Diyanet İşleri Başkanlığı
bünyesinde 07.12.2014-10.12.2014 tarihleri arasında “Günümüzde Yeni Dinî
Anlayışlar; Dinî Bilgi, Eğitim ve Din Hizmetleri” adı altında V. Din Şûrası
düzenlendi. Söz konusu şûranın 31 maddelik sonuç bildirgesi ise
13.12.2014 tarihinde yayınlandı.
Din Şûrası’nın Sonuç
Bildirgesi’ni analiz etmeden önce onu düzenleyen kurumun misyon ve amacına
bakmamız gerekmektedir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı, Hilâfet’in ilga
edildiği gün olan 3 Mart 1924 tarihinde Şeriye ve Evkaf Vekâletinin yerine
ihdas edilmiştir. Mustafa Kemal’in emriyle İslâm dininin inançları, ibadet ve
ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak(!)
ve ibadet yerlerini yönetmek üzere Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına bağlı bir
teşkilat olarak kurulmuştur.
Anayasanın 136.
maddesinde; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik
ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve
milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen
görevleri yerine getirir.” denilerek teşkilatın hareket alanı ve misyonu
belirlenmiştir.
Esas soru şu: Laik bir
devlet neden Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kuruma ihtiyaç duyar? Hilâfet’i
ilga eden, şeriat hükümlerini yürürlükten kaldıran, laik rejim neden Din Şûrası
düzenler? İslâm’ın temel nassları olan Kur’an ve Sünnet’in diline ve hatta
elifbasına tahammülü olmayan bir rejimin dine olan ilgisinin temelinde yatan
nedir? İslâm’ın şiarından olan ezanı
yasaklayan bir zihniyetin “Din konusunda toplumu aydınlatmak”tan kastı
ne olabilir?
Gerçek şu ki; 3 Mart
1924’te Hilâfet’in ilga edilmesiyle İslâm dini Batı’nın laik anlayışına uygun
bir konuma hapsolunmuştur. Laiklik esası üzerine kurulan yeni Devlet İslâm’ı
fiilen kul ve Allah arasında sübjektif bir ilişkiye indirgemiştir. Hâlbuki İslâm’ın
doğası buna el vermemekteydi. İslâm’ın Batı dünyasının karşı karşıya olduğu
Hıristiyanlık ve sair dinlerden farklı olarak içinde bir hayat nizamını
barındırması ve asırlarca muhtelif halkları yönetmiş olması yeni rejim
sahiplerini derin kaygılara sürüklemiştir. Bu yüzden Batı’nın “din ve devlet
işlerinin birbirinden ayrı olması ve dinin tamamen sivil toplum kuruluşlara
bırakılması” şeklinde tanımlayıp hayata geçirdiği uygulamanın ötesine geçilmesi
şarttı.
Batı, laikliği
yerleştirmek için pilot bölge olarak İslâm’ın kök saldığı Anadolu topraklarını
seçmiş ve bunu başarmak için her yolu mubah saymıştır. İslâm akidesinin gücü ve
kuşatıcılığının farkında olan Batı, kendi hâline bırakıldığında İslâm’ın
yeniden hayata hâkim olacağını iyi hesap etmiştir. Halkın İslâm’a ulaşmasını
engellemek için yerli işbirlikçilerinin eliyle türlü kontrol mekanizmaları kurmuştur.
Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olmasının da ötesine geçilerek devlet
kontrolünde din anlayışıyla hareket edilmiştir. İşte o gün bugündür devlet, İslâm’ın
laik rejime zarar vermeyecek şekilde algılanması için Diyanet İşleri
Başkanlığı’nı ihdas etmiştir. Nitekim İslâm’ın bizatihi devlet olduğunu, din ve
devletin bir biriden ayrı olamayacağını, laiklik ile İslâm’ın bir arada
olamayacağını, Hilâfet’in ilgasının büyük bir cürüm olduğunu söyleyerek yeni
rejime karşı çıkan zatlar ya Mustafa Sabri Efendi gibi sürgün edilmişler veya
da Şeyh Said gibi (Allah her ikisinden de razı olsun) şehit
edilmişlerdir.
Nitekim I. Şûra’dan
tutun da V. Şûra’ya kadar, hep aynı üslup ve hep aynı kaygı mevcuttur. 4 Kasım
1993’te I. Din Şûrası Genel Kurulu, Diyanet İşleri Başkanı’nın başkanlığında
toplanan kurul V. Şûra ile niyet ve içerik bakımından aynı olan 37 maddelik bir
Sonuç Bildirgesi yayınlamıştır. Şu farkla ki; V. Şûra’da yakın zamanda “dini
bir cemaat”ten hükümete yönelik girişilen darbe türü komplonun izleri
görülmektedir. Ayrıca İslâm dünyasındaki uyanışın laik rejimleri sarstığı
günümüzde, laikliğin en esnek biçimiyle dine yaklaşıldığı da gözden
kaçmamaktadır. Bu yaklaşımı besleyen iki faktörden biri demokratik kültürün
yerleşip kök saldığına olan güven, diğeri ise militarist laikliğin Müslüman’ın köklerine
dönmesine neden olabileceği korkusudur.
Ayrıca yukarda belirttiğimiz
gibi Laik T.C.’nin yine laik olan bir kurumu tarafından düzenlemiş bir şûra
olduğu göz ardı edilerek okunduğunda, çok iddialı cümlelerin oluşturduğu kaygan
zeminde kişinin hakikatten kopması işten bile değildir. Mesela bildirgenin girişinde sarf edilen şu
cümleye bir bakalım: “İslâm, insanın dünya ve
ahiret saadetini sağlayan, tüm insanlığı ezeli hakikatin evrensel çağrısıyla
buluşturan son ilahi dinin adıdır. Bütün peygamberler, aslında bu çağrıyı
insanlara ulaştırmak için gönderilmişlerdir. Tevhid, adalet ve meadı esas alan
Kur’an-ı Kerim’in rehberliğinde Hz. Peygamber hukuk, adalet, ahlak ve fazilete
dayalı örnek bir toplum inşa etmiş; var olan tefrika ve çatışmaları inanç,
kardeşlik ahlâkı ve objektif hukuk çerçevesinde çözüme kavuşturmuş ve tüm
zamanlar için örnek olabilecek bir sosyal bünye vücuda getirmiştir.”
Ne var ki; Bildirge’nin
3. Maddesinde “Çağımızda dini görünümlü baskı, şiddet ve vahşet
üreten, dinî duyguları istismar eden, hakikati sadece kendinde gören, hedefine
ulaşmak için her yolu mubah sayan, dinî hizmetleri güç devşirmeye ve çıkar
sağlamaya matuf bir araca dönüştüren, dinî değerleri hiçe sayarak pragmatist
tutumu esas alan ve bütün Müslümanları derinden yaralayan bu tutum ve
davranışlara karşı toplumsal bir bilinç geliştirilmeli ve bunun gereği olarak
insan yetiştirme süreç ve mekanizmaları yeniden gözden geçirilmelidir.” denilerek
İslâm’ın doğru anlaşılmasının önündeki engeller sıralanırken çağımızın düşünce
vebası hükmünde olan ve belki de yukarıda bahsi geçen birçok düşünce sapmasının
zeminini teşkil eden demokratik düşünceye hiç mi hiç vurgu yapılmamıştır.
Diğer taraftan, 6.
Maddede; “Bütün dünyayı
kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan ve mega idealler peşinde koşarak özel bir
misyon edasıyla hareket eden dinî yapılar, modern zamanların ürettiği karakteristik
yapılardır.” denilerek Allah’ın vaadi olan evrensel bir İslâm
Devleti’ni hedef edinen ihlaslı Müslümanlar küçümsenmiştir. Fikir liderliğine
dayalı hareketler ile şahsa dayalı hareketler aynı çerçevede değerlendirilerek
kasıtlı bir çarpıtma yoluna gidilmiştir. Paralel yapıya vurgu yapılırken İslâm’ın
hedefi olan “Yeryüzünde fitneyi bitirme ve dini yalnızca Allah’a has kılma”
hedefi ütopya olarak değerlendirilmiştir.
7. Madde de ise “Bir
din olarak İslâm, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu, toplumsal yönetim biçimi
olarak siyaset de toplumsal barışı ve sosyal refahı esas alır. Beşerî zaafları
bünyesinde barındıran siyasi programları İslâm’la özdeşleştirmek, İslâmî
hakikatlerin zedelenmesine ve yıpranmasına neden olabilir. Dolayısıyla İslâm’ın
her zaman ve zeminde herkesi kuşatan ve herkese çok yönlü ilham veren çağrısını
ulaştırmak için anlaşılabilir güncel bir dille tebliğ ve irşad faaliyetlerine
ağırlık verilmelidir.” denilerek din ve siyasetin arasını ayırarak
güya dine bir ulviyet izafe edilmiştir. İşte laik çevrelerin Müslüman halkları
aldattığı yol ayrımı tam da bu noktada kendini göstermektedir. Yani denilmek
İsteniyor ki; din çok ulvi hakikatler ile ilgilenmektedir. Siyaset ve yönetmek
gibi hayati bir faaliyetle ilgisi yoktur. İşte Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
ihdas edilmesindeki sebep bu düşüncenin yerleşmesinin sağlanmasıdır. Sair dinî
hizmetlerin devlet tarafından deruhte edilmesindeki neden de ayniyle budur.
10. Madde de; “Başta
İslâm dünyası olmak üzere dünyanın belli başlı bölgelerinde cereyan eden dinî
hadise ve oluşumları anlamak ve doğurdukları sonuçları sağlıklı
değerlendirebilmek için bilimsel bilgi üretimine duyulan ihtiyaç aşikârdır. Bu
amaçla din ve toplum kavramları ekseninde bir bilgi yönetim merkezi
kurulmalıdır. Bu merkez genelde din, özelde İslâm ve İslâm’ın tarihî süreçte
toplum üzerindeki etkisiyle ilgili akademik ve bilimsel araştırmalar yapar,
yaptırır ve bu konularla ilgili bilgi ve dokümantasyon merkezi oluşturur. Türkiye ve dünyadaki değişim ve gelişmeleri
dikkate alarak, bir din, kültür ve medeniyet olarak İslâm’ın günümüzde
oluşturduğu etki ve din eksenli güncel sorunlar üzerinde sosyal araştırmalar
yapar ve yaptırır, ulaşılan sonuçları, ilgili kamuoyu, kurum ve kuruluşlarla
paylaşarak çözüm seçeneklerinin oluşmasına katkıda bulunur.” denilerek İslâm
devlet tarafından tamamen kuşatılmak istenmektedir.
Diğer maddelerdeki
mevzular tâli derecede olduğundan değerlendirmeye değer görmüyorum.
Tabii ki Cumhurbaşkanı
R. Tayyip Erdoğan’ın bu milletin Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan Fransa
usulü militarist laiklikten ve demokrasiye balans ayarı veren darbelerden
çektiklerini dile getirdiği konuşması oldukça dramatiktir. Fakat bütün o
serzenişler laikliğin sınırları içinde kalan şikâyetlerdir. Nitekim yol
ayırımında olan Mısır halkına laikliği tavsiye eden ve Suriye kıyamında
demokratları örgütleyen bir liderden daha fazla ne beklenebilir?
Halkımız iyi niyet
yorgunu ve kurbanı bir halk olmasına rağmen belirsizlikler karşısında yeniden
mevcut olana inanmak ve güvenmek eğilimindedir. Bu halk, kişilere değil de
fikir ve metoda güvenme seviyesine ulaştığı gün kurtuluşa erecektir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış