Yüz yılı aşkın bir
süredir Filistin’de yaşadığımız işgalci “İsrail” sorunu, 1916’da Sykes-Picot Antlaşması
ile Osmanlı’yı parçalayan İngilizlerin var ettiği bir sorundur.
Bu sorunun temel
nedeni, sömürgeci kâfir İngilizlerde Müslümanlara, İslâm’a ve Hilâfet’e yönelik
var olan büyük Haçlı düşmanlığıdır.
İngilizler, Müslüman
halkların yeniden Hilâfet çatısı altında birleşerek kendileri için ölümcül bir
tehdide dönüşmelerini engellemek amacıyla, Ortadoğu’da sürekli çatışma, kriz,
kaos ve gerilim üretmesi için Yahudi varlığını Müslümanların kalbine bir hançer
gibi saplamışlardır. İngilizlerin var ettiği, daha sonra Amerika ve diğer Batı
ülkelerinin desteklediği, halkları Müslüman ülke yöneticilerinin ihanetleriyle
koruyup büyüttükleri Filistin’deki Yahudi varlığı sorunu, günümüze kadar
Müslümanları çok fazlaca meşgul eden can yakıcı sorunların en önemlilerinden
biri olarak varlığını sürdürmüştür.
Batılı toplumlar
tarafından kabul görmeyen, sürekli kovulan, dışlanıp aşağılanan ve kendi
yurtları olmayan Yahudilerin, kendilerine Tevrat’ta vaat edilen “Arz-ı Mevud”
topraklarında bir yurt edinme istekleri, İngilizlerin Ortadoğu planları için
kullandıkları elverişli bir araç olmuştur.
Teodor Herlz,
Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasını 1895 yılında yayınladığı “Yahudi
Devleti” isimli kitabında öneren ve Siyonizmin siyasi yönünü ortaya koyan ilk
Yahudi’dir. Teodor Herlz’in öncülüğünde 1897 yılında ilk Dünya Siyonist Kongresi
yapılmış ve bu kongrede Yahudilerin Filistin’de bir devlet kurmasına yönelik
karar alınmıştır. Bu karar çerçevesinde, Avrupa hükümetleri ile görüşerek
Filistin’de devlet kurma hakkı için diplomatik yollardan mücadele edilmesi ile
Yahudilerin Filistin’e dönerek Filistin’de kolonizasyona devam edilmesi
görüşleri benimsenmiştir.
Teodor Herlz ayrıca
Osmanlı Halifesi Sultan Abdülhamid’den Osmanlı’nın bütün borçlarını ödeme
karşılığında kendilerine Filistin’de bir yurt vermesini de talep etmiştir. Bu
talep karşısında Sultan Abdülhamid, tarihe geçen şu meşhur cevabı vermiştir: “Filistin
benim şahsıma ait değildir, Filistin bütün Müslümanlara aittir. Filistin’den
size bir karış toprak vermek dahi, bana vücudumun lime lime edilmesinden ağır
gelir.”
Osmanlı’dan ümidini
kesen Yahudilerin, Avrupalı devletler, özellikle de İngilizler nezdinde yapmış
oldukları girişimler ve İngilizlerin Ortadoğu planları çerçevesinde Yahudileri
kullanma düşüncesini birleştiren Balfour Deklarasyonu, 1917 tarihinde
yayımlanmıştır. Bu deklarasyon ile, İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, Yahudi
halkının Filistin’de bir devlet kurmasını destekleyeceğini açıklamış ve bu
deklarasyon ile İngiltere, Filistin’de kurulacak olan Yahudi devletinin
hamiliğini üstlenmiştir. Diğer Batılı devletler tarafından da desteklenen bu
deklarasyon ile gerçekte, Filistin’de gasıp Yahudi varlığı sorununun temeli
atılmıştır.
Balfour Deklarasyonundan
kısa bir süre sonra 1917 yılının sonlarına doğru Kudüs’ün Lord Allenby
komutasındaki İngiliz kuvvetleri tarafından işgal edilmesiyle Filistin’deki
Osmanlı yönetimi sona ermiştir. Lord Allenby, Kudüs’ü işgal etikten sonra -İngilizlerin
Müslümanlara yönelik büyük Haçlı düşmanlığının bir yansıması olarak- Selahaddin
Eyyubi’nin mezarına gitmiş, “Dinle Selahaddin! Biz geri döndük.” diyerek
mezarı tekmelemiş ve “İşte şimdi Haçlı savaşları sona ermiştir!”
ifadesini kullanmıştır.
Filistin’de 1917
yılında fiilen başlayan İngiliz yönetimi, 25 Nisan 1920’de yapılan San Remo
Konferansıyla İngiliz Mandası altına alınmış, 1922 yılında da Milletler
Cemiyeti kararı ile Filistin’de İngiliz Manda yönetimi resmiyet kazanmıştır.
1920 yılında Filistin’de
kurulan İngiliz mandası sonrasında Filistin’e başlayan Yahudi göçüyle
Filistin’deki Yahudi nüfusu hızlıca artmaya başlamıştır. Manda rejiminde önemli
kademelere Yahudilerin getirilmesi, Filistin toprakları üzerinde yerleşimler,
nüfus, toprak paylaşımı gibi konularda önemli değişikliklere neden olmuştur.
İngiltere 1920-1947
arasındaki yönetimiyle, ülkedeki Yahudi nüfusunu 7 kat artırarak Filistin’de
1920 yılında %10 olan Yahudi nüfusunun %35 oranına kadar yükselmesini, ayrıca
Yahudilerin Filistin’de sahip oldukları toprak parçası oranının da %3’ten %7’ye
kadar artmasını sağlamıştır.
İngiltere’nin 2 Nisan
1947 yılında Birleşmiş Milletlere başvurusu sonrasında alınan 181 Sayılı
Birleşmiş Milletler kararı ile:
1. Filistin’deki
mandanın sona ermesi ve İngiliz silahlı birliklerinin 1 Ağustos 1948’den geç
olmamak kaydıyla geri çekilmesi,
2. Bir Arap devleti ve
bir Yahudi devleti kurulması, Kudüs şehri için BM konseyi tarafından
yürütülecek özel uluslararası bir rejim,
3. İki ülkenin ekonomik
ve transit bir birlik tesis edebilmeleri için sulama, toprak koruma ve ekimi,
devletlerarasındaki tren yolu, otoyol, iletişim, havaalanı, liman
işletmeciliği, ortak geçerli bir kur sistemi ve tek bir ortak yabancı döviz
kuru, ortak gümrük birliği oluşturma,
4. Bölünme planının
başarıyla yürütülmesini sağlamak için beş üye devletten oluşan bir Filistin
komisyonunun kurulması, kabul edilmiştir.
Alınan bu karar ile
Filistin’de İngiliz Manda yönetimi sona ermiş, Kudüs’e uluslararası bir statü
kazandırılması, Filistin’in geri kalanında da bir Yahudi ve bir Arap devleti
olmak üzere iki devletli bir çözümün hayata geçirilmesi karara bağlanmıştır.
İngilizlerin 15 Mayıs
1948’de Filistin’deki manda yönetimini sonlandırması ve Filistin’i terk
etmesinden bir gün önce Yahudiler 14 Mayıs 1948 tarihinde “İsrail” adını
verdikleri devleti ilan ettiler.
1948 yılında Yahudi
varlığının bağımsızlık ilanından sonra başlayan “Arap-‘İsrail’” savaşı,
İngilizlerin oluşturduğu Arap rejimlerinin ihaneti ve başarısızlığı ile gasıp
Yahudi varlığının lehine sonuçlanmış, Yahudi varlığı 1947 Birleşmiş Milletler
taksim planıyla elde ettiği %56’lık toprak oranını %78’e çıkarmış, sadece Batı
Şeria Ürdün’ün, Gazze de Mısır’ın elinde kalmıştır.
5 Haziran 1967'de
başlayan “6 Gün Savaşları”nda gasıp Yahudi varlığı Mısır'dan Gazze ve Sina
Yarımadası'nı, Suriye'den de Golan Tepeleri’ni almış, Ürdün güçlerini de Batı
Şeria ile Doğu Kudüs'ten çıkarmıştır. Mısır'ın güçlü hava kuvvetleri, savaşın
ilk günü saf dışı bırakılmış, Yahudi varlığının uçakları, daha başlangıçta
Mısır Hava Kuvvetlerini havalanamadan yerle bir etmiş ve savaşın sonunda Yahudi
varlığı elde ettiği toprak kazanımları ile kontrolündeki alanı iki katına
çıkarmıştır.
1973 yılında Mısır ve
Suriye’nin başlattığı ve “Yom Kippur Savaşı” olarak anılan savaşta da yine
kazanan Yahudiler olmuştur. Bölgedeki Mısır, Suriye, Ürdün, Irak gibi Arap
rejimlerinin ihanet ve başarısızlıkları, Yahudilerin bayram etmesine ve “yenilmez
‘İsrail’” efsanesini üretmelerine neden olmuştur.
1964 yılında
Filistin’in kurtuluşu için kurulan El Fetih, diğer adıyla “Filistin kurtuluş
Örgütü” lideri Yaser Arafat, Amerika’nın desteğiyle 1974 yılında Birleşmiş
Milletler Genel kuruluna hitaben bir konuşma yapmış ve bu konuşma ile Filistin
Kurtuluş Örgütü ve Yaser Arafat, Filistin’in resmî temsilcisi konumuna yüksel(til)miştir.
1978 yılına
gelindiğinde ise Mısır lideri Enver Sedat daha önceki ihanet halkalarına bir
yenisini ekleyerek gasıp Yahudi varlığı ile “Camp David Antlaşması” olarak
bilinen bir ihanet antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşma ile Mısır, 1948’de
Yahudi varlığını, Türkiye’den sonra devlet olarak tanıyan ikinci Müslüman ülke
olmuştur.
Yine bu antlaşma ile
Mısır gasıp ve gayrimeşru Yahudi varlığına bölgede meşruiyet kazandıran ilk
Arap rejimi olarak tarihe geçmiş, Mısır’ın hemen arkasından Ürdün de bu ihanet
zincirindeki yerini almıştır.
1993 yılında ise
Filistin, kendi evlatları tarafından büyük bir ihanete uğramış, Amerika’nın
girişim ve öncülüğünde Filistin Kurtuluş Örgütü ile gasıp Yahudi varlığı
arasında Oslo Antlaşması imzalanmıştır.
Bu antlaşmayla
Filistin Kurtuluş Örgütü, Yahudi varlığını resmen “devlet” olarak tanımıştır. Geçici
bir Filistin devletinin kurulması ve 1999 yılında Filistin devletinin ilan
edilmesi de antlaşmanın maddeleri arasında yer almıştır.
Oslo Antlaşmasından
günümüze kadar geçen otuz yıllık süre içerisinde Yahudi varlığı sürekli yeni
Yahudi yerleşimciler getirerek, Filistin’in Müslüman halkına ait evleri,
arazileri zorla ellerinden alıp Yahudi yerleşimcilere vererek Filistin’de gasp
ettiği toprak oranını %85 seviyesine yükseltmiştir.
Yine aynı süre
içerisinde kendisiyle iş birliği içerisindeki hain Mahmut Abbas’ın sözde
yöneticiliğini yaptığı Batı Şeria bölgesinden daha çok, Hamas tarafından
yönetilen Gazze bölgesine defalarca hava harekâtı düzenlemiş, Gazze’yi havadan
bombalamış, daha sonra kara harekatları ile Gazze’yi işgal etmeye çalışmıştır.
Gasıp Yahudi varlığı,
Filistin’e ve özellikle Gazze’ye gerçekleştirdiği bu saldırılarda bebek, çocuk,
kadın, yaşlı, genç demeden binlerce Müslüman’ı katletmiş, Müslüman Filistin
halkının yaşadığı şehirlerde büyük bir yıkıma yol açmış, şehirleri neredeyse
harabeye çevirmiştir. Yahudi varlığının yapmış olduğu katliamlar ve Filistin
topraklarını gasp etmeye devam eden girişimleri, Amerika ve Avrupa tarafından
sürekli görmezden gelinerek desteklenmiştir.
Bölgedeki Arap
rejimleri, diğer ülkeler ve sözde Mahmut Abbas başkanlığındaki Filistin
yönetimi de Yahudi varlığına karşı sessiz kalmakla Filistin’e ihanet ederek
Yahudi varlığını desteklemişlerdir.
Yahudi varlığının
Filistin’de varlık bularak yaşayıp büyümesi, Filistin’in %85’ini işgal etmesi,
Mahmut Abbas gibi kendi evlatlarının, Arap rejimlerinin, Türkiye, İran gibi
diğer ülkelerin Filistin davasına ihanet etmeleri sonucunda gerçekleşmiştir.
Hizb-ut Tahrir’in
kurucusu Takiyyüddin En-Nebhanî’nin, “Yahudi varlığı ‘İsrail’, Arap
rejimlerinin gölgesidir, o rejimleri kaldırdığın an o gölge de gider” sözü
de, bu ihaneti özlü bir şekilde ifade etmektedir.
Nitekim en son 7 Ekim
günü Filistin’in Gazze bölgesinden küçük bir Müslüman savaşçı gurubunun,
şiddetle sarsılmasına ve travma geçirmesine yol açacak şekilde gasıp Yahudi
varlığına indirdiği büyük darbe sonrasında yaşananlar da Yahudi varlığının
Filistin’i işgalini ve bugüne kadar nasıl ayakta kalabildiğini açıklamaktadır.
Darbenin şokuyla
cinnet geçirip gözü dönen gasıp Yahudi varlığının üç haftadan bu yana
Filistin’in Gazze bölgesinde insanlığın ender gördüğü bir katliam, mezalim ve
soykırım gerçekleştirmeye başlamasıyla birlikte, bütün Müslüman halklar ayağa
kalkmış, Yahudi varlığı ile Müslümanlar arasındaki bu savaş, neredeyse dünyanın
tek gündemi haline gelmiştir.
Müslüman savaşçıların
vurduğu büyük darbeyle Yahudi varlığının askerî sistemi, güvenlik sistemi ve
istihbarat sistemi çökmüş, özellikle Arap rejimlerinin ihanetleriyle oluşan “yenilmez
‘İsrail’” efsanesi yerle bir olmuş ve Yahudi varlığının gerçekte ne kadar zayıf
olduğu ortaya çıkmıştır.
Yahudi varlığının
zayıflığıyla birlikte, bölgedeki Müslüman halkların gerçekleştirdiği büyük halk
hareketleri, sömürgeci Batı dünyasında büyük bir endişeye yol açmış, bunun
üzerine Amerika Doğu Akdeniz’e iki adet uçak gemisi, destek gemileri ve
bölgedeki askerî üslerine konuşlandırılmak üzere THAAD füzeleri ve ek patriot
bataryaları gönderme kararı almıştır. Yahudi varlığına önemli miktarda askerî
ve mali yardım yapma kararını da Kongrenin onayından geçirmiştir.
Amerikan Başkanı
Biden, Fransa Başkanı Macron, İngiltere Başbakanı Sunak bizzat bölgeye gelerek
Yahudi varlığı Başbakanı Netanyahu ile görüşmüşler ve desteklerini
açıklamışlardır.
Diğer yandan
Filistin’e destek olan ve Yahudi varlığını lanetleyen, Filistin’in
kurtarılmasını talep eden, Müslüman orduların Filistin’e gönderilmesini isteyen
büyük halk hareketlerinin yaşandığı Arap rejimleri ve bölgedeki diğer, halkı
Müslüman ülkelerin yöneticileri ise bir türlü harekete geçmemişlerdir.
Bir avuç Müslüman
savaşçı tarafından Yahudi varlığının ne kadar zayıf olduğunun ortaya
çıkarılmasına, ayrıca gelişmiş silahlara ve güçlü ordulara sahip olmalarına
rağmen, bu yöneticiler, Yahudi varlığını sadece kınamışlar, suçlamışlar ve içi
boş konuşmaların yapıldığı mitingler düzenlemişler, ancak somut herhangi bir
adım atmamışlardır.
Sonuç olarak;
1- Hz. Ömer zamanında
fethedilen Kudüs ve Filistin, Müslümanların iç sorunlar yaşadığı, siyasi
birliklerinin parçalandığı ve iki Hilâfet’e bölünerek zayıf düştükleri bir
dönemde Haçlılar tarafından işgal edilerek Müslümanların elinden çıkmıştır.
-Müslümanların iç
sorunlarını çözmesi, iki Hilâfet’i tek bir Hilâfet’te birleştirip siyasi birliklerini
sağlayarak güçlerini toparlaması sonucunda Kudüs, Selahaddin Eyyubi tarafından
fethedilerek yeniden Müslümanların eline geçmiştir.
-Osmanlı’nın
zayıflayarak İngilizler tarafından parçalanması ve Hilâfet’in ilga edilmesi
sonucunda Müslümanların siyasi birliklerinin dağılması ve iç sorunlarla zayıf
düşmesi sonrasında, Kudüs ve Filistin, önce İngilizler daha sonra da Yahudiler
tarafından işgal ve gasp edilmiştir.
2- Yahudi varlığı
tarafından Filistin’in işgali, öncelikle İngilizlerin sonrasında ise Amerika
başta olmak üzere bütün sömürgeci kâfir Batı dünyasının Müslümanların göğsüne
sapladığı bir hançerdir.
Müslüman savaşçıların
7 Ekim günü Yahudi varlığına vurdukları büyük darbe sonrasında Amerikan Başkanı
Joe Biden tarafından söylenen “Eğer bir ‘İsrail’ olmasaydı, bizim onu icat
etmemiz gerekirdi.” sözü, Yahudi varlığının sömürgeci kâfir Batı tarafından
Müslümanların göğsüne saplanan bir hançer olduğunu teyit etmektedir.
3- Bölgedeki Arap
rejimleri ve halkı Müslüman ülkelerin yöneticileri ise sömürgeci Batı
tarafından kontrol edilen, Filistin’i korumak yerine gasıp Yahudi varlığını
korumakla, Müslüman halkları engelleyip durdurmakla görevlendirilmiş, sömürgecilerin
Müslümanların sırtına sapladığı hançerlerdir.
4- Müslüman halklar
için gerçek düşman, sömürgeci kafir Batı’dır; Amerika ve Avrupa'dır. Yahudi
varlığı “İsrail” ile Arap rejimleri ve halkı Müslüman olan diğer ülkelerin
yöneticileri, sömürgeci kâfir Batı’nın Müslümanlara karşı savaşlarında
kullandıkları yalnızca birer araçtır.
Müslümanlar kendilerini
temsil etmeyen, geri kalmışlığa, zayıflığa ve zillete mahkûm eden; gasıp Yahudi
varlığını koruyup kollayan, yaşamasına ve ayakta kalmasına destek veren;
sömürgeci kâfir Batı tarafından kontrol edilen bu rejimlerden ve yöneticilerden
kurtulmadıkça kalkınamazlar ve Filistin’i de kurtaramazlar.
Müslümanlar,
kendilerini zayıf düşüren iç sorunlarını çözecek, dağılmış, parçalanmış siyasi
birliklerini sağlayıp kendilerini güçlü kılacak raşit bir Hilâfet’i tesis
etmeden kalkınamazlar ve Filistin’i de kurtaramazlar.
Şayet Müslümanlar,
Allah Azze ve Celle’nin yardım ve lütfu ile raşit bir Hilâfet tesis
edebilirler ise, işte o zaman; sömürgeci kâfir Batı’nın sırtına sapladığı
hançer olan başlarındaki rejim ve yöneticilerden, göğsüne sapladığı hançer olan
gasıp Yahudi varlığından kurtulacak ve gerçek düşmanı olan sömürgeci Batı ile
yüzleşebilecektir.
İşte İslâm ve
Müslüman düşmanı sömürgeci kâfir Batı’nın korktuğu ve kendisi için ölümcül bir
tehdit olarak gördüğü şey, bu yüzleşmedir. Müslümanların Raşidî Hilâfetle
kendisini durduran, harekete geçmesini engelleyen hançerlerden kurtularak
sömürgeci kâfir Batı’nın karşısına dikilmesidir.
Bu nedenle, sömürgeci
kâfir Batı’nın egemen olduğu dünya düzenini yerle bir edecek olan, Allah ve
Rasulü’nün vaat ve emrettiği Râşidî Hilâfet’in yeniden ikamesi için çalışmak,
bütün Müslümanların öncelikli amaç ve hedefi olmalıdır.
Yorumlar