı bilim adamları içgüdülerin tespitinde de hatalı neticelere ulaştılar. İçgüdü (hayatiyet enerjisi) ile içgüdünün tezahürünü karıştırdılar ve “insanda sayılamayacak kadar çok içgüdü vardır” sonucunu çıkardılar.

Psikolog ve psikoterapistler teşhis ve tedavi yöntemi olarak on yıllardır tüm davranışların temeline “bastırılmış şiddet ve cinsellik güdülerini” yerleştiren Sigmund Freud’un psikanaliz yöntemini kullanageldi. Meşhur “çocukluğuna inelim” mizanseniyle başlayan ve halen yaygın bir şekilde kullanılan bu yöntemde, sorularla sorunlu davranışın temelinde yatan bilinçaltındaki bastırılmış şiddet veya cinsellik dürtüsü bulunmaya ve telkinlerle tedavi edilmeye çalışılır.

Genel olarak psikolojinin, özel olarak da tedavi yöntemlerinin temel problemi içgüdülerin tezahürleriyle karıştırılmasıdır. Zira içgüdüler hayatiyet enerjisini, bu enerji de insanın kendisini/nefsini meydana getirir. Yani “nefis” insanın içgüdüleridir, bünyesinden/fıtratından bir parçadır. Onu bastırmak, yok etmek ve tedavi etmek mümkün değildir. Bunun zıddına içgüdülerin dış görüntüleri/tezahürleri fıtrattan bir parça değildir. Bu sebeple tedavisi, bastırılması ve yok edilmesi mümkündür. Mesela beka içgüdüsünün bir tezahürü bencillik, diğer bir tezahürü ise fedakârlıktır. Enaniyeti fedakârlık ile tedavi/telafi etmek mümkündür. Hatta bastırmak ve yok etmek de mümkündür. Mesela kadına karşı cinsel meyil nevi içgüdüsünün tezahürlerinden biridir. Nevi içgüdüsünü telafi etmek, yok etmek ve bastırmak mümkün değildir. Fakat bu içgüdünün dışa yansıyan tezahürlerini telafi/tedavi etmek mümkündür. Mesela nevi içgüdüsünün tezahürlerinden kadına şiddetle meyli anneye, kız kardeşe, kız çocuğuna karşı sevgi ile telafi etmek mümkündür. Nasıl ki fedakârlık, bencilliği tedavi ediyorsa, sevgi/şefkat de cinsel arzuyu telafi eder. Anne sevgisinin, eşten hatta evlenmekten ve cinsel meylin de anne sevgisinden uzaklaştırdığı pek çok erkek vardır. Aynı durum kadınların kocalarına veya babalarına olan sevgileri için de geçerlidir.

Günümüzde psikolog/psikoterapistlik diye bir sektörün ortaya çıkmasının tek sebebi Kapitalist ideolojinin aile bağlarını koparan, sosyal hayatı ve dertleşmeyi neredeyse yok eden ferdiyetçi zihniyetidir. İnsanların aile içinde veya çevresinde danışabileceği, aklıselim tavsiye ve nasihatte bulunabilecek “dert babaları” veya “Güzin ablaları”, güvenebilecekleri sırdaşları olmadığı için bu boşluğu “profesyonel” olarak gideren bir sektör ortaya çıktı. Modern insan psikoloğa giderek parasıyla nasihat satın almaktadır. Hem de Freud’cu bir tarzda… Gerçi bu yöntem son zamanlarda yerini EMDR terapisine terk etmeye başladı ama Freud ve kuramları psikoloji eğitimi üzerindeki ağırlığını korumaya devam etmektedir. Şunu da yeri gelmişken belirtelim ki burada eleştirdiğimiz konu psikanalizdir, psikiyatristlik değildir. Zira psikiyatri sinirsel bozukluklardan kaynaklanan hastalıklarla ilgili olup psikanaliz ile ilgisi yoktur.

