SİYASAL İSLAM VE ÇÖKÜŞ HURAFESİ

Dr. Abdurrahim Şen

Geçen yüzyılın ortalarından itibaren Müslüman toplumlarda İslam’ın ekonomik, sosyal, siyasi vb. ilişkileri düzenleyen kapsamlı ve kuşatıcı bir siyasi düzen olduğu noktasında farkındalık oluşmaya başladı. Bu farkındalık birçok İslam beldesinde yaygınlaştığında ve halklar seküler formda oluşturulmuş siyasal düzenlerin İslam temelli değişimi yönünde aksiyon almaya başladığında Batı’da tehlike çanları çalmaya başladı. Düşünce kuruluşları, stratejik araştırma merkezleri ve siyasiler bu yönelimi “İslamizm”, “siyasal İslam” vb. kavramlarla tanımlamaya başladılar. İslami hayatı var etme hareketine karşı yerel ve küresel ölçekte düşmanlaştırmayı hedefleyen bir tanımlama olarak “siyasal İslam” kavramı, tedavüle böylece girmiş oldu.

“Siyasal İslam” denildiğinde herkes aynı şeyi anlamıyor elbette. Hayata Batılı seküler pencereden bakanlara göre din, insan ile Allah arasında özel bir meseledir ve din ile siyasetin ilgisi yoktur. Dolayısıyla dini, ilgili olmadığı siyaseti tanzim eden kurallar manzumesi olarak sunmak, siyasi hedeflere ulaşmak için taraftarlarınca ileri sürülmüş-uydurulmuş bir düşüncedir. Bu anlamıyla siyasal İslam kavramı, İslami hayatı var etme yolunda Müslümanların uydurduğu beşerî bir ideoloji gibi sunulmaktadır.

Bir başka manada siyasal İslam, laik sistem içinde yer alan söylemleriyle Müslüman kimliğini öne çıkaran siyasetçilerin politika ve icraatlarını ifade etmek için de kullanılmaktadır. Bu yönüyle laik, demokratik, liberal hâsılı Batılı dünya görüşü ekseninde ve kurulu siyasal düzen içinde yapılan siyaset de, öncülerinin bireysel yaşamlarındaki İslami eğilimlere bakılarak İslam’a nispet edilebilmektedir ki bu, son derece yanlıştır.

Evet, siyasal İslam kavramının kullanımı, bazı önemli mahzurlar barındırmaktadır. Öncelikle bu kavram, “siyasi olan” ve “siyasi olmayan” iki tür İslam olduğu manasına geliyor ki bu, doğru değildir. İslam, İslam’dır; kişinin Allah ile, kişinin kendisi ile, kişinin diğerleri ile ilişkilerini düzenleyen kurallar bütünüdür. Kişinin kendisi ile ilişkisi; ahlak, Allah ile ilişkisi; itikat ve ibadet, diğerleri ile ilişkisi ise muamelat kapsamına girer ki, düzenlenmeyi gerektirir. “İbadetsel İslam”, “ahlaksal İslam” vb. terkiplerinin kullanılması nasıl uygun değilse “siyasal İslam” terkibi de uygun değildir. Şayet bu terkip (klasik fıkıhta sistemleştirildiği şekliyle “ahkâm-ı sultâniye” terkibi gibi) devlet yönetimine dair şer’î hükümlerin bütünü anlamında, siyasi alana özgü hükümleri ifade etmek için kullanılıyorsa bu anlamıyla kullanmakta sakınca olmayabilir. Ancak dinin, kişi ile Allah arasında bir olgu olduğu, dolayısıyla dini ilgili olmadığı bir alana taşımayı ifade etmek için kullanılıyorsa bu doğru değildir. Keza tüzüğü, parti programı ve icraatları yani siyaset etme biçimi şer-i şerîf’e/İslam’a uygun olmadığı halde kimi partilerin veya siyasi aktörlerin düşünce ve eylemlerini ifade anlamında kullanılıyorsa bu da doğru değildir. Nitekim günümüzde bu kavrama yüklenen anlam veya çağrıştırdığı anlamlar bunlardır ve bu şekilde olduğu sürece siyasal İslam kavramının kullanımı zinhar doğru değildir.

İslam, ruhi ve siyasi bir dindir. Yani İslam insan, hayat evren maddesinin öncesinde varlığı mutlak olan Allah Teâlâ’dan gelmesi bakımından ruhi; tüm insan ilişkilerini düzenleyici hükümler içermesi bakımında siyasi bir dindir. Dolayısıyla İslam, din ve devlettir. Ancak İslam’ın yüzyıldır devlet düzeni olarak uygulanmamasından dolayı ve dinin birey ile Allah arasında ilişkileri düzenleyen olgu olarak anlaşılmasından dolayı insanlar, bireysel yaşamında ibadet vb. Müslüman kimliği ile temayüz eden namzetleri “İslamcı”, onların siyasetlerini de “siyasal İslam” olarak niteleyebilmektedirler. Hâlbuki gerçek kişiler ile tüzel kişileri/kurumları değerlendirme ölçekleri farklıdır. Şahıs ile devlet veya siyasi parti olgularını birbirinden ayrı değerlendirmek gerekir. İslam hukuk literatüründe devlet başkanının şahsında “Müslüman olmak” ve “fasık olmamak” gibi şartlar aranırken devletin kurumsal kimliğinde “İslam ahkâmının uygulanıyor olması” şartı aranmıştır. Bu bile tek başına ulemanın kişisel ve kurumsal yapılar için özel şartlar ve kriterler belirlediklerini göstermektedir.

Bu girizgâhtan sonra siyasal İslam yakıştırmasının yapıldığı AK Parti’nin buna ne kadar uygun düştüğüne bakmamız gerekiyor. Yöneticilerinin inanç ve ibadetleri yani Allah’la aralarında kişisel ilişkileri bir kenara bırakılacak olursa, partiyi bir araya getiren, ona ruhunu ve kurumsal şahsiyetini veren şey, tüzüğü ve parti programıdır. İncelendiğinde, AK Parti’nin tüzüğünü ve parti programını, İslam hükümlerinden derlemediği görülecektir.

Siyasal İslam nitelemesi şayet program, politika ve pratiklerin İslami fıkhi-siyasi ahkâma uygunluğunu ifade ediyorsa bu nitelemenin yakıştırıldığı partilerin tüzük, program ve muhalefetteyken veya iktidardayken pratiklerinin, nitelendirildikleri İslâm’ın fıkhi-siyasi ahkâmına dayanması gerekirdi. Ne var ki AK Parti’nin siyasal İslam olarak nitelenmesinin nedeni, sadece yönetici ve destekçilerinin Müslüman bireyler olmalarıdır. Oysa partiler tüzel kimliklerdir ve tüzükleri, muhalefette iken tenkitleri, iktidarda iken icraatları dinden ayrı olduğunda “siyasi İslâmi parti” olarak nitelenemezler.

Keza AK Parti -öncesindeki partiler gibi- Batılı paradigmayı referans alması, Batılı paradigma temelinde “kurulu iktidar”ı değişimin/gelişimin metodu olarak görmesi ve “kurulu düzen” içinde kalarak salt ekonomik büyümeyi hedeflemesi açısından tamamen dünyevi, profan ve seküler bir partidir. AK Parti’ye kurumsal kimliğini veren tüzük, parti programı ve icraatlarında bu net bir şekilde görülebilmektedir. Keza bunu teyit eden ifadeler de bizzat parti yöneticilerinin beyanatlarında defaatle yer almıştır. Ancak bunların zikredilmesi makalenin hacmini fazlasıyla aşacaktır. Bu sebeple sadece çarpıcı ve güncel bir örnekle yetineceğiz. AK Parti Grup Başkan Vekili Özlem Zengin’in bir röportajında, din-siyaset-hukuk ilişkileri konusunda ortaya koyduğu yaklaşım, bırakın İslam’ı referans almayı buna karşı yüksek alerjik tavır sergilediğini gösteriyor. Şöyle söylüyor Özlem Zengin: “Araya dinle ilgili bir referans girdiği zaman siz ne söylerseniz söyleyin onunla rekabet etme şansınız kalmıyor. Oysaki siz hukuken var olan bir gerçeklikten bahsediyorsunuz. Tezlerimizi savunurken; din ile dini yan yana koymalıyız, hukuk ile hukuku.” Hukukun din referans alarak üretilemeyeceğini, siyasetin dinden bağımsız olması gerektiğini ifade eden bir siyasetin İslam’a nispet edilmesi elbette doğru değildir. 

Türkiye’de ve dünyada siyasal İslam yükselişte mi, düşüşte mi?

Tabii ki böyle bir soru, siyasal İslam kavramına yüklediğimiz anlamdan ve sahip olduğumuz perspektiften bağımsız cevaplanamaz. Kanaatimizce İslami hayatın var edilmesi düşüncesi, Türkiye’de ve dünyada yükseliştedir. Bu iddia birçok yönden ispatlanabilir. Şu kadarını söyleyelim ki; Türkiye’de 16 Nisan 2017’de yapılan referandumla sistem değişikliğine gidildiğinde AK Partiye yakın kimi çevreler sosyal mecralarda başkanlık sisteminin bir sonraki adımının “Hilâfet” olduğunu ifade etmişlerdir. 90 yıllık kökleşmiş parlamenter sistemin değiştirilebilmesi için ihtiyaç duyulan halk desteği ancak böyle bir kaldıraç sayesinde mümkün olabilmiştir. Şayet siyasetçiler ve toplum mühendisleri herhangi bir değişim düşündüklerinde onu dinî söylemleri, kavram ve kurumlarını kullanarak yapabiliyorlarsa bu, dinin yükselişte olduğu anlamına gelir. Ancak dinin rüzgârını yelkenlerine alıp ilerleyebileceklerini düşündükleri anlaşılmaktadır.

Dünyada da İslami trend yükseliştedir. 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve onlarca Arap ve Afrika ülkesine sıçrayan halk ayaklanmaları, sadece kötü yaşam koşullarına ve dikta-kukla rejimlere değil, arkasındaki efendilerine velhasıl küresel kapitalist sisteme karşıydı. Onlarca ülkede meydanların en sık başvurulan sloganı “Halk rejimi devirmek istiyor!” sloganıydı. Ancak Batılı siyaset mühendisleri ve İslam coğrafyasındaki işbirlikçiler süreci manipüle etmeyi başardılar. Lakin halkların ayaklanmasına neden olan kronik sorunların hiçbirisi çözülmediği gibi kangren olmuş durumda, bu biliniyor.

Siyasi sahneden el çektirilmesinin ardından yüz yıldır İslam’ın coğrafyasını cehenneme çeviren kapitalist yağmacı düzenin alternatifi, İslam’dan başkası değil. Bu iddianın bir faraziye olmadığını ispat için bizatihi uzmanlara ait sayısız değerlendirmelerden sadece birini dikkatlerinize sunmak istiyorum. CIA’in Eski Başkanı Michael Hayden, Suriye özelinde İslam beldelerindeki ayaklanmalarla ilgili olarak şunları söylüyor: “‘Suriye’nin çözülmesi’ ve 1916 Sykes-Picot Antlaşması’yla sınırları çizilen devletin ortadan kalkmasıdır. Bu, Sykes-Picot’un sona ermesi ve I. Dünya Savaşı’ndan sonra çizilen bütün yapay sınırların ortadan kalkması anlamına gelir. Devletin çözülmesi ve Sykes-Picot’un fiilî olarak ortadan kalkması ihtimalinden derin endişe duyuyorum. Hayden, devamla; bu durumda ortaya medeniyetlerin kesişme noktasında yönetilmeyen bir alançıkacağını söylüyor ve tabloyu daha da netleştiriyor: “Suriye’de devam etmekte olan sürecin esası, Ortadoğu coğrafyasının önemli bir bölümünün Sünni fundamentalizmi tarafından ele geçirilmesi, Suriye devletinin ve bildiğimiz anlamda Levant’ın patlamasıdır.”[1]

Normalde haber bültenlerinin ve siyasi analiz programlarının günlerce tartışması gereken bu tür analizler kamuoyunun dikkatlerinden kaçırılırken “siyasal İslam’ın çöküşü” safsatası hakkında ise yaygara kopartılmaktadır. Psikolojik harp taktikleri ve algı mühendisliği ürünü olduğundan kuşku duyulmayan bu gayretler yeni değildir. Fransız Yazar Olivier Roy’un 1992 yılında İran tecrübesini nazara alarak yazdığı, “Siyasal İslam’ın İflası” tezi çok çabuk çöp olmuştu. Zira İran, İslam devleti değildi; Fars ırkını esas alan laik ulus devletti. Sünni coğrafyadaki diğer laik ulus devletlerden farkı sadece molla rejimi olmasıydı. Ama Olivier Roy ve onun gibileri, algıları yönetmek için sahaya süren Batı, birkaç on yıl geçmeden bütün bölge halklarının ayaklanmalarıyla irkildi. Öyle irkildi ki, birçok ülkede kuklalarını kaybeden Amerikan Başkanı Obama, son kuklayı da devirmek üzere olan Suriye halkı hakkında “saçlarımı ağarttı” ifadesini kullanmıştı. Ve Amerika, İslam’ın iflasını ilan etmek için uygunsuzca kullandığı -sözde- İslam devrimi ülkesine, bu devrimleri kanla bastırma görevini vererek iflas için örnek gösterdiği ülkenin kukla rejimlerinden biri olduğunu gizleyemez oldu.

Fas, Tunus, Mısır ve Türkiye tecrübelerinden hareketle “Siyasal İslam çöktü!” türünden yapılan değerlendirmeler, aslında kapitalist siyasetin çöküşüne işaret ediyor. Çünkü bu ülkelerde -sözüm ona- “İslamcı” denilse de partilere tüzük, program ve siyasetlerini dinin hükümlerinden derlemelerine izin verilmiyor. Rabbimizin “tüm sorunlarımız için şifa”, “âlemler için rahmet” olarak nitelediği İslam’ı hayattan bu sistemler ayırıyor. Söz gelimi; halk hastalıktan kırılıyor, eczanelerin kapısına kilit vurulmuş. İlaçla, şifa kaynağıyla hastaların bağı koparılmış. İlaç ulaşılamayacak hale getirildiği gibi hastalara bizzat sistem tarafından yapay, sentetik ilaçlar verilmiş… Daha sonra da gerçek ilaç hakkında olumsuz yakıştırmalar yapılıyor. Böyle bir vasatta bir düşüşten söz edilecekse kapitalist sistemin düşüşünü gizlemek için sahnelediği oyunun perdesinin düşüşünden söz etmek daha doğru olur.

[يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ] “Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah nurunu tamamlayacaktır.[2]

 

 



[1]  Levant bölgesi; Suriye, Lübnan, Filistin, Irak, İsrail, Ürdün’ü içine alan İslam coğrafyasının merkezî bölgesidir.

[2] Saf Suresi 8


Yorumlar

  1. Ömer Ebu Ali

    Siyasal laiklere ve aşırı cumhuriyetçilere okutalım…

Yorum Yaz