Geçen yüzyılın ortalarından itibaren Müslüman toplumlarda İslam’ın
ekonomik, sosyal, siyasi vb. ilişkileri düzenleyen kapsamlı ve kuşatıcı bir
siyasi düzen olduğu noktasında farkındalık oluşmaya başladı. Bu farkındalık
birçok İslam beldesinde yaygınlaştığında ve halklar seküler formda oluşturulmuş
siyasal düzenlerin İslam temelli değişimi yönünde aksiyon almaya başladığında
Batı’da tehlike çanları çalmaya başladı. Düşünce kuruluşları, stratejik
araştırma merkezleri ve siyasiler bu yönelimi “İslamizm”, “siyasal İslam” vb.
kavramlarla tanımlamaya başladılar. İslami hayatı var etme hareketine karşı
yerel ve küresel ölçekte düşmanlaştırmayı hedefleyen bir tanımlama olarak “siyasal
İslam” kavramı, tedavüle böylece girmiş oldu.
“Siyasal İslam” denildiğinde herkes aynı şeyi anlamıyor elbette. Hayata
Batılı seküler pencereden bakanlara göre din, insan ile Allah arasında özel bir
meseledir ve din ile siyasetin ilgisi yoktur. Dolayısıyla dini, ilgili olmadığı
siyaseti tanzim eden kurallar manzumesi olarak sunmak, siyasi hedeflere ulaşmak
için taraftarlarınca ileri sürülmüş-uydurulmuş bir düşüncedir. Bu anlamıyla
siyasal İslam kavramı, İslami hayatı var etme yolunda Müslümanların uydurduğu
beşerî bir ideoloji gibi sunulmaktadır.
Bir başka manada siyasal İslam, laik sistem içinde yer alan söylemleriyle Müslüman
kimliğini öne çıkaran siyasetçilerin politika ve icraatlarını ifade etmek için
de kullanılmaktadır. Bu yönüyle laik, demokratik, liberal hâsılı Batılı dünya
görüşü ekseninde ve kurulu siyasal düzen içinde yapılan siyaset de, öncülerinin
bireysel yaşamlarındaki İslami eğilimlere bakılarak İslam’a nispet
edilebilmektedir ki bu, son derece yanlıştır.
Evet, siyasal İslam kavramının kullanımı, bazı önemli mahzurlar
barındırmaktadır. Öncelikle bu kavram, “siyasi olan” ve “siyasi olmayan” iki
tür İslam olduğu manasına geliyor ki bu, doğru değildir. İslam, İslam’dır; kişinin
Allah ile, kişinin kendisi ile, kişinin diğerleri ile ilişkilerini düzenleyen
kurallar bütünüdür. Kişinin kendisi ile ilişkisi; ahlak, Allah ile ilişkisi; itikat
ve ibadet, diğerleri ile ilişkisi ise muamelat kapsamına girer ki, düzenlenmeyi
gerektirir. “İbadetsel İslam”, “ahlaksal İslam” vb. terkiplerinin kullanılması
nasıl uygun değilse “siyasal İslam” terkibi de uygun değildir. Şayet bu terkip
(klasik fıkıhta sistemleştirildiği şekliyle “ahkâm-ı sultâniye” terkibi gibi)
devlet yönetimine dair şer’î hükümlerin bütünü anlamında, siyasi alana özgü
hükümleri ifade etmek için kullanılıyorsa bu anlamıyla kullanmakta sakınca
olmayabilir. Ancak dinin, kişi ile Allah arasında bir olgu olduğu, dolayısıyla
dini ilgili olmadığı bir alana taşımayı ifade etmek için kullanılıyorsa bu
doğru değildir. Keza tüzüğü, parti programı ve icraatları yani siyaset etme
biçimi şer-i şerîf’e/İslam’a uygun olmadığı halde kimi partilerin veya siyasi
aktörlerin düşünce ve eylemlerini ifade anlamında kullanılıyorsa bu da doğru
değildir. Nitekim günümüzde bu kavrama yüklenen anlam veya çağrıştırdığı
anlamlar bunlardır ve bu şekilde olduğu sürece siyasal İslam kavramının
kullanımı zinhar doğru değildir.
İslam, ruhi ve siyasi bir dindir. Yani İslam insan, hayat evren maddesinin
öncesinde varlığı mutlak olan Allah Teâlâ’dan gelmesi bakımından ruhi; tüm
insan ilişkilerini düzenleyici hükümler içermesi bakımında siyasi bir dindir.
Dolayısıyla İslam, din ve devlettir. Ancak İslam’ın yüzyıldır devlet düzeni
olarak uygulanmamasından dolayı ve dinin birey ile Allah arasında ilişkileri
düzenleyen olgu olarak anlaşılmasından dolayı insanlar, bireysel yaşamında
ibadet vb. Müslüman kimliği ile temayüz eden namzetleri “İslamcı”, onların
siyasetlerini de “siyasal İslam” olarak niteleyebilmektedirler. Hâlbuki gerçek
kişiler ile tüzel kişileri/kurumları değerlendirme ölçekleri farklıdır. Şahıs
ile devlet veya siyasi parti olgularını birbirinden ayrı değerlendirmek
gerekir. İslam hukuk literatüründe devlet başkanının şahsında “Müslüman olmak”
ve “fasık olmamak” gibi şartlar aranırken devletin kurumsal kimliğinde “İslam
ahkâmının uygulanıyor olması” şartı aranmıştır. Bu bile tek başına ulemanın
kişisel ve kurumsal yapılar için özel şartlar ve kriterler belirlediklerini
göstermektedir.
Bu girizgâhtan sonra siyasal İslam yakıştırmasının yapıldığı AK Parti’nin
buna ne kadar uygun düştüğüne bakmamız gerekiyor. Yöneticilerinin inanç ve
ibadetleri yani Allah’la aralarında kişisel ilişkileri bir kenara bırakılacak
olursa, partiyi bir araya getiren, ona ruhunu ve kurumsal şahsiyetini veren şey,
tüzüğü ve parti programıdır. İncelendiğinde, AK Parti’nin tüzüğünü ve parti
programını, İslam hükümlerinden derlemediği görülecektir.
Siyasal İslam nitelemesi şayet program, politika ve pratiklerin İslami
fıkhi-siyasi ahkâma uygunluğunu ifade ediyorsa bu nitelemenin yakıştırıldığı
partilerin tüzük, program ve muhalefetteyken veya iktidardayken pratiklerinin,
nitelendirildikleri İslâm’ın fıkhi-siyasi ahkâmına dayanması gerekirdi. Ne var
ki AK Parti’nin siyasal İslam olarak nitelenmesinin nedeni, sadece yönetici ve
destekçilerinin Müslüman bireyler olmalarıdır. Oysa partiler tüzel kimliklerdir
ve tüzükleri, muhalefette iken tenkitleri, iktidarda iken icraatları dinden
ayrı olduğunda “siyasi İslâmi parti” olarak nitelenemezler.
Keza AK Parti -öncesindeki partiler gibi- Batılı paradigmayı referans
alması, Batılı paradigma temelinde “kurulu iktidar”ı değişimin/gelişimin metodu
olarak görmesi ve “kurulu düzen” içinde kalarak salt ekonomik büyümeyi
hedeflemesi açısından tamamen dünyevi, profan ve seküler bir partidir. AK
Parti’ye kurumsal kimliğini veren tüzük, parti programı ve icraatlarında bu net
bir şekilde görülebilmektedir. Keza bunu teyit eden ifadeler de bizzat parti
yöneticilerinin beyanatlarında defaatle yer almıştır. Ancak bunların
zikredilmesi makalenin hacmini fazlasıyla aşacaktır. Bu sebeple sadece çarpıcı
ve güncel bir örnekle yetineceğiz. AK Parti Grup Başkan Vekili Özlem Zengin’in
bir röportajında, din-siyaset-hukuk ilişkileri konusunda ortaya koyduğu
yaklaşım, bırakın İslam’ı referans almayı buna karşı yüksek alerjik tavır
sergilediğini gösteriyor. Şöyle söylüyor Özlem Zengin: “Araya dinle ilgili
bir referans girdiği zaman siz ne söylerseniz söyleyin onunla rekabet etme
şansınız kalmıyor. Oysaki siz hukuken var olan bir gerçeklikten
bahsediyorsunuz. Tezlerimizi savunurken; din ile dini yan yana koymalıyız,
hukuk ile hukuku.” Hukukun din referans alarak üretilemeyeceğini, siyasetin
dinden bağımsız olması gerektiğini ifade eden bir siyasetin İslam’a nispet
edilmesi elbette doğru değildir.
Türkiye’de ve dünyada siyasal İslam yükselişte mi, düşüşte mi?
Tabii ki böyle bir soru, siyasal İslam kavramına yüklediğimiz anlamdan ve
sahip olduğumuz perspektiften bağımsız cevaplanamaz. Kanaatimizce İslami
hayatın var edilmesi düşüncesi, Türkiye’de ve dünyada yükseliştedir. Bu iddia
birçok yönden ispatlanabilir. Şu kadarını söyleyelim ki; Türkiye’de 16 Nisan 2017’de
yapılan referandumla sistem değişikliğine gidildiğinde AK Partiye yakın kimi
çevreler sosyal mecralarda başkanlık sisteminin bir sonraki adımının “Hilâfet”
olduğunu ifade etmişlerdir. 90 yıllık kökleşmiş parlamenter sistemin
değiştirilebilmesi için ihtiyaç duyulan halk desteği ancak böyle bir kaldıraç
sayesinde mümkün olabilmiştir. Şayet siyasetçiler ve toplum mühendisleri
herhangi bir değişim düşündüklerinde onu dinî söylemleri, kavram ve kurumlarını
kullanarak yapabiliyorlarsa bu, dinin yükselişte olduğu anlamına gelir. Ancak
dinin rüzgârını yelkenlerine alıp ilerleyebileceklerini düşündükleri
anlaşılmaktadır.
Dünyada da İslami trend yükseliştedir. 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve
onlarca Arap ve Afrika ülkesine sıçrayan halk ayaklanmaları, sadece kötü yaşam
koşullarına ve dikta-kukla rejimlere değil, arkasındaki efendilerine velhasıl
küresel kapitalist sisteme karşıydı. Onlarca ülkede meydanların en sık
başvurulan sloganı “Halk rejimi devirmek istiyor!” sloganıydı. Ancak Batılı
siyaset mühendisleri ve İslam coğrafyasındaki işbirlikçiler süreci manipüle
etmeyi başardılar. Lakin halkların ayaklanmasına neden olan kronik sorunların
hiçbirisi çözülmediği gibi kangren olmuş durumda, bu biliniyor.
Siyasi sahneden el çektirilmesinin ardından yüz yıldır İslam’ın
coğrafyasını cehenneme çeviren kapitalist yağmacı düzenin alternatifi, İslam’dan
başkası değil. Bu iddianın bir faraziye olmadığını ispat için bizatihi
uzmanlara ait sayısız değerlendirmelerden sadece birini dikkatlerinize sunmak
istiyorum. CIA’in Eski Başkanı Michael Hayden, Suriye özelinde İslam
beldelerindeki ayaklanmalarla ilgili olarak şunları söylüyor: “‘Suriye’nin
çözülmesi’ ve 1916 Sykes-Picot Antlaşması’yla sınırları çizilen devletin
ortadan kalkmasıdır. Bu, Sykes-Picot’un sona ermesi ve I. Dünya Savaşı’ndan
sonra çizilen bütün yapay sınırların ortadan kalkması anlamına gelir.
Devletin çözülmesi ve Sykes-Picot’un fiilî olarak ortadan kalkması
ihtimalinden derin endişe duyuyorum.” Hayden, devamla; bu
durumda ortaya “medeniyetlerin kesişme noktasında yönetilmeyen bir
alan” çıkacağını söylüyor ve tabloyu daha da netleştiriyor: “Suriye’de
devam etmekte olan sürecin esası, Ortadoğu coğrafyasının önemli bir bölümünün
Sünni fundamentalizmi tarafından ele geçirilmesi, Suriye devletinin ve
bildiğimiz anlamda Levant’ın patlamasıdır.”[1]
Normalde haber bültenlerinin ve siyasi analiz programlarının günlerce
tartışması gereken bu tür analizler kamuoyunun dikkatlerinden kaçırılırken “siyasal
İslam’ın çöküşü” safsatası hakkında ise yaygara kopartılmaktadır. Psikolojik
harp taktikleri ve algı mühendisliği ürünü olduğundan kuşku duyulmayan bu
gayretler yeni değildir. Fransız Yazar Olivier Roy’un 1992 yılında İran
tecrübesini nazara alarak yazdığı, “Siyasal İslam’ın İflası” tezi çok çabuk çöp
olmuştu. Zira İran, İslam devleti değildi; Fars ırkını esas alan laik ulus
devletti. Sünni coğrafyadaki diğer laik ulus devletlerden farkı sadece molla
rejimi olmasıydı. Ama Olivier Roy ve onun gibileri, algıları yönetmek için
sahaya süren Batı, birkaç on yıl geçmeden bütün bölge halklarının
ayaklanmalarıyla irkildi. Öyle irkildi ki, birçok ülkede kuklalarını kaybeden
Amerikan Başkanı Obama, son kuklayı da devirmek üzere olan Suriye halkı
hakkında “saçlarımı ağarttı” ifadesini kullanmıştı. Ve Amerika, İslam’ın
iflasını ilan etmek için uygunsuzca kullandığı -sözde- İslam devrimi ülkesine,
bu devrimleri kanla bastırma görevini vererek iflas için örnek gösterdiği
ülkenin kukla rejimlerinden biri olduğunu gizleyemez oldu.
Fas, Tunus, Mısır ve Türkiye tecrübelerinden hareketle “Siyasal İslam
çöktü!” türünden yapılan değerlendirmeler, aslında kapitalist siyasetin
çöküşüne işaret ediyor. Çünkü bu ülkelerde -sözüm ona- “İslamcı” denilse de
partilere tüzük, program ve siyasetlerini dinin hükümlerinden derlemelerine
izin verilmiyor. Rabbimizin “tüm sorunlarımız için şifa”, “âlemler için rahmet”
olarak nitelediği İslam’ı hayattan bu sistemler ayırıyor. Söz gelimi; halk
hastalıktan kırılıyor, eczanelerin kapısına kilit vurulmuş. İlaçla, şifa
kaynağıyla hastaların bağı koparılmış. İlaç ulaşılamayacak hale getirildiği
gibi hastalara bizzat sistem tarafından yapay, sentetik ilaçlar verilmiş… Daha
sonra da gerçek ilaç hakkında olumsuz yakıştırmalar yapılıyor. Böyle bir
vasatta bir düşüşten söz edilecekse kapitalist sistemin düşüşünü gizlemek için
sahnelediği oyunun perdesinin düşüşünden söz etmek daha doğru olur.
[يُر۪يدُونَ
لِيُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ
كَرِهَ الْكَافِرُونَ] “Onlar, Allah’ın nurunu
ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah nurunu
tamamlayacaktır.”[2]
[1]
Levant bölgesi; Suriye, Lübnan,
Filistin, Irak, İsrail, Ürdün’ü içine alan İslam coğrafyasının merkezî
bölgesidir.
[2]
Saf Suresi 8
Yorumlar