Bilinçaltı ve İllüzyon

Tarif edildiği şekliyle bilinçaltı/şuuraltı; insan ruhunun baskı altında tutulan istekleri ve düşüncelerinin bulunduğu zihin bölgesidir. Subliminâl mesajlar ise; insana fark ettirmeden bilinçaltına gönderilen mesajlardır. Genellikle bir ürüne olan ilgiyi artırmak ve tüketim arzusunu tahrik etmek için insanın temel içgüdülerini hedef alan görsel veya işitsel mesajlardır. En çok hedef alınan içgüdüler ise başta yaşam ve ölüm güdüleri, sonra da cinsellik dürtüsüdür. Son zamanlarda Dindarlık güdüsünü hedef alan, İslâmî sembollerle ve promosyonlarla ürün tanıtımı yapan reklamlara da rastlar olduk. Ramazan istismarı ise başlı başına bir yara… Alışveriş merkezlerinde çalan müziklere farklı frekanslarda kodlanarak yerleştirilmiş tekrarlanan mesajlar olduğu, hareketli görüntülerde de gözün algı frekansı dışındaki 25. kareye saklanmış tekrarlanan resimlerin varlığından bahsedilir. Bu araçlarla bilinçaltına mesaj gönderildiği ve insanın spesifik bir davranışa sevk edildiği iddia edilir. Bu teknikler ne bilimsel olarak etkisi ispatlanmış, ne de aklî yönden kanıtlanabilecek türden iddialar değildirler. Dolayısıyla bunları bahis mevzusu yapmaya değmez. Ben size daha açıktan yapılan, film ve reklam sahnelerinin arasına serpiştirilen, gizlice değil açıkça ama kısa süreli gösterilen sahne, sembol, renk ve isimlere aşinalık duymamızı sağlayan, görünür sahadaki olgulardan/mesajlardan bahsedeceğim. Bu yolla bazı şeyleri kanıksamamız sağlanır, ilgi ve algı odaklarımız yönlendirilir.

Bunların başında filmlerde ve kliplerde profesyonelce kullanılan “sembol dili” gelir. Bu dil sayesinde satanist, siyonist, paganist ve Nasranî sembollere aşinalık sağlanıyor ve bunlar şirin gösterilerek algı yönlendirmesi yapılıyor. Hollywood yapımlarının çoğunda bu dilde mesajlar verilir. Mesajların alındığını “Y kuşağı” üzerinde Nasranî sembolizminin meydana getirdiği etkiden anlayabiliriz. Bu kuşak içinde Müslüman gibi avuçlarını gökyüzüne açarak değil de kilise ayinlerindeki gibi iki elini birleştirerek dua edenlere, dilek tutanlara şahit oluyoruz. Budist paganlarının ibadeti olan yoga ise resmen namazın yerine ikame edilmeye çalışılıyor. Satanist sembole bir örneği cezaevine girmeden kısa bir süre önce çocuklarımla birlikte izlediğim “fack frost” isimli animasyon filminden bir kareden verebilirim. Bir cenaze merasiminde zeminde kabalacıların/satanistlerin/masonların kullandığı 5 köşeli yıldızın her ucuna birer mum yakılmış bir sahne geniş perspektiften veriliyordu. İslamofobi mesajına örnek olarak “terörist Müslümanların” evlerine yapılan baskınlarda, tam da şiddet sahnelerinin ortasında “Lafzatullah” hatlı tabloların barizleştirilmesini verebiliriz. Amerikan hümanizmi(!) örnekleri ise azımsanmayacak kadar çoktur. “İyi niyetli, barış timsali Amerikan kahramanları” sivillere, kadın, yaşlı ve çocuklara zarar gelmesin diye kendilerini feda ederler.

Diyeceksiniz ki “biz bunları yemeyiz!” Haklısınız, bilinçli Müslüman bu mesajları yemez. Lakin Ümmet’in içinde bulunduğu çöküntü halinin temelinde zaten “bilinçsizlik” yatmıyor mu? Dava erlerinin görevi Ümmet’i bilinçlendirip O’nun fikrî düzeyini yükseltmektir.

Günümüz bilgi çağında bilinç kaymasının meydana getirdiği yarı-bilinçlilik hâlinin bizi nereye sürüklediğine dair üç örnek vereceğim.

Birincisi: Geçen ay kaybolup 30 saat sonra havuzda boğulmuş vaziyette bulunan masum bir çocuğun cenaze namazında toplumun “bilinçliler” sınıfından olan imam hitabetinde şöyle dedi: “O artık bir melek.” İslâm akidesinde buna yer yoktur. Çocuk masumdur, günahsızdır, doğru. Fakat ölünce metamorfoza/mutasyona uğrayıp melek olmaz. Melek nurdandır, insan topraktan, Âdem Aleyhi’s Selam’ın Cennet’te topraktan ilk yaratıldığı hammaddesi ebediyen aynı kalır. Reenkarnasyon ve Avatar inancı pagan, Hindu kültüründe mevcuttur.

İkincisi: Müslüman halkımızın içinden statü(!) sahibi bir ailenin, genç bir kızın uzuvlarını parçalayıp dağıtarak bir satanist ayin yapması gerçeği. İslâm dünyası dışında bu ve benzer haberleri duyuyorduk ama artık onlar içimizdeler.

Üçüncüsü: Meşhur bir tesettür giyim markamız Nisan ayında lansmanını yaptığı yeni ürününü tanıtırken “Modern trendleri takip eden ve kendine güvenen bir kadın markası oluşturduklarını” ifade ediyor. Yeni markanın logosuna bakarsanız. Markanın bir kısmındaki harflerden ikisini “RA” şeklinde barizleştirildiğini kolaylıkla fark edersiniz. Evet yani trend bu: “Kadim çağların, mitolojik tanrı ve tanrıçalarına özenti.”

 Bir zamanlar “sosyeteyi tesettüre büründürüyoruz”, “gençleri moda yoluyla tesettüre özendiriyoruz” diyerek sıkmabaş marifetleriyle övünen bir grup vardı. Şimdilerde medeniyet iddiasıyla ve “fetva veren kedicikleriyle” maruf ve meşhur oldular. İşte bu durum şer’î bir hükmü şer’î metot dışında bir yolla uygulama çabasının sonuçlarından birini daha ortaya koyuyor. Küçük bir sapma zamanla sapıtmaya kadar götürüyor. Bu türden algı sapması/saptırması örnekleri saymakla bitmez.

Bir de “Ana Haber” illüzyonu var ki haber veriyorum diyerek dünya haberleri nasıl saklanır/saptırılır konusunu sanat ve maharet haline getirmişler. Manipülasyon yoluyla kamuoyu oluşturulması istenilen algı çerçevesinde bazı haberler verilip bazıları hiç verilmez veya bir kısmı barizleştirilir, diğer bir kısmı kısa geçilir. Her yandaş/candaş kanal ve basın-yayın uzantısı medya holiganlığını “tarafsız ve ilkeli haber” sloganlarıyla kamufle etme çabasındadır. Farklı sesten ve renkten kalemleri/yüzleri ise sadece daha geniş bir kitleye hitap edebilmek için bulundururlar. Şok edici, aşırı hüzün ve nefret pompalayan tarzda haberler ile kontrastında/zıt kutbunda aşırı sevinç ve coşku uyandıran haberler peş peşe verilir. Böylece düşüncelerin, tefekkürün aklın devreye girmesi engellenerek sırf duygulara hitap eden, sadece hislerle algı oluşturmayı sağlayan bir sanat tarzı icat edildi. Bu sanatı illüzyon/göz boyamanın bir alt kategorisine dahil edebiliriz.

Bilinçaltının Hakikati

Şüphesiz ki insan zihni ve içgüdüleri üzerinde tefekkür etmeye “bilinçaltı” gibi gizli bölmelerle, “nefis” gibi mistik, batınî/ezoterik tanımlarla başlarsak gerçek vakıalarına/hakikatlerine yaklaşmaktan ziyade onlardan uzaklaşırız. Nefis insanın içgüdüleridir, az önce izah ettiğim gibi bunların olumlu tezahürleri terbiye etmektir. İnsanın nefsini öldürmesinin tek anlamı kişinin kendini öldürmesidir. Kur’an’ı Kerim’de “nefis” kişinin kendisi anlamından başka bir anlamda kullanılmamıştır.

“Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendilerimizi (nefislerimizi) ve kendilerinizi (nefislerinizi) çağıralım.” (Ali İmran 61)

Bilinçaltı denilen şeyin vakıası ise; insanın zihninde bulunan hatıraları, hafızası, hedefleri, özendiği davranışları, tavırları, idealleri, kendini özdeşleştirdiği kişiler/kişilikler, korkuları gibi duygu ve düşüncelerinden ibarettir. Bunların bir kısmına insan içgüdüsel eğilimlerle sahip olur, bir kısmını da bilgi, tecrübe ve görgüsü ile kazanır ve depolar. Kişi sahip olduğu “hayat hakkındaki mefhumlarına” göre harekete geçme esnasında bu fikir ve duyguları ya akıl süzgecinden geçirerek iradesiyle kullanır veya aklına sormadan iradesizce/insan dışı mahlûklar gibi davranış sergiler.

Çok önceleri seyrettiğim bir belgeselde filmin oyuncusu örümceklerden bahsediyordu. O zamanlar 3D teknolojisi ve “Crowd Effect” gibi bilgisayar efektleri çok gerçekçi olmadığı için film çekimlerinde mecburen gerçek hayvanlar ve böcekler kullanılıyordu. Gerekli hareketleri örümceklere yaptırmak veya gerekli yöne doğru hareket ettirebilmek işini nasıl başardıklarını anlatırken, örümceklerin doğasını öğrenerek istediklerini yaptırabildiklerini izah ediyordu. Örümceklerin her zaman sıcak ortama doğru hareket etme eğiliminde olduklarını, dolayısıyla gitmesini istedikleri yöndeki havayı bir aletle ısıtmak suretiyle örümcekleri yönlendirdiklerini uygulamalı olarak gösteriyordu. Bu örnekten de anlaşıldığı gibi hayvanlarda akıl/idrak olmadığı için doğrudan içgüdüleriyle hareket ederler. Aklı olup da kullanmayan insanın da bunlardan farkı yoktur.

Bazı olaylar ve tarihsel anılar “toplumsal bilinçaltı” denilen ama aslında “ortak hafıza” diyebileceğimiz, toplum kültüründe yer etmiş anı ve bilgilerdir. Bunların sebep ve saikleri zamanla unutturulmuştur belki ama davranışa etkisi baki kalmıştır. Bunu çocukluğumu geçirdiğim Fransa’da yaşadığım iki örnekle açıklayabilirim.

Birincisi: Herhangi bir şeyi göstermek için işaret parmağımı gökyüzüne doğru kaldırınca Fransız çocuklarının sık sık birbirlerini bundan sakındırdıklarına şahit oluyorduk. Sebebini sorduğumuzda kendileri de izah edemezlerdi ama dinî bir sebebi olduğunu ifade ederlerdi. Yıllar sonra tevhidî bilince ulaşınca fark ettim ki tevhidin sembolü olan gökyüzüne yükselmiş bir şehadet parmağından korkmak için kâfirlerin çok fazla tarihî sebepleri vardı. Ayrıca teslis akidesiyle taban tabana zıt bir sembol olması onu daha da sakıncalı kılıyordu.

İkincisi: Gerek tarih dersinde Fatih’in ortaçağı sona erdirip yeniçağı başlatmasından bahsederken olsun, gerekse bir Türk öğrenci başarılı bir iş yaptığında olsun Fransız öğretmenler “Türk gibi zeki” anlamında “Téte de Turc” (Türk kafası) derlerdi. Cesurca bir iş yapınca da “Fort comme un Turc” (Türk gibi güçlü) derlerdi. Bunları söylerken kastettikleri ulus anlamındaki Türk değildi elbette. Sözlüklerinde de yer etmiştir “Se faire Turc” (Kendini Türk yapmak/Türk olmak) deyiminin karşılığı “Müslüman olmaktır.” Fransızlar, genel olarak da tüm Avrupalılar Türk deyince Osmanlı evladını kastediyorlar. Osmanlı ise karakterini Kitab’ından, Ümmet’inden ve Hilâfet’inden alıyordu. Şimdiki hâlimizle bu üçünden de ne kadar uzağız. Bu iki örnek ve benzerleri toplumun müşterek hafızasıdır.

En Etkili Subliminâl Mesajlar: Tekbir Ve Tevhid

Dava adamının görevinin Ümmet’i bilinçlendirmek ve onun fikrî düzeyini yükseltmek olduğunu söylemiştik. Bunu yapabilmek için öncelikli olarak kendi kültürel düzeyini yükseltmeli ve aydın bir bakışa sahip olmalı ki Ümmet’in ufkunu genişletebilsin. Vizyon sahibi olmayan, icat edici olmayan taklitçi zihniyetin başkasına verebileceği bir şeyi yoktur. Eğer ideallerimizi, hedeflerimizi, ilhamımızı İslâm akidesinde ve İslâm kültüründen almazsak yerini gayri meşru idealler/idoller alır. Davranışlarımızın esasını teşkil eden kaideleri İslâmî kaideler haline getirmediğimiz sürece, yani akidemizi fikrî kaidemiz haline getirmediğimiz müddetçe ne kalkınmadan bahsedebiliriz ne de İslâmî şahsiyetten. İslâmî şahsiyet; düşünce tarzımız olan zihniyetimizden ve davranış tarzımız olan nefsiyetimizden meydana gelir.

Zihniyetin gıdası kültürlenme, nefsiyetin gıdası ise taatlerdir. Amellerimizi bir imani atmosfer içinde sürdürebilirsek işte o zaman sürekliliği yakalayabiliriz. Ama işitsel ve görsel çevremize, hafızamıza/zihnimize Allah’ın emrine uygun tarzda dekorasyon yapmazsak, Allah’ın boyası ile boyanmazsak yabancı/harici etkenlerin istilası altında yaşamaya mahkûm oluruz.

Algı saptırmasına/yönlendirmesine son bir örnek verip konuyu bağlayalım. Arap ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkeye sattığımız ve “Milli propaganda” aracımız haline gelmiş olan bir dizinin son bölümlerinde devlet politikaları paralelinde MİT’e misyon biçme yönünde yatırımlar yapılıyor. Önce MİT tırlarının durdurulması mizanseni, sonra da MİT’in “Siyah Sancaklar” sembolizmiyle dış görevlerinde kutsal amaçlar uğrunda ulvî görevlere hazırlandığı intibaı oluşturma çabaları… Bununla malum Hadis-i Şerif’e göndermede bulunuluyor; hani doğudan “siyah bayraklarla” çıkıp yönetim isteyecek, kendilerine istedikleri verilmeyecek, sonra Hilâfet Devlet’ini kurana kadar mücadeleye devam edecek olanları anlatan Hadis. Hâlbuki MİT’in ne tür işlerle uğraştığı herkesin malumudur.

Biraz ironi/telmih yaparak dosta-düşmana verilebilecek en iyi subliminâl mesajların hangileri olduğunu söyleyecek olursak, bana göre işitsel olarak tekbirdir. Görsel olarak da tevhid sancağı/râyesidir. Tabii ki bunlara subliminâl deyişimiz telmih maksatlı olup bu ikisiyle çevremizi bezemek ve imani atmosferi sağlamaktır maksadımız. Zira o tekbirdir ki düşmanın kalbine korku salar, dostun kalbine güven ve güç verir.

Tevhid sancağı Umm’ul Harb’dir ki, Müslümanların kalbine güç, içine huzur verir, kâfirlere ve avenelerine ise korku ve yılgınlık verir.

Bu ayki konumuzu akışına uygun olarak bitirelim;

Allahu Ekber! Allahu Ekber! Allahu Ekber!

 

 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz