Cumhurbaşkanı Erdoğan,
19 Ekim 2020 tarihinde İbn-i Haldun Üniversitesi külliye açılışında yaptığı bir
konuşmada, “Batı dünyası tıptan sosyolojiye kadar birçok alanda ilhamını
bizim köklerimizden almıştır. Biz ise kendi köklerimizi tamamen unutarak ya da
dışlayarak onun türevlerini esas kabul etmek suretiyle 2 asırdır kendimize yol
bulmaya, yön bulamaya çalışıyoruz. Yani fikrî bir buhranın içinde çırpınıyoruz!”
dedi.
Sayın Cumhurbaşkanı
genelde ortamın atmosferine göre konuşan, o günün koşulları neyi gerektiriyorsa
halka o minvalde hitap eden birisidir. Biz onun, bir zaman ak dediğine, başka
zaman kara dediği çok cümlelerine şahit olduk. Gerek siyasi politikalar gereği
gerekse halkın o gün ikna edilmesi gereken hususlarda cümlelerini ustalıkla
kullanan birisidir. İbn-i Haldun Üniversitesinde yaptığı konuşma da esasında
bunlardan birisi. O gün bu cümleleri kullanması gerekiyordu ve kullandı. Söylediği
sözler aslı itibariyle doğru olan, fakat kürsüden indikten sonra hiçbir şeyi
değiştirmeyen, içi boş sözlerden öte bir şey değildi.
Bizler çok iyi
biliyoruz ki, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın göndermiş olduğu İslam, kusursuz bir
dindir. İnsanoğlunun dünya imtihanında gerek maddi gerek manevi gerekse insani
tüm sorunlarını kıyamete kadar çözmeye muktedir olan tek dindir, İslam. Bundan
bir asır öncesine kadar, devlet boyutunda hükümleri uygulanmış, uygulandığı
süre boyunca da İslam beldeleri, adaletin, huzurun ve refahın yaşandığı yegâne
yer olmuştur. Tarih boyunca bilimden tıbba, ekonomiden eğitime kadar gerekli
olan ne varsa birçok değer İslam alimleri tarafından, Müslüman bilim insanları
tarafından keşfedilmiş, insanlığın hizmeti ve ihtiyaçları için ortaya
çıkarılmıştır. İnsanı ve onun refahını korumayı birinci amaç olarak gören İslam
dini, Müslüman olmayan insanlar tarafından da incelenmiş, dinin bütününe iman
etmeseler bile onun toplumsal çözümleri birçok devlet tarafından da kabul görmüştür.
Fakat bundan tam bir
asır önce içten destekli saldırılar ile İslam hayat sahasından koparılmış,
Müslümanları bir arada tutan, güçlü kılan ve sorunlarını doğru şekilde çözen İslam
Devleti yıkılarak yerine insan aklında dayalı, Batı’nın icat ettiği köhne ve insanlığı
yok oluşa sürükleyen laik demokratik nizam getirilmiştir. İşte ne olduysa da
bundan sonra olmuş, tüm kötülükler bu tarihten sonra başlamıştır. Bugün gerek ahlaki
gerek insani gerek ekonomik gerek sosyolojik tüm bozulmaların tohumları işte o
gün atılmıştır. Özelde Müslümanların genelde ise tüm insanlığın koruma kalkanı
o günle birlikte ortadan kaybolmuştur.
Küfrün başını çeken
Batılı devletler İslam coğrafyasını maddi ve manevi sömürerek, yüzyıllardan beri
içinde bulundukları bataklıktan bir çıkış noktası bulmuşlardır. Özellikle maddi
servetleri yağmalayarak ekonomik bir rant elde ederlerken, talan edip
çıktıkları tüm İslam coğrafyasını da kan, zulüm, savaş ve kaos ortamına mahkûm
etmişlerdir. Dedik ya hani, “artık insanlığın koruma kalkanı yok” diye,
işte tam da böyle… Batı’nın içinde bulunduğu bugünkü seviye esasında kendi iç
dinamikleri ile ulaştıkları değil, tamamen İslam coğrafyasından sömürü ile elde
ettiklerinden dolayıdır. Sözlerimin başında “Sayın Cumhurbaşkanı’nın söyledikleri
aslı itibariyle doğru” derken, kast ettiğim bunlardı.
Gelelim, bu sözlerin
içi boş, hamaset ve ortam gereği söylendiği meselesine…
Bildiğiniz gibi
Türkiye, son 22 yıldır tek bir parti tarafından ve hatta neredeyse tek bir kişi
tarafından yönetilmektedir. Kararlar ve politikalar -sözde- TBMM çatısı altında
alınsa da esasında karar verici noktada tek bir lider vardır. Ve bu lider çıkıp
bir gün, “Batı bizim köklerimizden beslenerek bir yol kat etti, ama bizler
fikrî buhran içinde çırpınıyoruz” diyorsa insanlar bu sözün arkasından bir
hareket ya da bir değişim bekler. Eğer ki lider, bu sözlerinde ciddi ise tabii…
Sayın Erdoğan bu konuşmayı, 19 Ekim 2020 tarihinde yapmıştı. Bu sözlerin
üzerinden neredeyse 3 yıl geçti. Peki bu sözler ışığında değişen maddi-manevi
herhangi bir şey var mı? Yok! Gerek bu tarihten önceki politikalara gerekse bu
tarihten sonraki politikalarına baktığımızda bu sözlerin de kürsüden söylenen
duygu dolu sözler olmasının ötesine geçemediğini görmekteyiz. Bizler her
fırsatta ve her platformda içinde bulunduğumuz bu sistemin, Batı’nın icat edip
insanlığı uçuruma sürükleyen köhne bir sistem olduğunu ve Müslümanlara zorla
dayatılan bir nizam olduğunu dile getiriyoruz. Esasında küçüğünden büyüğüne
kadar tüm problemlerin kökü de buraya dayanmaktadır. Tüm bunlar bilinmesine
rağmen, bir asır boyunca hemen her görüşten iktidar devlet yönetiminde bulundu
ve her gelen lider de Batı’nın demokrasisini yaşatmak, ömrünü uzatmak ve halkı
ona tabi kılmak için mücadele verdi. Kimi zaman milliyetçi, kimi zaman vatancı,
kimi zaman da İslami söylemlerde bulunup halkın sevgi ve sempatisini kazansalar
da esasında hiçbiri ana gaye olan demokrasi çizgisinden bir karış kadar bile
sapmamıştır. Dilerseniz hem güncel olması hem son yönetici olması hem de “fikrî
buhran içinde çırpınıyoruz” sözlerinin sahibi olması hasebiyle
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sürecine bir göz atalım.
22 yıllık iktidar
sürecine baktığımızda AK Partiyi; misyon olarak laikliğe bağlı, demokratik
çizgiden sapmayan ve bunlara ilaveten halkı laik demokratik sisteme adapte eden
bir parti görüyoruz. Her ne kadar söylemlerinde İslami kelimeler olsa da,
Müslüman halkın güvenini İslami argümanlarla kazansa da, politika olarak
kendilerinden önce iktidar olan 56 hükümet gibi onlar da laik demokratik
sistemin bekası için çalışmıştır. Çalışmaya da devam etmektedir. Burası için
zaten söylenecek çok fazla bir söz yok. Çünkü bu sistemi kabul eden her parti,
bu çarkı çevirmek ve ömrünü uzatmak için çalışmak zorundadır. Aksi halde
barınması, büyümesi ve iktidar olması asla mümkün değildir. İşte demokrasi
çarkını döndürüp Batı nizamına tabi olmanın faturası, toplumumuza her alanda
ağır bir şekilde kesildi. Ancak ben burada, özellikle ekonomik alanda toplum
üzerinde oluşturduğu derin tahribatı ele almak istiyorum.
Batı’nın kapitalist
iktisat sistemi sermayenin yani paranın sözünün geçtiği bir sistemdir.
Sermayeyi ve sermaye sahiplerini korumayı ana gaye olarak belirlemiştir. Bu
yüzden bu sistem içerisinde bankacılık, borsa ve faiz ayrı bir öneme sahiptir.
Dolayısıyla bu kurumları kurtarmak için halkın tamamını krize sokmaktan asla ve
asla çekinmezler. Onlar için tek doğru, sistemin bekasıdır.
Geldiğimiz nokta itibariyle
Türkiye’de ekonomik kriz
gerçekten çok ciddi bir hal almıştır. Özellikle seçim sonrası fiyatlar çok hızlı
bir şekilde artmış, akaryakıt zamlarından kira sorunlarına, sanayi ve ticaret
alanında yaşanan daralmadan market raflarına kadar her şey çok ani bir ivme ile
tavan yapmıştır. Yapmaya da devam etmektedir. Türkiye ekonomisi, özellikle 2015’den sonra bir kırılım
yaşadı; o tarihten bu zamana kadar da süreç, sürekli daha kötüye doğru
ilerleyerek bugünkü noktaya kadar geldi. Peki ekonominin geldiği bu nokta,
hükümetin bilgisi ve politikaları dahilinde mi yoksa bilgisi ve politikalarına
rağmen sürpriz bir sonuç mu? Daha somut bir ifade ile; bu bir plan mıydı, yoksa
bir beceriksizlik mi?
Türkiye ekonomisi
aslı itibariyle zaten çok kırılgan bir yapıya sahiptir. Gerek ticari dinamikleri
gerek para politikası ve gerekse ithalat-ihracat dengesi hiçbir zaman stabil
bir duruma ulaşamamış, kaygan zeminde ilerleyen bir sistemdir. Türkiye
ekonomisini genel bir değerlendirme içerisine almaya kalksak cilt cilt kitap
olur ama özellikle son 7-8 senedir hükümetin yaptığı bazı politikalar, temelden
uygulamaya kadar o kadar yanlıştı ki, krizin her geçen gün daha da
derinleşmesine neden oldu.
Öncelikle şunu ifade
etmekte fayda var: AK Parti hükümeti, yaptığı bütün ekonomi kalkınma planlarını
bankaları ve finans kurumlarını kurtarma esası üzerine yapmıştır. Ne vatandaşın
ne esnafın ne de işçi ve emeklinin çektiği ekonomik sıkıntılar onun ana gayesi
değildi. Evet, alınan kararlar içerisinde bu kesimlere de faydası olacak
maddeler illaki oldu ama ana amaç, banka finansmanlarını güçlendirmekti.
Nerdeyse her yıl açıklanan ekonomik kalkınma paketlerine göz attığınızda bunu
ziyadesiyle görürsünüz. Yanlış sorunun doğru cevabı olmayacağı gibi, krizin ana
sebebi olan bankaları kurtarma esasına göre yapılan her hamle de krizi çözmek
yerine daha da derinleştirecektir -ki yaşayıp gördüğümüz, iliklerimize kadar
hissettiğimiz kriz süreci, bunun en büyük kanıtıdır.
Dedik ya; bunları tek
tek analiz edemeyiz, diye. Ama bazı başlıkları da yazmak istiyorum. Bir ara, “ev
alana devlet desteği” adı altında bir projeyi duyurdular; 3 yıl bankalara para
yatırılması ve hiç çekilmemesi karşılığında, bankada biriken paranın %20’si kadar destek
verilecek ama bu destek o günün koşullarında 15 bin ile sınırlı olacaktı. Görüldüğü
gibi amaç, bankalara 3 yıl para yatırtmaktı. Ama o sistem çöktü. Yine başka bir
dönem altın tahvili ve altına dayalı kira sertifikaları ile kazanç vaatleri verilerek
insanların ellerinde olan altınların bankalara yatırılmasını amaçlayan bir
paket çıkarıldı. Bu sistem ile devlet, garanti kâr ve kira getirisi vaat ederek
bütçeyi yine yükün altına sokmuştur. Yine aynı şekilde “yastık altı”
diye tabir edilen altınların ekonomiye kazandırılması adı altında bir paket
daha ilan edildi. İnsanların dişinden tırnağından artırıp yarınlarına merhem
olacak 3-5 parça birikiminin bile peşine düşüldü. Amaç, yine banka ve finans
kurumlarına alan açmaktı.
Yine yakın tarihte;
TOKİ ile “ilk evim, ilk işyerim” adı altında bir paket yayınlandı. 500 TL
başvuru parası talep edilen bu proje ile umut tüccarlığı yapılarak halktan yine
bankalara para sağlamanın bir yolu bulunmuştu. Epey de başvuru olmuştu. Peki,
tüm bu projeler nerede? Hepsi “puff” oldu uçtu.
Ve yakın dönemde “Kur
Korumalı Mevduat” adı altında devlet bütçesini fazlasıyla borca sokan bir proje
icat edildi. -Sözde- döviz kuru artışını engellemek için ortaya atılan bu proje
ile, hesaba yatırılan dövizin, o günkü kur değeri ile vade sonundaki kur değeri
arasında bir artış olduğunda aradaki kurdan kaynaklı fark, yatırımcıya bütçeden
ödenecekti. Bu paket çıktığında döviz kuru 12 TL idi, bugün ise 30 TL’ye dayanmış durumda.
Ve nitekim bugün gelinen nokta itibariyle aradaki bu ciddi kur farkı, yatırımcılara
devlet bütçesinden ödenmekte. Maliyeti halka yüklenecek bunca borç yükünün
altına girilip kimileri daha da zengin edildikten sonra nihayet bu politikadan
dönüldü; sistemin durdurulması kararı alındı.
Projeler, vaatler,
yatırımlar, büyük büyük sözler, kocaman kocaman cümleler… vs. derken, bu
günlere kadar gelindi. Neredeyse her yıl “kalkınma”, “reform” gibi özenle
seçilerek halka umut paketleri açıklandı. Ama hepsi de içi boş olan paketlerdi.
Gelin bu başlıklara bakalım;
•Hükümet; 2015 Ekonomide
Kalkınma Yılı Olacak (01.01.2015)
•Yeni Ekonomi Paketi
Açıkladı (08.12.2016)
•Başbakan’dan Yeni Ekonomik
Paket Müjdeleri (30.03.2018)
•Yeni Ekonomi Programı
Yapısal Dönüşüm Adımları (10.04.2019)
•Ekonomik İstikrar Kalkanı
(18.03.2020)
•Ekonomi Reform Paketi
(16.03.2021)
•Yeni Ekonomi Paketi (09.06.2022)
•Ekonomide Mehmet
Şimşek Dönemi (07.07.2023)
Nerdeyse 10 yıldır “yeni”
diye lanse ettikleri tüm paketlerin hiçbiri amaca ulaşmadı. Hatta şu başlıkları
okuyan birisi, içerik ile alakalı bir bilgiye sahip olmasa bile bunların zaman
kazanma ve halkı oyalamadan başka bir şey olmadığının kolaylıkla farkına
varabilir.
Bu kadar pakete, bu
kadar ekonomik hamleye rağmen, bırakın bir şeylerin düzelmesini, ekonomi daha
da çıkmaza girdi. Bugün (Ağustos 2023) itibariyle dolar ve euro 30 TL
seviyesine geldi. Keza akaryakıt fiyatları 40 TL oldu, market fiyatları deseniz
2-3 katına ulaştı. Ulaşım fiyatlarından tutun, tüm mal ve hizmet fiyatlarına
kadar tüm her şey hiç olmadığı kadar arttı. Üstüne üstlük hükümetin ek ve yeni vergileri,
vatandaş için süreci oldukça kötü bir noktaya getirdi. Hatta daha iki ay öncesine
kadar %35 oranında artırılan asgari ücret, an itibariyle açlık sınırının bile
altında kaldı. Peki, nerede kürsülerden bağıra çağıra açıklanan kalkınma,
nerede reform, nerede istikrar, nerede müjdeler?
Yok, değil mi? Hepsi yandı
bitti, kül oldu gitti…
Ama madalyonun bir de
diğer tarafı var. Vatandaşı ekonomik krizin tam ortasında bir hayata mahkûm
edenlerin yönettiği ülkede son 10 yılın en çok kâr eden şirketlerine bakıldığında;
bunların bankalar olduğu görülür. Hani şu, hükümetin yaptığı bütün kalkınma
planlarında baş rolü çeken bankalar var ya, işte onlar. Bakın,
anlattıklarımızın kanıtı işte burada. Bankaları öylesine güçlendirdiler ki,
bankalar kâr üstüne kâr ettiler. Hatta bu tablo öylesine bir hal aldı ki,
bankalar bir önceki yıla göre %400’lere
ulaşan kârlar açıkladılar. Peki, bir an için düşünelim: bir ülke halkı
neredeyse son 10 yıldır çok ciddi bir kriz ortamında çırpınıyor ama bu süre içerisinde
finans kurumları ve bankalar kârlarını %400’lere taşımış! Bu durum neye işaret
ediyor? Bu durum; hükümetin son 10 yılda “ekonomik kalkınma” diye açıkladığı
bütün paketlerin ana amacının, banka finansmanlarını güçlendirmek ve faizli
bankaların geleceğini garanti altına almak olduğuna işaret ediyor. Çünkü
demokratik kapitalist sistemi ayakta tutan en önemli sütun, faizli bankaların
ve borsanın canlılığıdır. İşte hükümetin yaptığı tüm paketlerin bu esas üzerine
olmasındaki kasıt da bu idi.
Bizler çok iyi
biliyoruz ki, insanlığın en büyük sorunu, âlemlerin rabbi olan Allah’ın, tüm
insanlığın kurtuluşu için göndermiş olduğu İslam dininin hayat sahnesinden
koparılmış olmasıdır. Çünkü İslam dini, insanların kıyamete kadar karşılaşacakları
maddi, manevi, ruhi tüm problemleri en doğru şekilde çözmeye muktedir olan tek
dindir. Dolayısıyla İslam’ın iktisat sistemini detaylıca incelediğimizde, bugünün
birçok sorun ve probleminin İslami bir sistem içerisinde yaşanmayacağını görmemiz
mümkün.
İslam iktisat sistemi,
doğru bir zemin üzerine kurulmuştur. Gerek para politikası gerek üretim,
tüketim ve dağıtım gibi 3 ana unsurun doğru bir zeminde ilerlemesi gerekse
işçi-işveren, ihracat-ithalat, kar-zarar vb. gibi uygulama esaslı konuların
dakik kararlar ile belirlenmesi, çıkması muhtemel problemleri daha işin başında
ortadan kaldırmaktadır. Oluşan sorunlara İslami çözümler getirmesi ise
problemlerin büyümesini önleyerek kimsenin zarar görmeyeceği bir ticaret zemini
hazırlamaktadır. İslam’ın ana gayesi, insanı kalkındırmak ve onun sorunlarını
sahih bir şekilde çözüme ulaştırmaktır. Kapitalist sistemin ana gayesi ise
sermayeyi ve sermaye sahiplerini korumaktır. Dolayısıyla kapitalist sistem
içinde bulunan her çözüm, krizin daha da derinleşmesine, kapitalistlerin daha
çok kazanmasına sebep olur. İşte bu yüzden bizler, her fırsatta krizden çıkışın
tek yolunun, İslam’a
ve onun iktisat sistemine dönmek olduğunu dile getiriyoruz.
Hatırlayın; Cumhurbaşkanı
Erdoğan da bir konuşmasında, “Krizlerden çıkışın anahtarı İslam iktisadıdır.”
demişti. Evet, bu söz doğru ama bu sözün hakkını da vermek gerekir. Her
fırsatta faize başvuran, faizli bankaları kurtarmak için halkını krizin göbeğine
iten, kürsülerde İslami söylemler ile hitap edip icraata gelince Batı’ya yüzünü
dönenlerin yapabileceği bir şey değildir, bu. Yöneticilere buradan hatırlatayım:
bunları yaptığınız müddetçe sizler daha çook fikrî buhranlar içerisinde
çırpınırsınız da en ufak bir çıkış yolu bile bulamazsınız!
Bu sözün hakkını
verebilmek; Allah’tan
hakkıyla korkan, İslam’ı hayatının merkezine koyan ve onun hükümlerini
uygulamaktan bir karış bile sapmamayı kendine şiar edinen adam gibi adamlar
ister.
Allah Subhabehu ve Teâlâ’dan niyazımız odur ki; Rabbimiz, bizleri böylesine adil, güvenilir, halkını asla aldatmayan ve onu zorluklar içerisine atmayan, kamu servetini halkının refahı için kullanan yöneticiler nasip etsin. Ve bizleri özlediğimiz, arzuladığımız, doğmasını dört gözle beklediğimiz o hayırlı günün şafağına ulaştırsın!
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış