El-Hamdulillahi
Rabb-il Âlemîn, e's Salatu ve's Selâmu Âlâ Seyyidinâ Muhammed ve Âlâ Âlihi ve
Sahbihi ecmin ve ba'd;
Gazze’de bir baba feryat
ediyor; “bizim çocuklarımız ölüyor, bu
gıda yardımlarını bize ne için gönderdiniz?” Evet, bu kısacık soru dahi Gazze’ye,
Filistin’e ve Suriye’ye gıdalarla dolu tırları değil orduları göndermemiz
gerektiğini anlatıyor. Ama İslâm Ümmetine bombalanan, talan edilen ve işgal edilen
İslâm beldelerine gıda, ilaç ve battaniye göndermesi gerektiği öğretildi.
Nerede bir zulüm olursa hemen diyanet ve histen amele geçmeyi alışkanlık haline
getiren kanaat önderleri Müslümanların kabaran duygularını yatıştırmak ve
gayretlerini boşa harcamak için devreye girip yardım kampanyaları başlattı.
Bugün itibariyle sadece diyanetin topladığı rakam kendi açıklamalarına göre 52
milyon 900 bin lira. Bunun karşılığı Gazze’de bilmem ne kadar fakir olması
gerekirdi ancak 2000 civarında kişi katledildi. Biz de aç ölmesinler diye bu
yardımları gönderdik, bir de bir gemi üzerine kurulmuş elektrik santrali
yakında Gazze’ye ulaşacakmış. Yani hem aç ölmesinler hem de karanlıkta ölmesinler…
Mazluma yardım etmek,
açları doyurmak ve elimizden gelen her türlü maddi imkânı kullanmak İslâmî bir
şeydir. Ancak her amel vakıaya mutabık bir şekilde yapılması gerekiyor. Nasıl
ki öğlen ezanı okununca akşam namazını kılmıyorsak, nasıl ki Ramazan ayı
gelince Şevval orucu tutmuyorsak bir İslâm beldesi işgal edilince de oraya
sadece gıda ve ilaç göndererek görevimizi yerine getirmiş olmayız. Dolayısıyla
ordular ile olmadıkça Gazze’nin kurtarılması mümkün değildir, devletimizin de İslâm
Hilâfet Devleti olmadıkça orduları harekete geçirmesi mümkün değildir.
Fikrî ve fıkhî bir konu
ortaya koyacak olmama rağmen kısaca bu siyasi açıklamaları neden yaptığım
sorulabilir. Bunun cevabı şudur; zaten taklit ve müçtehit değiştirmek gibi
yazdığım bu konu İslâmî hayatın başlaması gibi siyasi bir amaca binaendir.
Yoksa ne ben bir fakihim ne de fetvalar veren bir müftüyüm. Ancak ben İslâmî
hayatın başlatılması noktasında Müslümanların içerisine düştüğü hataları
bertaraf ederek birleşme ve aynı noktaya vurmaları için elimden geldiği kadar
bu konuyu açıklamaya çalışacağım.
Çünkü Müslümanlar
karşılaştıkları her hareketi akılla değerlendirip bunun şer’î yönünü ihmal
ederek bir takım yollara giriyorlar. Kimileri fıkıh, müçtehit ve mezhep gibi
kavramları kabul etmezken kimileri de kafasına göre müçtehit imamları taklit
ediyor. Dün ellerini göbek üstüne bağlayarak namaz kıldığını gördüğümüz bir
kişi bugün göğsüne bağlayarak namaz kılıyor. Cemaatle kılınan namazlarda
Fatiha’dan sonra sessizce “amin” denilirken bugün “amin” sesleri yükselmeye
başlıyor. Bunların hepsinin fıkıhta yeri olmasına rağmen dikkatsiz, düşüncesiz,
gençlik heyecanıyla ve bilgisizce yaptığımız bu değişiklikler ne yazık ki
Müslümanlardan farklılaşmaya çalıştığımız ve onlardan uzaklaştığımız gibi
algılanıyor ve en çok halk içerisine karışmamız gereken bizler kendi
ellerimizle halktan uzaklaşıyoruz.
Bunun içindir ki bir
mezhepten diğer mezhebe, bir müçtehitten başka bir müçtehide geçmenin vakıasını
ve şer’î yolunu anlatmaya çalışacağız. Taklidin vakıasını ve şer’î hükmünü 118.
sayımızda açıklamıştık. Bu nedenle konumuzun bu yönlerini geçerek bu makalemizi
önceki makalemize bina edeceğiz.
Öncelikle belirtmek
gerekir ki her amel insana yakışır bir şekilde amelî kaideye uygun yapılmalıdır.
Disiplinsiz ve amelî kaidenin dışında gelişigüzel ameller insana yakışmayan,
onun şeref ve konumunu düşüren bir şeydir. Onun için her Müslüman’ın bu kaideyi
bilip ona göre hareket etmesi elzemdir. Bu kaide ise esasen bilmesek bile her
zaman kendiliğinden gerçekleşen veya doğal olarak takip ettiğimiz bir yoldur.
Ancak bazen bunun dışında hareket edilebiliyor ki bu da onun bilinmediğinden
olsa gerek.
Ameli kaide; insanın ihtiyaçlarını karşılarken Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın yarattığı fıtrat
ve gayeye uygun hareket ettiği yoldur. Bunun açıklaması ise şöyledir: muhakkak
ki her amel bir ihtiyaca binaen yapılır ve insanın ihtiyaç hissetmeden amel
yapması abestir. Ki zaten insan bir ihtiyaç hissetmeksizin genelde amel yapmaz.
İnsanın her yaptığı amelde onu amele sevk eden bir ihtiyaç vardır. İçgüdü ve
uzvi hacetler bu ihtiyaçları oluşturur, insanı amele iterler. Acıkınca yer,
susayınca su içer vesaire. Fakat insanın direkt bu iticiden amele geçmesi onun
hayvanlık seviyesine düştüğünü gösterir. Çünkü histen direkt amele geçmek
hayvanların işidir ve bu onun için doğal olan bir şeydir. İnsan ise her ne
kadar his onun için tetikleyici olsa da histen amele değil de ameli nasıl
yapacağını tasarlayan fikre ve sahip olduğu bu
fikir çerçevesinde amele geçer. Çünkü insanın davranışları sahip olduğu
mefhumlara göredir ki mefhumlar fikirlerden meydana gelir. Dolayısıyla insan
önce ihtiyaç hisseder, bu ihtiyacını nasıl karşılayacağına dair bir fikir
edinir ve daha sonra amel yapar. Ayrıca yapmış olduğu bu amelden de ulaşmak
istediği bir gayesi olması gerekir. Nasıl ki histen direkt amele geçmesi insana
yakışmıyorsa amelden gözettiği bir gayesinin olmaması da o kadar abestir.
Kısaca ameli kaide; ilk olarak his (acıkma, susama gibi ihtiyaçlar), arkasından
sırasıyla fikir, amel ve gaye şeklinde birbiri ardına gelen hususlardır.
Müçtehit ve mezhep
değiştirmek de bir amel olduğuna göre bunun bu amelî kaide üzerine oturtulması gerekir.
Bunun yanı sıra Müslüman’ın kolaylık olsun diye yahut halktan farklılaşmak için
veya kafasına göre müçtehit/mezhep değiştirmesi caiz değildir. Bu ise ammî ve tâbi
mukallidi kapsadığı gibi, mutlak müçtehit, mezhep müçtehidi ve mesele müçtehidi
de dahil bütün müçtehitleri de kapsar. Çünkü Allahu Teâlâ bizden ne bir
mezhebe, ne bir imama ne de bir kişiye değil şer’î hükme bağlanmamızı
emretmiştir. Dolayısıyla bir kimse bir içtihada Allah’ın hükmü olarak
bağlandıktan sonra onu yine şer’î bir sebep olmadan değiştirmesi Allah’ın hükmü
dışında başka bir şeye bağlanması demek olur ki bunun caiz olduğunu kimse iddia
edemez.
Aşağıda bunun
detaylarını açıklayacağım ancak öncelikle şu hususun anlaşılması gerekir: Şer’î
hüküm bazen Kur’an ve Sünnet ile açıkça anlaşıldığı gibi bazen de ancak içtihat
yoluyla anlaşılır. Bu nedenledir ki bazı konularda içtihada mahal yoktur. Ki
böyle durumlarda bütün Müslümanların tek bir şey üzerinde birleşmesi vaciptir
ve böyle durumlarda içtihat ve taklit cereyan etmez. Mesela bazı itikadi
meseleler böyledir, namazın beş vakit oluşu, Ramazan orucu yahut Allah’ın
indirdikleri ile hükmedilmesi böyledir. Bu nedenle önceki makalemizde itikatta
taklit caiz değildir demiştik.
Şimdi gelelim
müçtehit/mezhep değiştirmenin detaylarına: Bu konunun anlaşılabilmesi için içtihada
mahal olan konularda bizim için Allah’ın hükmünün ne olduğunun açıklanması
gerekir. Bir müçtehit için içtihadi konularda Allah’ın hükmü –mutlak müçtehit,
mezhep müçtehidi ve mesele müçtehidi olsun fark etmez- içtihadının kendisini
ulaştırdığı ve zannının galip olduğu görüştür. Mademki müçtehit bu görüşe kendi
içtihadı ve zannı galibi ile ulaşmıştır, o takdirde bu görüş onun için Allah’ın
hükmüdür. Bu nedenle böyle bir müçtehidin kendi içtihadı dışında aynı meselede
başka bir müçtehidin içtihadını şer’î hüküm olarak benimseyip amel etmesi caiz
değildir. Ancak şer’î bir sebep olursa bu durumda başka görüşü alması caizdir. İslâm
uleması ise bu şer’î sebeplerin dört husus olduğunda hemfikir olmuştur ki başka
şekilde caiz değildir.
Konumuz bu olmadığı için
bu sebepleri kısaca açıklayarak yetineceğim. Birincisi; kendisi dışındaki bir
müçtehidin daha kuvvetli bir delilinin bulunduğu kendisine ulaşır ve onun
delilinin daha kuvvetli olduğunu anlarsa. Bu durumda kendi içtihadını terk edip
diğer içtihadı alması vaciptir. İkincisi; kendisi dışındaki bir müçtehidin
içtihada konu olan vakıaya daha muttali olduğu veya delilleri anlamada daha
muktedir olduğu ya da delil ile vakıa arasında bağlantı kurmada daha ehil
olduğu kendisine zahir olursa. Bu durumda kendi içtihadını terk edip diğer
içtihadı alması vacip değil caizdir. Üçüncüsü; bir maslahata binaen
Müslümanların üzerinde birleştirilmesi istenilen bir görüş olduğunda. Bu
durumda da kendi içtihadını terk edip birleşilmesi istenen içtihadı alması
vacip değil caizdir. Dördüncüsü; mevcut olan bir Halife müçtehidin içtihadına
muhalif bir içtihadı benimseyip kanun haline getirdiğinde. Bu durumda müçtehit
kendi içtihadını görüş olarak terk etmez ancak kendi görüşü ile amel etmeyi
terk edip Halife’nin kanunlaştırdığı görüş ile amel etmesi vaciptir.
Müçtehidin içtihat
etmediği meseledeki duruma gelince; bu konuda başka bir müçtehidi taklit etmesi
caizdir. Çünkü her meselede içtihat etmesi kendisine vacip değildir. Dolayısıyla
böyle meselelerde bir başka müçtehide uyar. Uymuş olduğu bu görüşü ise aşağıda
anlatacağımız mukallidin müçtehit değiştirme keyfiyeti ve kendisinin o meseleye
içtihat etmesi dışında değiştirmesi caiz değildir. Çünkü bu durumda o bu konuda
mukallit sayılır.
Mukallidin
müçtehit/mezhep/değiştirmesine gelince; bilindiği gibi mukallit iki kısımdır.
Birincisi; muttebi, muteber içtihat ilimlerinden bazılarını kendisinde
toplayandır. Dolayısıyla müçtehidi delilini tanıyıp delilin kuvvetine binaen
taklit eder. Dolayısıyla muttebi için Allah’ın hükmü delilini tanıyarak tâbi
olduğu müçtehidin içtihadıdır. Diğer içtihadın delillerinin daha güçlü olduğunu
kavramadıkça ve yukarıda anlatılan müçtehidin içtihadını terk etmesinin caiz
olduğu dört şer’î sebebin bulunması dışında taklit ettiği içtihadı değiştirmesi
caiz değildir. Ancak muttebi için yukarıdaki dört şer’î sebepten ikincisi
taklit ettiği içtihadı değiştirmesi için geçerli değildir. Çünkü muttebinin
durumu müçtehitlerin vakıayı ve delilleri anlamada ya da delil ile vakıa
arasında bağlantı kurmada hangisinin daha ehil olduğunu anlamaya yeterli
değildir. Öyle olsaydı muttebinin müçtehit olması gerekirdi.
İkincisi; ammi,
müçtehidi delilini bilmeksizin taklit eden ve muteber ilimlerden bazılarını
kendisinde toplamamış olandır. Müçtehidin hangi delile dayandığını bilmesi
ammiyi muttebi yapmaz. Çünkü mesele delili bilmek değil hangi delilin daha
kuvvetli olduğunu kavramaktır. Buna göre taklit ettiği müçtehidin içtihadı ammi
için Allah’ın hükmüdür. Dolayısıyla müçtehidin içtihadını değiştirmesinin caiz
olduğu yukarıdaki üçüncü ve dördüncü durum ve kendisinin muttebi konumuna
gelmesi müstesna taklit ettiği içtihadı değiştirmesi caiz değildir. Ayrıca ammi
muttebi konumuna yükselse bile yukarıda belirtilen ölçüler dâhilinden başka
taklit ettiği içtihadı değiştiremez. Delilin kuvvetine binaen ve güvene dayalı
bir geçiş ammi için söz konusu değildir. Çünkü ammi hem delilin kuvvetini
kavrayacak güçte değildir hem de müçtehidin ilim seviyesini ölçecek durumda
değildir ki güvene dayalı geçiş yapsın. Burada gençler arasında yanlış
anlaşılan bir mesele var ki o da güven konusudur. Gençler güvene dayalı geçişi
kişilerin güvenilir olma durumuyla karıştırıyorlar. Hâlbuki burada güvenden
kastedilen müçtehidin vakıaya daha muttali olmasında, delilleri anlamada daha
muktedir olmasında ve delil ile vakıayı daha dakik rabt etmesinde bir
müçtehidin diğer bir müçtehide güvenmesidir. Yani mesele kişisel güvenilirlik
değil, ilimsel güvenilirliktir. Zira kişisel olarak güvenilir olmayandan şer’î
hükmü almak zaten caiz değildir.
Mukallidin her meselede
ayrı-ayrı müçtehitleri taklit etmesi de caizdir. İlk evvela hangi içtihadı
öğrenip onunla amel ederse kendisi için Allah’ın hükmü o olur. Ancak burada
dikkat edilmesi gereken bir mesele vardır. Bir meselede başka müçtehidi başka
bir meselede başka bir müçtehidi taklit edebilmesi için meselelerin birbiriyle
alakasız olması gerekir. Bir konuda bir müçtehidi taklit ederse taklit ettiği
meseleyle alakalı bütün meseleleri aynı müçtehitten alması gerekir. Çünkü bütün
bu meseleler tek mesele sayılır. Bilfarz yaralar üzerine mesh etmek, meshler
üzerine mesh etmek, seferilik, teyemmüm, abdest ve gusül gibi konuların hepsi
namazla alakalıdır. Mesela talak, velayet, kefaret ve nesep gibi konular
nikâhla alakalı konulardır. Dolayısıyla böyle konularda hepsini aynı
müçtehitten almak gerekir. Çünkü aksini yapmak aynı meselede iki ayrı içtihadı
almak demek olur ki bu Allah’ın hükmünün senin için birden fazla olduğu
anlamına gelir. Bu ise bâtıldır, ne kadar mezhep ve müçtehit olursa olsun senin
için Allah’ın hükmü tektir. Bu durum diğer mezhep ve içtihatların hak oluşuyla ilgili
değil benimsemeyle ilgilidir.
Muttebinin kendisine bir
mezhep tayin edip kendisini o mezhebe nispet ettiğinde ise mezhebinde her
meselenin çözümü oldukça ve o bu görüşleri öğrenip bir kez amel ettikten sonra
mezhebinin dışına çıkamaz. Şer’î bir sebep olmadıkça ve kendisi ammilikten
muttebiliğe, muttebilikten müçtehitliğe yükselmedikçe bu böyledir. Günümüzde
Hanefi, Şafi ve diğer mezheplerin yani benimsemiş olduğumuz mezheplerin
müçtehit imamları olmadığı için bu mezheplerin çözümleyemediği yeni sorunlar
vardır. Böyle durumlarda varsa mezhep dışında bir müçtehide tâbi olmakta hiçbir
mümanaat yoktur. Çünkü içtihat ile olmadıkça şer’î hüküm anlaşılamaz.
Sanırım geriye tek bir
mesele kaldı. Bazıları kendi benimsemiş olduğu mezhepte bir meselenin hükmü
olduğu halde başka bir içtihada uyuyorlar ve bu durumda meseleyi anlayamayan
diğer bazıları da soruyorlar. Nitekim bu makaleye müsteniden de doğal olarak
sorabilirler; “hocam hem benimsediğin
mezhebin görüşü varsa o konuda başka görüşü almak caiz değil diyorsun, hem de
bu kişiler mezheplerinin görüşü olduğu halde başka görüşe uyuyorlar.” Burada
kastedilen İslâmî hayatı başlatmak için çalışanların birlikte hareket ettikleri
oluşumun görüşlerini alıp amel etmesidir. Bunun dışındakiler bizim konumuz
dâhilinde değildir. Bu durumu da açıklayıp makalemizi sonlandıracağız
inşaAllah.
Behemehâl günümüzde İslâm
hayattan ayrılmış ve küfür hükümleri üzerimize uygulanır olmuştur. Böyle bir
durumda her Müslüman’a İslâmî hayatı başlatmak, İslâm hükümlerini bir devlet
eliyle üzerimize uygulanır hale getirmek için sahih İslâmî bir partiyle
çalışmak vaciptir. Bu sahih parti ise İslâm’ı bir ideoloji olarak topluma arz
etmek durumundadır. Dolayısıyla gerek ekonomi gerek kadın-erkek ilişkileri
gerek yönetim ve gerekse diğer sosyal hayata dair şer’î hükümler benimsemek durumunda.
İşte böyle İslâmî hayatı başlatmak için çalışan bir parti kendisiyle çalışmak
isteyenlere benimsemiş olduğu şer’î hükümleri benimseme şartı koşarsa bu
durumda kişi iki farz arasında kalır. Birincisi;
İslâmî hayatı başlatmak için sahih İslâmî bir partiyle çalışma farzı. İkincisi;
önceki benimsediği şer’î hükmü devam ettirme farzı. İslâmî hayatı başlatmak
için sahih bir partiyle çalışma farzı daha öncelikli olduğundan ister müçtehit
olsun ister mukallit daha önce benimsediği görüşü terk edip şart koşulan şer’î
hükmü alıp benimsemesi caizdir. Ancak partinin ortaya koyduğu her hükmü
benimsemenin dışında gelişigüzel alıp amel etmek doğru değildir. Unutmayın her
amel bir gaye uğrunda olur…
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış