TAKLİT/MÜÇTEHİT DEĞİŞTİRMEK

Murat Savaş

El-Hamdulillahi Rabb-il Âlemîn, e's Salatu ve's Selâmu Âlâ Seyyidinâ Muhammed ve Âlâ Âlihi ve Sahbihi ecmin ve ba'd;

Gazze’de bir baba feryat ediyor; “bizim çocuklarımız ölüyor, bu gıda yardımlarını bize ne için gönderdiniz?” Evet, bu kısacık soru dahi Gazze’ye, Filistin’e ve Suriye’ye gıdalarla dolu tırları değil orduları göndermemiz gerektiğini anlatıyor. Ama İslâm Ümmetine bombalanan, talan edilen ve işgal edilen İslâm beldelerine gıda, ilaç ve battaniye göndermesi gerektiği öğretildi. Nerede bir zulüm olursa hemen diyanet ve histen amele geçmeyi alışkanlık haline getiren kanaat önderleri Müslümanların kabaran duygularını yatıştırmak ve gayretlerini boşa harcamak için devreye girip yardım kampanyaları başlattı. Bugün itibariyle sadece diyanetin topladığı rakam kendi açıklamalarına göre 52 milyon 900 bin lira. Bunun karşılığı Gazze’de bilmem ne kadar fakir olması gerekirdi ancak 2000 civarında kişi katledildi. Biz de aç ölmesinler diye bu yardımları gönderdik, bir de bir gemi üzerine kurulmuş elektrik santrali yakında Gazze’ye ulaşacakmış. Yani hem aç ölmesinler hem de karanlıkta ölmesinler…

Mazluma yardım etmek, açları doyurmak ve elimizden gelen her türlü maddi imkânı kullanmak İslâmî bir şeydir. Ancak her amel vakıaya mutabık bir şekilde yapılması gerekiyor. Nasıl ki öğlen ezanı okununca akşam namazını kılmıyorsak, nasıl ki Ramazan ayı gelince Şevval orucu tutmuyorsak bir İslâm beldesi işgal edilince de oraya sadece gıda ve ilaç göndererek görevimizi yerine getirmiş olmayız. Dolayısıyla ordular ile olmadıkça Gazze’nin kurtarılması mümkün değildir, devletimizin de İslâm Hilâfet Devleti olmadıkça orduları harekete geçirmesi mümkün değildir.

Fikrî ve fıkhî bir konu ortaya koyacak olmama rağmen kısaca bu siyasi açıklamaları neden yaptığım sorulabilir. Bunun cevabı şudur; zaten taklit ve müçtehit değiştirmek gibi yazdığım bu konu İslâmî hayatın başlaması gibi siyasi bir amaca binaendir. Yoksa ne ben bir fakihim ne de fetvalar veren bir müftüyüm. Ancak ben İslâmî hayatın başlatılması noktasında Müslümanların içerisine düştüğü hataları bertaraf ederek birleşme ve aynı noktaya vurmaları için elimden geldiği kadar bu konuyu açıklamaya çalışacağım.

Çünkü Müslümanlar karşılaştıkları her hareketi akılla değerlendirip bunun şer’î yönünü ihmal ederek bir takım yollara giriyorlar. Kimileri fıkıh, müçtehit ve mezhep gibi kavramları kabul etmezken kimileri de kafasına göre müçtehit imamları taklit ediyor. Dün ellerini göbek üstüne bağlayarak namaz kıldığını gördüğümüz bir kişi bugün göğsüne bağlayarak namaz kılıyor. Cemaatle kılınan namazlarda Fatiha’dan sonra sessizce “amin” denilirken bugün “amin” sesleri yükselmeye başlıyor. Bunların hepsinin fıkıhta yeri olmasına rağmen dikkatsiz, düşüncesiz, gençlik heyecanıyla ve bilgisizce yaptığımız bu değişiklikler ne yazık ki Müslümanlardan farklılaşmaya çalıştığımız ve onlardan uzaklaştığımız gibi algılanıyor ve en çok halk içerisine karışmamız gereken bizler kendi ellerimizle halktan uzaklaşıyoruz.

Bunun içindir ki bir mezhepten diğer mezhebe, bir müçtehitten başka bir müçtehide geçmenin vakıasını ve şer’î yolunu anlatmaya çalışacağız. Taklidin vakıasını ve şer’î hükmünü 118. sayımızda açıklamıştık. Bu nedenle konumuzun bu yönlerini geçerek bu makalemizi önceki makalemize bina edeceğiz.

Öncelikle belirtmek gerekir ki her amel insana yakışır bir şekilde amelî kaideye uygun yapılmalıdır. Disiplinsiz ve amelî kaidenin dışında gelişigüzel ameller insana yakışmayan, onun şeref ve konumunu düşüren bir şeydir. Onun için her Müslüman’ın bu kaideyi bilip ona göre hareket etmesi elzemdir. Bu kaide ise esasen bilmesek bile her zaman kendiliğinden gerçekleşen veya doğal olarak takip ettiğimiz bir yoldur. Ancak bazen bunun dışında hareket edilebiliyor ki bu da onun bilinmediğinden olsa gerek.

Ameli kaide; insanın ihtiyaçlarını karşılarken Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın yarattığı fıtrat ve gayeye uygun hareket ettiği yoldur. Bunun açıklaması ise şöyledir: muhakkak ki her amel bir ihtiyaca binaen yapılır ve insanın ihtiyaç hissetmeden amel yapması abestir. Ki zaten insan bir ihtiyaç hissetmeksizin genelde amel yapmaz. İnsanın her yaptığı amelde onu amele sevk eden bir ihtiyaç vardır. İçgüdü ve uzvi hacetler bu ihtiyaçları oluşturur, insanı amele iterler. Acıkınca yer, susayınca su içer vesaire. Fakat insanın direkt bu iticiden amele geçmesi onun hayvanlık seviyesine düştüğünü gösterir. Çünkü histen direkt amele geçmek hayvanların işidir ve bu onun için doğal olan bir şeydir. İnsan ise her ne kadar his onun için tetikleyici olsa da histen amele değil de ameli nasıl yapacağını tasarlayan fikre ve sahip olduğu bu fikir çerçevesinde amele geçer. Çünkü insanın davranışları sahip olduğu mefhumlara göredir ki mefhumlar fikirlerden meydana gelir. Dolayısıyla insan önce ihtiyaç hisseder, bu ihtiyacını nasıl karşılayacağına dair bir fikir edinir ve daha sonra amel yapar. Ayrıca yapmış olduğu bu amelden de ulaşmak istediği bir gayesi olması gerekir. Nasıl ki histen direkt amele geçmesi insana yakışmıyorsa amelden gözettiği bir gayesinin olmaması da o kadar abestir. Kısaca ameli kaide; ilk olarak his (acıkma, susama gibi ihtiyaçlar), arkasından sırasıyla fikir, amel ve gaye şeklinde birbiri ardına gelen hususlardır.

Müçtehit ve mezhep değiştirmek de bir amel olduğuna göre bunun bu amelî kaide üzerine oturtulması gerekir. Bunun yanı sıra Müslüman’ın kolaylık olsun diye yahut halktan farklılaşmak için veya kafasına göre müçtehit/mezhep değiştirmesi caiz değildir. Bu ise ammî ve tâbi mukallidi kapsadığı gibi, mutlak müçtehit, mezhep müçtehidi ve mesele müçtehidi de dahil bütün müçtehitleri de kapsar. Çünkü Allahu Teâlâ bizden ne bir mezhebe, ne bir imama ne de bir kişiye değil şer’î hükme bağlanmamızı emretmiştir. Dolayısıyla bir kimse bir içtihada Allah’ın hükmü olarak bağlandıktan sonra onu yine şer’î bir sebep olmadan değiştirmesi Allah’ın hükmü dışında başka bir şeye bağlanması demek olur ki bunun caiz olduğunu kimse iddia edemez.

Aşağıda bunun detaylarını açıklayacağım ancak öncelikle şu hususun anlaşılması gerekir: Şer’î hüküm bazen Kur’an ve Sünnet ile açıkça anlaşıldığı gibi bazen de ancak içtihat yoluyla anlaşılır. Bu nedenledir ki bazı konularda içtihada mahal yoktur. Ki böyle durumlarda bütün Müslümanların tek bir şey üzerinde birleşmesi vaciptir ve böyle durumlarda içtihat ve taklit cereyan etmez. Mesela bazı itikadi meseleler böyledir, namazın beş vakit oluşu, Ramazan orucu yahut Allah’ın indirdikleri ile hükmedilmesi böyledir. Bu nedenle önceki makalemizde itikatta taklit caiz değildir demiştik.

Şimdi gelelim müçtehit/mezhep değiştirmenin detaylarına: Bu konunun anlaşılabilmesi için içtihada mahal olan konularda bizim için Allah’ın hükmünün ne olduğunun açıklanması gerekir. Bir müçtehit için içtihadi konularda Allah’ın hükmü –mutlak müçtehit, mezhep müçtehidi ve mesele müçtehidi olsun fark etmez- içtihadının kendisini ulaştırdığı ve zannının galip olduğu görüştür. Mademki müçtehit bu görüşe kendi içtihadı ve zannı galibi ile ulaşmıştır, o takdirde bu görüş onun için Allah’ın hükmüdür. Bu nedenle böyle bir müçtehidin kendi içtihadı dışında aynı meselede başka bir müçtehidin içtihadını şer’î hüküm olarak benimseyip amel etmesi caiz değildir. Ancak şer’î bir sebep olursa bu durumda başka görüşü alması caizdir. İslâm uleması ise bu şer’î sebeplerin dört husus olduğunda hemfikir olmuştur ki başka şekilde caiz değildir.

Konumuz bu olmadığı için bu sebepleri kısaca açıklayarak yetineceğim. Birincisi; kendisi dışındaki bir müçtehidin daha kuvvetli bir delilinin bulunduğu kendisine ulaşır ve onun delilinin daha kuvvetli olduğunu anlarsa. Bu durumda kendi içtihadını terk edip diğer içtihadı alması vaciptir. İkincisi; kendisi dışındaki bir müçtehidin içtihada konu olan vakıaya daha muttali olduğu veya delilleri anlamada daha muktedir olduğu ya da delil ile vakıa arasında bağlantı kurmada daha ehil olduğu kendisine zahir olursa. Bu durumda kendi içtihadını terk edip diğer içtihadı alması vacip değil caizdir. Üçüncüsü; bir maslahata binaen Müslümanların üzerinde birleştirilmesi istenilen bir görüş olduğunda. Bu durumda da kendi içtihadını terk edip birleşilmesi istenen içtihadı alması vacip değil caizdir. Dördüncüsü; mevcut olan bir Halife müçtehidin içtihadına muhalif bir içtihadı benimseyip kanun haline getirdiğinde. Bu durumda müçtehit kendi içtihadını görüş olarak terk etmez ancak kendi görüşü ile amel etmeyi terk edip Halife’nin kanunlaştırdığı görüş ile amel etmesi vaciptir.

Müçtehidin içtihat etmediği meseledeki duruma gelince; bu konuda başka bir müçtehidi taklit etmesi caizdir. Çünkü her meselede içtihat etmesi kendisine vacip değildir. Dolayısıyla böyle meselelerde bir başka müçtehide uyar. Uymuş olduğu bu görüşü ise aşağıda anlatacağımız mukallidin müçtehit değiştirme keyfiyeti ve kendisinin o meseleye içtihat etmesi dışında değiştirmesi caiz değildir. Çünkü bu durumda o bu konuda mukallit sayılır.

Mukallidin müçtehit/mezhep/değiştirmesine gelince; bilindiği gibi mukallit iki kısımdır. Birincisi; muttebi, muteber içtihat ilimlerinden bazılarını kendisinde toplayandır. Dolayısıyla müçtehidi delilini tanıyıp delilin kuvvetine binaen taklit eder. Dolayısıyla muttebi için Allah’ın hükmü delilini tanıyarak tâbi olduğu müçtehidin içtihadıdır. Diğer içtihadın delillerinin daha güçlü olduğunu kavramadıkça ve yukarıda anlatılan müçtehidin içtihadını terk etmesinin caiz olduğu dört şer’î sebebin bulunması dışında taklit ettiği içtihadı değiştirmesi caiz değildir. Ancak muttebi için yukarıdaki dört şer’î sebepten ikincisi taklit ettiği içtihadı değiştirmesi için geçerli değildir. Çünkü muttebinin durumu müçtehitlerin vakıayı ve delilleri anlamada ya da delil ile vakıa arasında bağlantı kurmada hangisinin daha ehil olduğunu anlamaya yeterli değildir. Öyle olsaydı muttebinin müçtehit olması gerekirdi.

İkincisi; ammi, müçtehidi delilini bilmeksizin taklit eden ve muteber ilimlerden bazılarını kendisinde toplamamış olandır. Müçtehidin hangi delile dayandığını bilmesi ammiyi muttebi yapmaz. Çünkü mesele delili bilmek değil hangi delilin daha kuvvetli olduğunu kavramaktır. Buna göre taklit ettiği müçtehidin içtihadı ammi için Allah’ın hükmüdür. Dolayısıyla müçtehidin içtihadını değiştirmesinin caiz olduğu yukarıdaki üçüncü ve dördüncü durum ve kendisinin muttebi konumuna gelmesi müstesna taklit ettiği içtihadı değiştirmesi caiz değildir. Ayrıca ammi muttebi konumuna yükselse bile yukarıda belirtilen ölçüler dâhilinden başka taklit ettiği içtihadı değiştiremez. Delilin kuvvetine binaen ve güvene dayalı bir geçiş ammi için söz konusu değildir. Çünkü ammi hem delilin kuvvetini kavrayacak güçte değildir hem de müçtehidin ilim seviyesini ölçecek durumda değildir ki güvene dayalı geçiş yapsın. Burada gençler arasında yanlış anlaşılan bir mesele var ki o da güven konusudur. Gençler güvene dayalı geçişi kişilerin güvenilir olma durumuyla karıştırıyorlar. Hâlbuki burada güvenden kastedilen müçtehidin vakıaya daha muttali olmasında, delilleri anlamada daha muktedir olmasında ve delil ile vakıayı daha dakik rabt etmesinde bir müçtehidin diğer bir müçtehide güvenmesidir. Yani mesele kişisel güvenilirlik değil, ilimsel güvenilirliktir. Zira kişisel olarak güvenilir olmayandan şer’î hükmü almak zaten caiz değildir.

Mukallidin her meselede ayrı-ayrı müçtehitleri taklit etmesi de caizdir. İlk evvela hangi içtihadı öğrenip onunla amel ederse kendisi için Allah’ın hükmü o olur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir mesele vardır. Bir meselede başka müçtehidi başka bir meselede başka bir müçtehidi taklit edebilmesi için meselelerin birbiriyle alakasız olması gerekir. Bir konuda bir müçtehidi taklit ederse taklit ettiği meseleyle alakalı bütün meseleleri aynı müçtehitten alması gerekir. Çünkü bütün bu meseleler tek mesele sayılır. Bilfarz yaralar üzerine mesh etmek, meshler üzerine mesh etmek, seferilik, teyemmüm, abdest ve gusül gibi konuların hepsi namazla alakalıdır. Mesela talak, velayet, kefaret ve nesep gibi konular nikâhla alakalı konulardır. Dolayısıyla böyle konularda hepsini aynı müçtehitten almak gerekir. Çünkü aksini yapmak aynı meselede iki ayrı içtihadı almak demek olur ki bu Allah’ın hükmünün senin için birden fazla olduğu anlamına gelir. Bu ise bâtıldır, ne kadar mezhep ve müçtehit olursa olsun senin için Allah’ın hükmü tektir. Bu durum diğer mezhep ve içtihatların hak oluşuyla ilgili değil benimsemeyle ilgilidir.

Muttebinin kendisine bir mezhep tayin edip kendisini o mezhebe nispet ettiğinde ise mezhebinde her meselenin çözümü oldukça ve o bu görüşleri öğrenip bir kez amel ettikten sonra mezhebinin dışına çıkamaz. Şer’î bir sebep olmadıkça ve kendisi ammilikten muttebiliğe, muttebilikten müçtehitliğe yükselmedikçe bu böyledir. Günümüzde Hanefi, Şafi ve diğer mezheplerin yani benimsemiş olduğumuz mezheplerin müçtehit imamları olmadığı için bu mezheplerin çözümleyemediği yeni sorunlar vardır. Böyle durumlarda varsa mezhep dışında bir müçtehide tâbi olmakta hiçbir mümanaat yoktur. Çünkü içtihat ile olmadıkça şer’î hüküm anlaşılamaz.

Sanırım geriye tek bir mesele kaldı. Bazıları kendi benimsemiş olduğu mezhepte bir meselenin hükmü olduğu halde başka bir içtihada uyuyorlar ve bu durumda meseleyi anlayamayan diğer bazıları da soruyorlar. Nitekim bu makaleye müsteniden de doğal olarak sorabilirler; “hocam hem benimsediğin mezhebin görüşü varsa o konuda başka görüşü almak caiz değil diyorsun, hem de bu kişiler mezheplerinin görüşü olduğu halde başka görüşe uyuyorlar.” Burada kastedilen İslâmî hayatı başlatmak için çalışanların birlikte hareket ettikleri oluşumun görüşlerini alıp amel etmesidir. Bunun dışındakiler bizim konumuz dâhilinde değildir. Bu durumu da açıklayıp makalemizi sonlandıracağız inşaAllah.

Behemehâl günümüzde İslâm hayattan ayrılmış ve küfür hükümleri üzerimize uygulanır olmuştur. Böyle bir durumda her Müslüman’a İslâmî hayatı başlatmak, İslâm hükümlerini bir devlet eliyle üzerimize uygulanır hale getirmek için sahih İslâmî bir partiyle çalışmak vaciptir. Bu sahih parti ise İslâm’ı bir ideoloji olarak topluma arz etmek durumundadır. Dolayısıyla gerek ekonomi gerek kadın-erkek ilişkileri gerek yönetim ve gerekse diğer sosyal hayata dair şer’î hükümler benimsemek durumunda. İşte böyle İslâmî hayatı başlatmak için çalışan bir parti kendisiyle çalışmak isteyenlere benimsemiş olduğu şer’î hükümleri benimseme şartı koşarsa bu durumda kişi iki farz arasında kalır. Birincisi; İslâmî hayatı başlatmak için sahih İslâmî bir partiyle çalışma farzı. İkincisi; önceki benimsediği şer’î hükmü devam ettirme farzı. İslâmî hayatı başlatmak için sahih bir partiyle çalışma farzı daha öncelikli olduğundan ister müçtehit olsun ister mukallit daha önce benimsediği görüşü terk edip şart koşulan şer’î hükmü alıp benimsemesi caizdir. Ancak partinin ortaya koyduğu her hükmü benimsemenin dışında gelişigüzel alıp amel etmek doğru değildir. Unutmayın her amel bir gaye uğrunda olur…

 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz