ARAP BAHARI’NIN SON HALKASI SURİYE: DEVRİM ATEŞİ SÖNDÜ MÜ?

Kadir Kaşıkcı

İslam ümmeti, Hilâfet'in kaldırıldığı günden itibaren yeniden ayağı kalkmak için nice çabalar, nice büyük fedakârlıklar gösterdi. Bu uğurda nice canlar feda etti, feda etmeye de devam ediyor. İşte Arap baharıyla Tunus’ta başlayan ve Suriye’ye ulaşan çaba da böylesi bir ruhun ateşiydi.

İslam coğrafyasında 2010 yılı sonunda başlayan; Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’deki uyanış ve halk ayaklanmaları ile Müslümanlar, yüz yıldır aradıkları cesaret adımlarını atarak kendinden emin bir şekilde yürümeye başladı.

Diktatör rejimlerin oluşturduğu korku duvarları tek tek yıkıldı. Domino etkisi oluşturan bu devrim ruhu, diğer İslam beldelerinin halklarına da ilham kaynağı oldu. Hiçbir stratejistin, hiçbir uzman ve liderin ve hatta hiçbir devletin tahmin edemediği şey, böyle bir kıvılcımın Suriye’ye de sıçrayıp büyük bir devrim ateşine dönüşecek olmasıydı. Bu sıcak devrim rüzgârı, 50 yıldır Suriye’yi adeta istihbarat ağı ile örüp muhaberat ülkesi haline getiren Baas rejimini bile çaresiz bırakarak onu, devrimi kanlı bir şekilde bastırma yoluna itti.

Ortadoğu’da stratejik öneme sahip olmasından dolayı Suriye’deki devrim; Tunus, Mısır ve Libya’da olduğu gibi hızlıca akamete uğratılamadı. Çünkü Batılı ülkeler, diğer ülkelerde devrimi yönlendirmeyi başardılar. Fakat Suriye’de devrimi çalma girişiminin kolay olmayacağı biliniyordu. Bu sebeple Suriye devrimi boyunca dünya kamuoyu iki farklı siyaset ile yönlendirildi.

İlki; Suriye Devrimi’ne destek verdiğini söyleyen ve Baas rejiminin başındaki Esad ailesinin yönetimi terk etmesini dillendiren Amerikan ve Avrupa siyasetidir.

İkincisi ise; Devrime ve destekçilerine açıkça karşı olduğunu söyleyip Esad ile beraber olduğunu ve rejime her türlü destek sağlayacağını açıklayan Rusya, Çin ve İran siyasetidir.

Zaman içerisinde iyice açığa çıktı ki, bu iki siyasetin ortak ve tek bir yönü vardı. O da; Suriye’de Esad rejiminden sonra kendi kontrolleri dışında bir yönetimin işbaşına gelmesinin önüne geçmekti; onu engellemekti. Hiç şüphe yok ki o kastedilen yönetim, Müslümanların Hilâfet çatısı altında birleşmesini hedefleyen İslami yönetim talepleridir. Ekim 2011 yılında Amerika’nın girişimleriyle Türkiye’de kurulan “Suriye Ulusal Koalisyonu”nun ilk başkanı olan Burhan Galyon, El-Cezire televizyonuna yaptığı açıklamada “Suriye’de asıl sorun, halkın İslami bir yönetimden başkasına razı olmaması” sözleriyle bu gerçeği açıkça ifade ediyordu.

Suriye devriminin birçok ismi olmakla beraber onun adı; “kötülükleri ortaya çıkaran” anlamında “El-Fadiha”dır. Suriye kıyamı başladığı günden beri tüm ezberler bozulmuş, çirkin yüzlerin gizlendiği perdeler, açığa çıkmıştır. Yine Suriye kıyamı, ümmetin içerisinde bulunduğu durumu gözler önüne sererek, Müslümanlara dinlerine sarılmaktan başka bir kurtuluş yolunun olmadığını da göstermiştir.

Suriye’nin Dera şehrinde çocukların okul duvarına yazı yazması ile başlayan Suriye devrimi, kısa süre içerisinde İslam ile küfür taraftarları arasında küresel bir mücadeleye evrildi. Şiddetten tamamen uzak başlayan devrim kıvılcımı, rejimin altı ay boyunca her gün onlarca, yüzlerce masumu öldürmesi neticesinde silahlı bir direnişe dönüştü. Kadın, çocuk demeden, Müslüman halka karşı rejimin katliamına sessiz kalmayan bir kısım subay ve askerler, ordudan ayrılarak rejime karşı halkın yanında yer aldı.

Suriye devrimi, başlangıcından itibaren her gün bedel ödeyerek, şehitler vererek İslam düşmanı yed-i düvele karşı sabır ve mücadele ile geçti. Zira Suriye halkı, devrimin ilk günlerinden itibaren bu mücadeleyi, sadece Allah için verdiğini binlerce kez meydanlarda haykırdı. “Zafer Allah’tandır!”, “Devrimimiz İslami’dir!” dediler. “Ey Allah’ım, Senden başka kimsemiz yok!” dediler. Cuma günleri ibadet için toplandıkları camilerde, cumalara isimler belirlediler. “Allah’tan başkasına eğilmeyeceğiz!”, “İstiklal kararı, Hilâfet’i ikame etmek isteyen Suriyelilerindir!” gibi cuma isimleri verdiler. Ve bunlar gibi daha nice cuma isimlerini, devrimlerini sömürgeci kâfirlere çaldırmamak için belirlediler.

Suriyeli Müslümanların sergilediği bu feraset, saldırı ve zulümler karşısında gösterdikleri sebatkâr duruşları, başta Amerika olmak üzere kâfirlerin ve işbirlikçilerinin uykularını kaçırdı. Esad bu gerçeği gördüğü için, “Ben, Ortadoğu’da laikliğin son kalesiyim! Ben yıkılırsam, Fas’tan Endonezya’ya ulaşacak Hilâfet kurmak isteyenler var!” sözleriyle Batılı efendilerini uyardı ve hemen yardıma çağırdı. Suriye Dışişleri eski Bakanı Velid Muallim de “Biz sadece Suriye rejimini savunmak için değil, İslami Hilâfet çağrısı yapanlara karşı Lübnan, Ürdün ve Türkiye’yi korumak için de mücadele ediyoruz!” ifadeleriyle bu gerçeğin boyutuna dikkat çekti.

İslami devrim gerçeğini iyiden iyiye hisseden Amerika ve diğer Batılı ülkeler, laik Suriye rejimini korumak için harekete geçti.

1971 yılında Hafız Esad’ın Cumhurbaşkanı olmasını sağlayarak Suriye rejimi üzerinde güçlü bir nüfuz elde eden Amerika, küresel ve bölgesel tüm aktörleri ikna ederek kendi politikasına entegre etti. Zira Suriye, -zorba Esad’ın deyimiyle- Ortadoğu’nun fay hattıydı ve kırıldığı takdirde Fas’tan Endonezya’ya uzanan yeni İslami bir jeopolitik ortaya çıkaracaktı.

Amerika, devrimle savaşması için önce İran ve ona bağlı Şii şebbihaların Suriye sahasına girmesine yeşil ışık yaktı. Diğer yandan Türkiye üzerinden Esad’a reform çağrıları yaptırarak rejime, ayaklanmayı bastırması için zaman kazandırdı. Yine eş zamanlı olarak yurtdışında yaşayan seküler Suriyeli muhalif isimleri Türkiye liderliğinde organize ederek Esad rejiminin alternatifini hazırlamaya girişti.

Sahada rejime karşı savaşan gruplar “Özgür Suriye Ordusu” adı altında üst bir yapı oluştururken, muhalefetin siyasi kanadını Suriye Ulusal Konseyi (SUK) temsil ediyordu. SUK'u finanse eden ABD ve Körfez ülkeleri, giderek artan halk ayaklanmasını kontrol altına almanın, Esad karşıtı diğer gruplarla birleşmenin yollarını aramak için Doha'da sık sık toplantılar düzenledi. Bu toplantılar neticesinde yeni bir yapılanmaya gidildi. Çatı örgütlenmesi olarak planlanan bu yapının adı “Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu (SMDGK)” olarak belirlendi. Başkanlığına Ümmeyye Camii eski imamı Muaz el-Hatib getirilirken, başkan yardımcılıklarına Riyad Seyf ve Süheyr el-Etesi seçildi. Bu iki yapının birleştirilmesi planlanmıştı, ancak gerçekleştirilemedi.

Sahadaki durum ile otel lobilerinde yapılan toplantılar birbirlerinden oldukça kopuktu. Suriye halkına biçilen rol, sahada karşılık bulmuyor, devrime giydirilmek istenen gömlek kalıbına sığmıyordu.

Suriye halkının hiç rağbet göstermediği –“Otel lobisi devrimcileri” olarak da anılan- SMDGK başkanları, sık sık değişmek zorunda kaldı. Dokuz başkan değiştiren Ulusal Koalisyonun başına kimler geçmedi ki; Muaz el-Hatip, George Sabra, Ahmet el-Cerba, Hadi el-Bahra, Halid Hoca, Enes el-Ebda, Riad Seif, Nasır el-Hariri, Salim el-Muslat… Batılı ülkelerin desteği ile kurulan bu Ulusal Konsey ve Ulusal Koalisyon, Batı’nın siyasal entrikalarının yanında yer alması, çözümlerini kâfir Batı’dan dilenmesi, müdahalede bulunsunlar diye onlara adeta yalvarması, yardım ve zaferi Allah’tan değil Batı’dan beklemesi, Suriye halkı nezdinde onları tamamen bitirdi. Halk, İslam’dan, şer’i hükümlerden uzak, demokrasiyi önceleyen liderlerden yüz çevirip “otel devrimcileri bizi yönetemez” diyerek, onlara hiçbir zaman itaat etmeyeceğini ilan etti.

ABD aynı zamanda Kürt kartını da kullanarak, PKK’nın Suriye kolu PYD’yi, Suriye’nin kuzeyine yerleştirip askerî ve siyasi olarak destekledi. Böylece Kürtlerin İslami devrim safına katılmasına engel oldu. Ancak tüm bunlar, devrimin bitirilmesi için yeterli olmayınca -Arap Birliği gözlemcisi olarak Suriye’de yapılan çalışmaların Esad rejimine zaman kazandırmaktan öte bir amacının olmadığını anlayınca görevinden istifa eden Enver Malik’in belirttiği üzere-, Amerika, Irak ve İran arasında yapılan bir güvenlik anlaşmasının neticesinde tekfirci grupların, Irak’taki Ebu Gureyb cezaevinden çıkartılarak Suriye’ye girmeleri sağlandı.

2013 yılında Esad rejimi düşmek üzereyken Suriye’ye giren bu gruplar, “Irak Şam İslam Devleti (IŞİD/DAEŞ)” ismi altında, Ebubekir Bağdadi liderliğinde birleştiler. DAEŞ örgütü, Suriyeli muhaliflerin ellerindeki bölgelere saldırarak savaşın seyrinin değişmesine, rejime yönelik baskının azalmasına neden oldu. Muhalifler DAEŞ’e karşı kendilerini korumak zorunda kalırken, rejimle devam eden şiddetli savaş da ciddi manada yara aldı.

2014 yılında ise DAEŞ örgütü Musul’u ele geçirdi ve ardından -sözde- “Hilâfeti”ni ilan etti. Ne enteresandır ki, Irak ordusu hiçbir direniş göstermeden bir orduya yetecek kadar silah ve mühimmat geride bırakarak Musul’dan çekildi. DAEŞ, bu sayede Suriye’deki ihtiyaçlarını Irak ordusunun bıraktığı silahlardan ve Musul merkez bankasındaki altınlardan karşılamaya başladı. En önemlisi de DAEŞ, muhalifler içerisinden önemli adamları kaçırma, infaz ve uyguladığı vahşi cürümlerini medyaya servis ederek dünya halklarını Hilâfet’ten nefret ettirmeye çaba gösterdi.

Bu süreçte Amerika, Esad rejiminin koruyucusu olması nedeniyle başka bir devletin Suriye’ye nüfuz etmesine de izin vermedi. Örneğin; krizi fırsat bilerek yeni Suriye’den pay kapma hesabı yapan Avrupa’yı meselenin dışında tuttu. Onu sadece DAEŞ ile mücadele eden küresel koalisyona dâhil ederek Avrupa’dan ekonomik ve askerî olarak faydalandı.

Avrupa, Amerika’nın siyasetine parazit çıkarmaya çalıştığında ise mülteci kartını kullandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa’ya yönelik “kapıları açarım!” tehdidi, Amerika’nın bu siyaseti bağlamında anlaşılmalıdır.

Her ne kadar DAEŞ’in Suriye’ye girmesiyle katil Esad rejimi rahatlasa da, esasında Suriye devriminin dönüm noktası 2015 yılı oldu. Rejim, topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmiş ve artık ayakta duramayacak hale gelmişken Amerika, Rusya ile görüşerek onu Esad’ın yanında muhaliflere karşı savaşmaya ikna etti. Zira Arap Baharı rüzgârı Suriye’de bitirilemez ise diğer zorba rejimlerin hâkim olduğu Orta Asya’ya sıçrama ihtimali kaçınılmazdı. Devrimin Orta Asya’ya sıçraması ise Rusya’nın arka bahçesinin yanması anlamına gelecek ve 20 milyon Müslüman nüfusa sahip Rusya’nın bekasını tehlikeye sokacaktı. Bu bağlamda Rusya, İran ve DAEŞ, Amerika’nın ön savunma hattı olarak Suriyeli Müslümanlarla savaşırken PYD/PKK da, -daha sonra Esad rejimine teslim etmek kaydıyla- Suriye’nin kuzeyini kontrol altına aldı.

Suriye’ye yönelik bağımsız bir politika geliştiremeyen Türkiye ise, devrimin ilk günlerinden itibaren ABD politikasına angaje oldu. Suriye ordusundan kopmalar başlayınca Türkiye, Amerika’nın talebiyle muhalif subaylara, Suriyeli muhacirlere ve silahlı gruplara kucak açtı. Amerika ile Türkiye arasında operasyonel mekanizma anlaşması yapıldı.

Anlaşma şartlarında;

* Suriye muhalefetine destek verilmesi,

* Kimyasal silahların etkisiz hale getirilmesi,

* PKK ve el-Kaide yuvalanmasının önüne geçilmesi,

* Esad sonrası yönetim boşluğuna müsaade edilmemesi, maddeleri yer aldı.

Anlaşma sonrası sahadaki muhaliflerin, “ılımlı” ve “aşırı” şeklinde ayrılarak birbirine düşürülmesi dikkat çekerken, kimyasal silahların muhaliflerin ve daha da önemlisi kurulması muhtemel İslam Devleti’nin eline geçmesinin önlenmesi olduğu görülmektedir.

Bu anlaşmadan yaklaşık iki yıl sonra Türkiye ile ABD arasında bu kez Suudi Arabistan ve Katar’ın katılımıyla 2014 yılında “eğit-donat projesi” hayata geçirildi. Bu kez, eğitilen Suriyeli muhaliflerin, DAEŞ ve El-Nusra gibi örgütlere karşı kullanılması amaçlandı. Ancak Suriyeli muhalifler, ABD ile çalışmak istemediği için proje başarısız oldu. Görüldüğü gibi burada da dikkat çeken şey; Türkiye’nin, muhaliflerin Esad rejimiyle değil de, kendi içlerinde birbirleriyle veya “terörle” savaşmasını istemesidir ki bu, tam da rejimin istediği şeydir.

Suriye devrimine karşı İslami grupları savaştırma çabası başarısız olunca Amerika bu görevi, “bölgesel ortağım” dediği PYD’nin silahlı kanadı olan YPG’ye verdi. Türkiye’nin “terör örgütü” olarak kabul ettiği PYD/YPG’nin amacı, Suriyeli Müslüman Kürtlerin İslami devrime destek vermesinin önüne geçmekti. Böylece Esad rejimi, Kürt bölgelerini devrim bittikten sonra teslim almak üzere PYD/YPG’ye bıraktı. ABD, üstlendiği bu görev karşılığında PYD/YPG’ye otuz bin tır silah, milyonlarca dolar ve eğitim yardımında bulundu. Türkiye ise, Amerika’nın arka savunma hattı olarak muhalif gruplara maddi, insani ve askerî yardımlarda bulundu. Amerika’nın önerdiği kirli “siyasi çözüm” fikrini, bunun gibi yardımlarla muhalefete kabul ettirdi. Böylece muhaliflerin kalplerindeki İslami devrim fikri köreldi ve -sözde- “barış” adı altında sınırlarını Amerika’nın belirlediği “siyasi çözüm” tuzağına sürükleyerek yeniden rejimin egemenliğinin önündeki engeller kaldırdı. Türkiye, “terör” bahanesiyle düzenlediği “Fırat Kalkanı” harekâtı ile Suriye devriminin seyrine olumsuz yönde büyük etki etti. Bu harekât neticesinde, uzun süredir muhaliflerin elinde olan Halep şehri, mücahitlerin mevzilerini terk edip operasyona katılmaları sebebiyle Esad rejiminin eline geçti. Sonra bu harekâtları, “Zeytin Dalı” ve “Barış Pınarı” gibi başka harekâtlar izledi. Türkiye’nin “teröre karşı” söylemiyle düzenlediği bu harekâtlar; mücahitleri kendi yanına çekmesine, dolayısıyla savunma hatlarının zayıflamasına ve böylece mevzilerin boşalmasıyla onlarca kurtarılmış şehrin yeniden Esad rejiminin eline geçmesine yol açtı. Bu sinsi planlarla, yıkılmak üzere olan Esad rejiminin hayatta kalması sağlandı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarında dile getirdiği “Bu toprakları gerçek sahibine teslim edeceğiz!” ve “Suriye’de niye varız? Rejim teröriste karşı ayakta duramıyor.” sözü esasında, Türkiye’nin Suriye’deki rolünü özetler nitelikteydi.

Suriye devrimine karşı komplo silsilelerinin son halkasına, insanların Şam’ı, Esad rejiminden kurtarmak için geldiğini zannettikleri Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) adında bir kukla daha eklendi. Faaliyetleri sonrasında anlaşılıyor ki HTŞ; hakkı haykıran, küfrün başı Amerika ve payandaları ile tüm siyasi uzlaşmayı reddeden ve dünyaya yeniden hükmetmesi için İslam’ı geri getirecek Râşidî Hilâfet’in başkenti olarak gözünü Şam’a diken başta Hizb-ut Tahrir olmak üzere tüm sesleri susturmak için getirilmiştir.

İhanetlerle dolu Suriye devriminde gelinen nokta itibariyle; Amerika’nın, 2012’de Cenevre Konferansı ile başlattığı ve 2015 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde onaylatarak “uluslararası” hale getirdiği, 2254 sayılı karara binaen Suriye’de “laik rejim”in toprak bütünlüğünün korunması ve geleceğine yönelik Astana formatındaki görüşmeler, Esad rejiminin de eklenmesiyle Türkiye, Rusya, İran ve Suriye arasında halen devam ediyor.

Suriye savaşı boyunca gerçekleşen; Cenevre zirveleri, Astana konferansları, Lozan görüşmeleri, Suriye barış görüşmeleri, Ankara ve Tahran toplantısı, Riyad konferansı, Soçi görüşmeleri, ateşkes anlaşmaları, İdlib muhtırası, Çatışmasızlık Bölgeleri anlaşmaları ve anayasa çalışmaları gibi Esad rejimine meşruiyet kazandırmak amacıyla yapılan onlarca toplantı, bunları tertipleyen ABD ve Batı’nın, Suriye meselesini ne kadar ciddiye aldıklarını gösterecektir.

Bugün sona gelinen Suriye savaşında, artık Esad rejimi ile bölge ülkeleri arasında “normalleşme” süreci işletiliyor. Amerika, baba Hafız Esad’dan beri bölgede çıkarlarını koruyan oğul Beşşar Esad’ı, Rusya, Türkiye ve İran’dan oluşan “Astana Üçlüsü” ile yıkılmaktan kurtarırken 11 yıl aradan sonra bu katil rejimin, Arap Birliği’ne kabulü ile de yeniden meşru zemine oturtuyor.

Türkiye’de de, Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçimlerinden sonra ön hazırlıklarını bir süredir ibretle izlediğimiz yeni bir süreç Suriye ile başlatılacaktır. Savunma, İstihbarat ve Dışişleri bakanları seviyesinde yapılan görüşmeler, seçimler sonrası uygun bir tarihte “seçim nedeniyle bekletilen” liderler arası görüşmelerle nihayetlendirilecektir. Türkiye-Suriye ilişkileri, normalleşme trendine girerken, mülteci meselesi, geri dönüşler ve Türkiye’nin bölgeden aşamalı olarak çekilmesi gibi hususlar, önümüzdeki dönemde çokça konuşulacak konular arasında yer alacaktır.

Sonuç olarak;

İslam ümmeti; köklü ve büyük bir tarihe sahip, üç kıtada kökleri bulunan ve devasa imkânları olan bir ümmettir. Ümmet, boğazına çökmüş ve sömürgecilere tabi olan; laik, demokratik, milliyetçi, vatancı veya -sözde- İslamcı hareketlerin aldatıcılığını idrak ettiği an, yeniden o ihtişamlı günlerine dönecektir.

Her ne kadar unutturulmaya çalışılsa da, küresel ve bölgesel düzeyde uygulamaya konulan sayısız komplo eşliğinde anlamından ve hedefinden saptırılarak yok edilmek istense de Suriye devrimi, dünyadaki tüm siyasi dengeleri sarsan eşsiz, mukaddes bir devrimdir.

Suriye devriminin ilk günlerinden bugüne kadar süre gelen siyasi gelişmelerin özeti böyledir. Suriyeli Müslümanlar kâfirler tarafından büyük saldırılara, dost gördükleri insanlar tarafından da büyük ihanetlere uğradı. Suriye sahasının 3/2’sine hâkim olan devrimci gruplar, bugün sadece İdlib’de varlığını koruyor.

Ancak, tüm imkânlarıyla Suriye devrimine engel olanlar, ABD ve ortakları ile işbirliği yapanlar, habis planlara çanak tutanlar, aldıkları yardımlarla devrime ihanet edenler, kirli paraya tamah edenler, kim dost-kim düşman ayırt edemeyenler, devrimin önünü tıkayan ve Şam kasabına nefes aldıranlar, bunun ağır vebalini hem dünyada hem de ahirette omuzlarında taşıyacaktır.

Peki, Suriye’de devrim ateşi söndü mü?

Devrimin her yıldönümünde meydanlarda; “İrademizi geri alacağız!”, “Devrimcilerin talebi İslam’ın hâkimiyeti!” gibi mesajlara bakıldığında, Suriyeli Müslümanların kalbinde iman ateşi hâlâ canlı ve devrim ateşi hiç sönmeyecek şekilde yanmaya devam ediyor. Yine Suriyeli Müslümanlar, mücrim rejimle asla barışmayacaklarına, bilakis onu devirene kadar mücadeleye devam edeceklerine dair yeminlerini her fırsatta dile getiriyorlar. Obama’nın saçlarını ağartan mukaddes devrimi korumak için ahitlerini yeniliyorlar.

Şüphesiz ki zafer, iman edip salih amel işleyenlerin olacaktır. Muhakkak ki Allah’ın dinine yardım edenlere Allah da yardım edeceğini vadediyor. Allah’ın vaadi haktır ve O, asla vaadinden dönmez.

Muhakkak ki zafer inananların olacaktır. Yeter ki Müslümanlar, Allah’ın ipine sımsıkı sarılsınlar, Batı uşağı otel devrimcilerine itibar etmesinler, Cenevre ve Astana benzeri komplolara karşı uyanık olsunlar. Yerli ve bölgesel saptırıcılarla, hainlerle tüm ilişkilerini kessinler. Devrimin sabitelerine geri dönsünler ve nübüvvet metodu üzere Râşidî Hilâfet Devleti’nin ikamesi için nusreti, zaferi, sadece Allah’tan beklesinler!

[اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ] “Dikkat edin! Şüphesiz ki Allah’ın yardımı yakındır.”[1]



[1] Bakara Suresi 214


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz