İslam ümmeti, Hilâfet'in kaldırıldığı günden itibaren yeniden ayağı kalkmak
için nice çabalar, nice büyük fedakârlıklar gösterdi. Bu uğurda nice canlar
feda etti, feda etmeye de devam ediyor. İşte Arap baharıyla Tunus’ta başlayan
ve Suriye’ye ulaşan çaba da böylesi bir ruhun ateşiydi.
İslam coğrafyasında 2010 yılı sonunda başlayan; Tunus, Mısır, Libya ve
Yemen’deki uyanış ve halk ayaklanmaları ile Müslümanlar, yüz yıldır aradıkları
cesaret adımlarını atarak kendinden emin bir şekilde yürümeye başladı.
Diktatör rejimlerin oluşturduğu korku duvarları tek tek yıkıldı. Domino
etkisi oluşturan bu devrim ruhu, diğer İslam beldelerinin halklarına da ilham
kaynağı oldu. Hiçbir stratejistin, hiçbir uzman ve liderin ve hatta hiçbir
devletin tahmin edemediği şey, böyle bir kıvılcımın Suriye’ye de sıçrayıp büyük
bir devrim ateşine dönüşecek olmasıydı. Bu sıcak devrim rüzgârı, 50 yıldır
Suriye’yi adeta istihbarat ağı ile örüp muhaberat ülkesi haline getiren Baas
rejimini bile çaresiz bırakarak onu, devrimi kanlı bir şekilde bastırma yoluna
itti.
Ortadoğu’da stratejik öneme sahip olmasından dolayı Suriye’deki devrim;
Tunus, Mısır ve Libya’da olduğu gibi hızlıca akamete uğratılamadı. Çünkü Batılı
ülkeler, diğer ülkelerde devrimi yönlendirmeyi başardılar. Fakat Suriye’de devrimi
çalma girişiminin kolay olmayacağı biliniyordu. Bu sebeple Suriye devrimi
boyunca dünya kamuoyu iki farklı siyaset ile yönlendirildi.
İlki; Suriye Devrimi’ne destek verdiğini söyleyen ve Baas rejiminin
başındaki Esad ailesinin yönetimi terk etmesini dillendiren Amerikan ve Avrupa
siyasetidir.
İkincisi ise; Devrime ve destekçilerine açıkça karşı olduğunu söyleyip Esad
ile beraber olduğunu ve rejime her türlü destek sağlayacağını açıklayan Rusya,
Çin ve İran siyasetidir.
Zaman içerisinde iyice açığa çıktı ki, bu iki siyasetin ortak ve tek bir
yönü vardı. O da; Suriye’de Esad rejiminden sonra kendi kontrolleri dışında bir
yönetimin işbaşına gelmesinin önüne geçmekti; onu engellemekti. Hiç şüphe yok
ki o kastedilen yönetim, Müslümanların Hilâfet çatısı altında birleşmesini
hedefleyen İslami yönetim talepleridir. Ekim 2011 yılında Amerika’nın
girişimleriyle Türkiye’de kurulan “Suriye Ulusal Koalisyonu”nun ilk başkanı
olan Burhan Galyon, El-Cezire televizyonuna yaptığı açıklamada “Suriye’de
asıl sorun, halkın İslami bir yönetimden başkasına razı olmaması”
sözleriyle bu gerçeği açıkça ifade ediyordu.
Suriye devriminin birçok ismi olmakla beraber onun adı; “kötülükleri ortaya
çıkaran” anlamında “El-Fadiha”dır. Suriye kıyamı başladığı günden beri tüm
ezberler bozulmuş, çirkin yüzlerin gizlendiği perdeler, açığa çıkmıştır. Yine
Suriye kıyamı, ümmetin içerisinde bulunduğu durumu gözler önüne sererek, Müslümanlara
dinlerine sarılmaktan başka bir kurtuluş yolunun olmadığını da göstermiştir.
Suriye’nin Dera şehrinde çocukların okul duvarına yazı yazması ile başlayan
Suriye devrimi, kısa süre içerisinde İslam ile küfür taraftarları arasında
küresel bir mücadeleye evrildi. Şiddetten tamamen uzak başlayan devrim
kıvılcımı, rejimin altı ay boyunca her gün onlarca, yüzlerce masumu öldürmesi
neticesinde silahlı bir direnişe dönüştü. Kadın, çocuk demeden, Müslüman halka
karşı rejimin katliamına sessiz kalmayan bir kısım subay ve askerler, ordudan
ayrılarak rejime karşı halkın yanında yer aldı.
Suriye devrimi, başlangıcından itibaren her gün bedel ödeyerek, şehitler
vererek İslam düşmanı yed-i düvele karşı sabır ve mücadele ile geçti. Zira
Suriye halkı, devrimin ilk günlerinden itibaren bu mücadeleyi, sadece Allah
için verdiğini binlerce kez meydanlarda haykırdı. “Zafer Allah’tandır!”, “Devrimimiz
İslami’dir!” dediler. “Ey Allah’ım, Senden başka kimsemiz yok!”
dediler. Cuma günleri ibadet için toplandıkları camilerde, cumalara isimler
belirlediler. “Allah’tan başkasına eğilmeyeceğiz!”, “İstiklal kararı,
Hilâfet’i ikame etmek isteyen Suriyelilerindir!” gibi cuma isimleri
verdiler. Ve bunlar gibi daha nice cuma isimlerini, devrimlerini sömürgeci
kâfirlere çaldırmamak için belirlediler.
Suriyeli Müslümanların sergilediği bu feraset, saldırı ve zulümler
karşısında gösterdikleri sebatkâr duruşları, başta Amerika olmak üzere
kâfirlerin ve işbirlikçilerinin uykularını kaçırdı. Esad bu gerçeği gördüğü
için, “Ben, Ortadoğu’da laikliğin son kalesiyim! Ben yıkılırsam, Fas’tan
Endonezya’ya ulaşacak Hilâfet kurmak isteyenler var!” sözleriyle Batılı
efendilerini uyardı ve hemen yardıma çağırdı. Suriye Dışişleri eski Bakanı
Velid Muallim de “Biz sadece Suriye rejimini savunmak için değil, İslami
Hilâfet çağrısı yapanlara karşı Lübnan, Ürdün ve Türkiye’yi korumak için de
mücadele ediyoruz!” ifadeleriyle bu gerçeğin boyutuna dikkat çekti.
İslami devrim gerçeğini iyiden iyiye hisseden Amerika ve diğer Batılı
ülkeler, laik Suriye rejimini korumak için harekete geçti.
1971 yılında Hafız Esad’ın Cumhurbaşkanı olmasını sağlayarak Suriye rejimi
üzerinde güçlü bir nüfuz elde eden Amerika, küresel ve bölgesel tüm aktörleri
ikna ederek kendi politikasına entegre etti. Zira Suriye, -zorba Esad’ın
deyimiyle- Ortadoğu’nun fay hattıydı ve kırıldığı takdirde Fas’tan Endonezya’ya
uzanan yeni İslami bir jeopolitik ortaya çıkaracaktı.
Amerika, devrimle savaşması için önce İran ve ona bağlı Şii şebbihaların
Suriye sahasına girmesine yeşil ışık yaktı. Diğer yandan Türkiye üzerinden Esad’a
reform çağrıları yaptırarak rejime, ayaklanmayı bastırması için zaman kazandırdı.
Yine eş zamanlı olarak yurtdışında yaşayan seküler Suriyeli muhalif isimleri
Türkiye liderliğinde organize ederek Esad rejiminin alternatifini hazırlamaya
girişti.
Sahada rejime karşı savaşan gruplar “Özgür Suriye Ordusu” adı altında üst
bir yapı oluştururken, muhalefetin siyasi kanadını Suriye Ulusal Konseyi (SUK)
temsil ediyordu. SUK'u finanse eden ABD ve Körfez ülkeleri, giderek artan halk
ayaklanmasını kontrol altına almanın, Esad karşıtı diğer gruplarla birleşmenin
yollarını aramak için Doha'da sık sık toplantılar düzenledi. Bu toplantılar
neticesinde yeni bir yapılanmaya gidildi. Çatı örgütlenmesi olarak planlanan bu
yapının adı “Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu (SMDGK)”
olarak belirlendi. Başkanlığına Ümmeyye Camii eski imamı Muaz el-Hatib
getirilirken, başkan yardımcılıklarına Riyad Seyf ve Süheyr el-Etesi seçildi.
Bu iki yapının birleştirilmesi planlanmıştı, ancak gerçekleştirilemedi.
Sahadaki durum ile otel lobilerinde yapılan toplantılar birbirlerinden
oldukça kopuktu. Suriye halkına biçilen rol, sahada karşılık bulmuyor, devrime
giydirilmek istenen gömlek kalıbına sığmıyordu.
Suriye halkının hiç rağbet göstermediği –“Otel lobisi devrimcileri” olarak da
anılan- SMDGK başkanları, sık sık değişmek zorunda kaldı. Dokuz başkan değiştiren
Ulusal Koalisyonun başına kimler geçmedi ki; Muaz el-Hatip, George Sabra, Ahmet
el-Cerba, Hadi el-Bahra, Halid Hoca, Enes el-Ebda, Riad Seif, Nasır el-Hariri,
Salim el-Muslat… Batılı ülkelerin desteği ile kurulan bu Ulusal Konsey ve
Ulusal Koalisyon, Batı’nın siyasal entrikalarının yanında yer alması,
çözümlerini kâfir Batı’dan dilenmesi, müdahalede bulunsunlar diye onlara adeta yalvarması,
yardım ve zaferi Allah’tan değil Batı’dan beklemesi, Suriye halkı nezdinde
onları tamamen bitirdi. Halk, İslam’dan, şer’i hükümlerden uzak, demokrasiyi
önceleyen liderlerden yüz çevirip “otel devrimcileri bizi yönetemez” diyerek,
onlara hiçbir zaman itaat etmeyeceğini ilan etti.
ABD aynı zamanda Kürt kartını da kullanarak, PKK’nın Suriye kolu PYD’yi,
Suriye’nin kuzeyine yerleştirip askerî ve siyasi olarak destekledi. Böylece
Kürtlerin İslami devrim safına katılmasına engel oldu. Ancak tüm bunlar,
devrimin bitirilmesi için yeterli olmayınca -Arap Birliği gözlemcisi olarak
Suriye’de yapılan çalışmaların Esad rejimine zaman kazandırmaktan öte bir
amacının olmadığını anlayınca görevinden istifa eden Enver Malik’in belirttiği
üzere-, Amerika, Irak ve İran arasında yapılan bir güvenlik anlaşmasının
neticesinde tekfirci grupların, Irak’taki Ebu Gureyb cezaevinden çıkartılarak
Suriye’ye girmeleri sağlandı.
2013 yılında Esad rejimi düşmek üzereyken Suriye’ye giren bu gruplar, “Irak
Şam İslam Devleti (IŞİD/DAEŞ)” ismi altında, Ebubekir Bağdadi liderliğinde
birleştiler. DAEŞ örgütü, Suriyeli muhaliflerin ellerindeki bölgelere
saldırarak savaşın seyrinin değişmesine, rejime yönelik baskının azalmasına
neden oldu. Muhalifler DAEŞ’e karşı kendilerini korumak zorunda kalırken,
rejimle devam eden şiddetli savaş da ciddi manada yara aldı.
2014 yılında ise DAEŞ örgütü Musul’u ele geçirdi ve ardından -sözde- “Hilâfeti”ni
ilan etti. Ne enteresandır ki, Irak ordusu hiçbir direniş göstermeden bir
orduya yetecek kadar silah ve mühimmat geride bırakarak Musul’dan çekildi. DAEŞ,
bu sayede Suriye’deki ihtiyaçlarını Irak ordusunun bıraktığı silahlardan ve
Musul merkez bankasındaki altınlardan karşılamaya başladı. En önemlisi de DAEŞ,
muhalifler içerisinden önemli adamları kaçırma, infaz ve uyguladığı vahşi
cürümlerini medyaya servis ederek dünya halklarını Hilâfet’ten nefret ettirmeye
çaba gösterdi.
Bu süreçte Amerika, Esad rejiminin koruyucusu olması nedeniyle başka bir
devletin Suriye’ye nüfuz etmesine de izin vermedi. Örneğin; krizi fırsat
bilerek yeni Suriye’den pay kapma hesabı yapan Avrupa’yı meselenin dışında
tuttu. Onu sadece DAEŞ ile mücadele eden küresel koalisyona dâhil ederek
Avrupa’dan ekonomik ve askerî olarak faydalandı.
Avrupa, Amerika’nın siyasetine parazit çıkarmaya çalıştığında ise mülteci
kartını kullandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa’ya yönelik “kapıları
açarım!” tehdidi, Amerika’nın bu siyaseti bağlamında anlaşılmalıdır.
Her ne kadar DAEŞ’in Suriye’ye girmesiyle katil Esad rejimi rahatlasa da,
esasında Suriye devriminin dönüm noktası 2015 yılı oldu. Rejim, topraklarının
büyük bir bölümünü kaybetmiş ve artık ayakta duramayacak hale gelmişken
Amerika, Rusya ile görüşerek onu Esad’ın yanında muhaliflere karşı savaşmaya
ikna etti. Zira Arap Baharı rüzgârı Suriye’de bitirilemez ise diğer zorba
rejimlerin hâkim olduğu Orta Asya’ya sıçrama ihtimali kaçınılmazdı. Devrimin
Orta Asya’ya sıçraması ise Rusya’nın arka bahçesinin yanması anlamına gelecek
ve 20 milyon Müslüman nüfusa sahip Rusya’nın bekasını tehlikeye sokacaktı. Bu
bağlamda Rusya, İran ve DAEŞ, Amerika’nın ön savunma hattı olarak Suriyeli
Müslümanlarla savaşırken PYD/PKK da, -daha sonra Esad rejimine teslim etmek
kaydıyla- Suriye’nin kuzeyini kontrol altına aldı.
Suriye’ye yönelik bağımsız bir politika geliştiremeyen Türkiye ise,
devrimin ilk günlerinden itibaren ABD politikasına angaje oldu. Suriye
ordusundan kopmalar başlayınca Türkiye, Amerika’nın talebiyle muhalif
subaylara, Suriyeli muhacirlere ve silahlı gruplara kucak açtı. Amerika ile
Türkiye arasında operasyonel mekanizma anlaşması yapıldı.
Anlaşma şartlarında;
* Suriye muhalefetine destek verilmesi,
* Kimyasal silahların etkisiz hale getirilmesi,
* PKK ve el-Kaide yuvalanmasının önüne geçilmesi,
* Esad sonrası yönetim boşluğuna müsaade edilmemesi, maddeleri yer aldı.
Anlaşma sonrası sahadaki muhaliflerin, “ılımlı” ve “aşırı” şeklinde
ayrılarak birbirine düşürülmesi dikkat çekerken, kimyasal silahların
muhaliflerin ve daha da önemlisi kurulması muhtemel İslam Devleti’nin eline
geçmesinin önlenmesi olduğu görülmektedir.
Bu anlaşmadan yaklaşık iki yıl sonra Türkiye ile ABD arasında bu kez Suudi
Arabistan ve Katar’ın katılımıyla 2014 yılında “eğit-donat projesi” hayata
geçirildi. Bu kez, eğitilen Suriyeli muhaliflerin, DAEŞ ve El-Nusra gibi
örgütlere karşı kullanılması amaçlandı. Ancak Suriyeli muhalifler, ABD ile
çalışmak istemediği için proje başarısız oldu. Görüldüğü gibi burada da dikkat
çeken şey; Türkiye’nin, muhaliflerin Esad rejimiyle değil de, kendi içlerinde
birbirleriyle veya “terörle” savaşmasını istemesidir ki bu, tam da rejimin
istediği şeydir.
Suriye devrimine karşı İslami grupları savaştırma çabası başarısız olunca
Amerika bu görevi, “bölgesel ortağım” dediği PYD’nin silahlı kanadı olan
YPG’ye verdi. Türkiye’nin “terör örgütü” olarak kabul ettiği PYD/YPG’nin amacı,
Suriyeli Müslüman Kürtlerin İslami devrime destek vermesinin önüne geçmekti. Böylece
Esad rejimi, Kürt bölgelerini devrim bittikten sonra teslim almak üzere
PYD/YPG’ye bıraktı. ABD, üstlendiği bu görev karşılığında PYD/YPG’ye otuz bin
tır silah, milyonlarca dolar ve eğitim yardımında bulundu. Türkiye ise,
Amerika’nın arka savunma hattı olarak muhalif gruplara maddi, insani ve askerî
yardımlarda bulundu. Amerika’nın önerdiği kirli “siyasi çözüm” fikrini, bunun
gibi yardımlarla muhalefete kabul ettirdi. Böylece muhaliflerin kalplerindeki İslami
devrim fikri köreldi ve -sözde- “barış” adı altında sınırlarını Amerika’nın
belirlediği “siyasi çözüm” tuzağına sürükleyerek yeniden rejimin egemenliğinin
önündeki engeller kaldırdı. Türkiye, “terör” bahanesiyle düzenlediği “Fırat
Kalkanı” harekâtı ile Suriye devriminin seyrine olumsuz yönde büyük etki etti.
Bu harekât neticesinde, uzun süredir muhaliflerin elinde olan Halep şehri,
mücahitlerin mevzilerini terk edip operasyona katılmaları sebebiyle Esad
rejiminin eline geçti. Sonra bu harekâtları, “Zeytin Dalı” ve “Barış Pınarı”
gibi başka harekâtlar izledi. Türkiye’nin “teröre karşı” söylemiyle düzenlediği
bu harekâtlar; mücahitleri kendi yanına çekmesine, dolayısıyla savunma
hatlarının zayıflamasına ve böylece mevzilerin boşalmasıyla onlarca kurtarılmış
şehrin yeniden Esad rejiminin eline geçmesine yol açtı. Bu sinsi planlarla,
yıkılmak üzere olan Esad rejiminin hayatta kalması sağlandı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarında dile getirdiği “Bu toprakları
gerçek sahibine teslim edeceğiz!” ve “Suriye’de niye varız? Rejim
teröriste karşı ayakta duramıyor.” sözü esasında, Türkiye’nin Suriye’deki
rolünü özetler nitelikteydi.
Suriye devrimine karşı komplo silsilelerinin son halkasına, insanların
Şam’ı, Esad rejiminden kurtarmak için geldiğini zannettikleri Heyet Tahrir
el-Şam (HTŞ) adında bir kukla daha eklendi. Faaliyetleri sonrasında anlaşılıyor
ki HTŞ; hakkı haykıran, küfrün başı Amerika ve payandaları ile tüm siyasi
uzlaşmayı reddeden ve dünyaya yeniden hükmetmesi için İslam’ı geri getirecek Râşidî
Hilâfet’in başkenti olarak gözünü Şam’a diken başta Hizb-ut Tahrir olmak üzere
tüm sesleri susturmak için getirilmiştir.
İhanetlerle dolu Suriye devriminde gelinen nokta itibariyle; Amerika’nın,
2012’de Cenevre Konferansı ile başlattığı ve 2015 yılında Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’nde onaylatarak “uluslararası” hale getirdiği, 2254 sayılı
karara binaen Suriye’de “laik rejim”in toprak bütünlüğünün korunması ve
geleceğine yönelik Astana formatındaki görüşmeler, Esad rejiminin de eklenmesiyle
Türkiye, Rusya, İran ve Suriye arasında halen devam ediyor.
Suriye savaşı boyunca gerçekleşen; Cenevre zirveleri, Astana konferansları,
Lozan görüşmeleri, Suriye barış görüşmeleri, Ankara ve Tahran toplantısı, Riyad
konferansı, Soçi görüşmeleri, ateşkes anlaşmaları, İdlib muhtırası,
Çatışmasızlık Bölgeleri anlaşmaları ve anayasa çalışmaları gibi Esad rejimine
meşruiyet kazandırmak amacıyla yapılan onlarca toplantı, bunları tertipleyen
ABD ve Batı’nın, Suriye meselesini ne kadar ciddiye aldıklarını gösterecektir.
Bugün sona gelinen Suriye savaşında, artık Esad rejimi ile bölge ülkeleri
arasında “normalleşme” süreci işletiliyor. Amerika, baba Hafız Esad’dan beri
bölgede çıkarlarını koruyan oğul Beşşar Esad’ı, Rusya, Türkiye ve İran’dan
oluşan “Astana Üçlüsü” ile yıkılmaktan kurtarırken 11 yıl aradan sonra bu katil
rejimin, Arap Birliği’ne kabulü ile de yeniden meşru zemine oturtuyor.
Türkiye’de de, Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçimlerinden sonra ön
hazırlıklarını bir süredir ibretle izlediğimiz yeni bir süreç Suriye ile başlatılacaktır.
Savunma, İstihbarat ve Dışişleri bakanları seviyesinde yapılan görüşmeler,
seçimler sonrası uygun bir tarihte “seçim nedeniyle bekletilen” liderler arası
görüşmelerle nihayetlendirilecektir. Türkiye-Suriye ilişkileri, normalleşme
trendine girerken, mülteci meselesi, geri dönüşler ve Türkiye’nin bölgeden
aşamalı olarak çekilmesi gibi hususlar, önümüzdeki dönemde çokça konuşulacak
konular arasında yer alacaktır.
Sonuç olarak;
İslam ümmeti; köklü ve büyük bir tarihe sahip, üç kıtada kökleri bulunan ve
devasa imkânları olan bir ümmettir. Ümmet, boğazına çökmüş ve sömürgecilere tabi
olan; laik, demokratik, milliyetçi, vatancı veya -sözde- İslamcı hareketlerin
aldatıcılığını idrak ettiği an, yeniden o ihtişamlı günlerine dönecektir.
Her ne kadar unutturulmaya çalışılsa da, küresel ve bölgesel düzeyde
uygulamaya konulan sayısız komplo eşliğinde anlamından ve hedefinden
saptırılarak yok edilmek istense de Suriye devrimi, dünyadaki tüm siyasi
dengeleri sarsan eşsiz, mukaddes bir devrimdir.
Suriye devriminin ilk günlerinden bugüne kadar süre gelen siyasi
gelişmelerin özeti böyledir. Suriyeli Müslümanlar kâfirler tarafından büyük
saldırılara, dost gördükleri insanlar tarafından da büyük ihanetlere uğradı.
Suriye sahasının 3/2’sine hâkim olan devrimci gruplar, bugün sadece İdlib’de
varlığını koruyor.
Ancak, tüm imkânlarıyla Suriye devrimine engel olanlar, ABD ve ortakları
ile işbirliği yapanlar, habis planlara çanak tutanlar, aldıkları yardımlarla
devrime ihanet edenler, kirli paraya tamah edenler, kim dost-kim düşman ayırt
edemeyenler, devrimin önünü tıkayan ve Şam kasabına nefes aldıranlar, bunun
ağır vebalini hem dünyada hem de ahirette omuzlarında taşıyacaktır.
Peki, Suriye’de devrim ateşi söndü mü?
Devrimin her yıldönümünde meydanlarda; “İrademizi geri alacağız!”, “Devrimcilerin
talebi İslam’ın hâkimiyeti!” gibi mesajlara bakıldığında, Suriyeli
Müslümanların kalbinde iman ateşi hâlâ canlı ve devrim ateşi hiç sönmeyecek şekilde
yanmaya devam ediyor. Yine Suriyeli Müslümanlar, mücrim rejimle asla
barışmayacaklarına, bilakis onu devirene kadar mücadeleye devam edeceklerine
dair yeminlerini her fırsatta dile getiriyorlar. Obama’nın saçlarını ağartan
mukaddes devrimi korumak için ahitlerini yeniliyorlar.
Şüphesiz ki zafer, iman edip salih amel işleyenlerin olacaktır. Muhakkak ki
Allah’ın dinine yardım edenlere Allah da yardım edeceğini vadediyor. Allah’ın
vaadi haktır ve O, asla vaadinden dönmez.
Muhakkak ki zafer inananların olacaktır. Yeter ki Müslümanlar, Allah’ın
ipine sımsıkı sarılsınlar, Batı uşağı otel devrimcilerine itibar etmesinler, Cenevre
ve Astana benzeri komplolara karşı uyanık olsunlar. Yerli ve bölgesel
saptırıcılarla, hainlerle tüm ilişkilerini kessinler. Devrimin sabitelerine
geri dönsünler ve nübüvvet metodu üzere Râşidî Hilâfet Devleti’nin ikamesi için
nusreti, zaferi, sadece Allah’tan beklesinler!
[اَلَٓا اِنَّ
نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ] “Dikkat edin! Şüphesiz ki
Allah’ın yardımı yakındır.”[1]
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış