İnsanlık tarihi, insanlar arasında cereyan eden ilişkilerin tarihidir. Bu
ilişkiler her zaman belirli fikirler, duygular ve kurallar üzerinde oluşmuştur.
Maslahatlara bakışları, aynı fikirler ve duygular üzerinde olan insanlar
arasında daimî ilişkiler oluşmuş ve toplumsal temeller kurulmuştur. Bu
toplumsal temel, insanlar arasındaki ilişkilerden kaynaklanan sorunları çözecek
kural ve kanunlarla düzenlenerek toplum yapısı kalıcı ve sağlam bir hâl
almıştır. Böylece farklı fikirler, duygular ve nizamlarla oluşmuş farklı
toplumlar meydana gelmiştir.
Aynı toplumda yaşayan insanlar arasında cereyan eden ilişkiler yürütülürken
sorunlar çıktığında, bu sorunlar sahip olunan fikirler, önceden belirlenen
kurallar ve nizamlar çerçevesinde çözülmeye çalışılır. Zira sahip olunan
fikirler ve duygular ile sorunlarını çözen ve üzerlerinde tatbik edilen
nizamlar aynı fikrî temel ve kaideden çıktığında, insanlar bu nizam ve
hükümlere güvenir ve teslim olurlar. Bu güven ve teslimiyet en başta, fikrî
temel ve kaideye olan güvenden kaynaklanır. Çünkü fikrî temel ve kaide;
insanların bu hayata bakışını belirleyen, yaşam tarzını düzenleyen, kendi
varlık sebebini ve hayatı anlamlandıran, maslahatlara, eşya ve olaylara dair
tüm fikirlerini kendisine dayandırdığı akidesi ve inanç sistemidir.
Şayet insanların inandığı ve teslim olduğu bu fikrî temel ve akide, fıtrata
uygun, akıllarını ve kalplerini mutmain kılan bir akide ise, bu akideden çıkan
hüküm, kural ve nizamlar insanların sorunlarını daha doğru ve adil bir şekilde
çözüme kavuşturur. O zaman bu akideye inanan insanların arasındaki ilişki
seviyeli, ölçülü ve emniyetli bir şekilde yürütülür. Çıkan sorunlar, nizamın
adaleti ile kısa sürede çözüme kavuşur.
Şayet fikrî temel ve akide batıl, bozuk, akla ve fıtrata aykırı ise o zaman
bu akideden çıkan nizamlar da fasit ve bozuk olur ve çeşitli zulümlere
sebebiyet verir. Yine insanların inançları ile üzerlerine tatbik edilen
nizamlar farklı akidelere ve fikrî temellere ait ise o zaman toplumsal huzur ve
uyum daha da bozulur. Sorunlar daha da büyür ve çözülemez bir hâl alır.
İşte böyle toplumlarda gidişatı değiştirmek, zulümleri engellemek ve var
olan sorunları çözmek için toplumsal hareketler ve kalkınma hareketleri ortaya
çıkar. Yani toplumsal hareketler, hayat vakıasında ve toplumsal yaşamlarında
gördükleri sorunların ve problemlerin ya da yaşanan sıkıntıların neticesinde
oluşurlar. Sorunların çözülememesi, gitgide artması, zulmün ve fesadın
yayılması insanların genelinde çöküntü hissiyatını oluşturur ve bu hissiyat
cemai ve toplumsal bir hâl alınca insanlar kitleleşir ve çeşitli toplumsal
hareketler meydana getirirler.
Mesela, yöneticiler tarafından bir zulüm yaygınlaştığında, insanlar
yöneticilerine karşı ya da o zulmü ortadan kaldırmak için kitleleşirler. Yine
yaşadıkları belde yabancı bir düşman unsuru tarafından işgale ve saldırıya
uğradığında, o beldede yaşayanlar hemen düşmana karşı kitleleşirler. Keza yine
toplumda inançlarına aykırı şeyler yaygınlaştığında veya işler ehil olmayan
kimselere verildiğinde, bir toplumda sınıflar ve katmanlar oluştuğunda, gelir
dağılımında uçurumlar oluşup bazı kesimler zenginleşirken halkın çoğunluğu
fakirleştiğinde, siyasi krizler meydana geldiğinde, ahlaki çöküntüler
yaşandığında… işte bunlar gibi durumlarda, bu gibi sorunların çözümüne yönelik
toplumsal hareketler meydana gelir.
Tarih boyunca toplumsal hareketler bunlar gibi toplumsal sorunların çözümü
için ve yine yaşadıkları toplumları çöküntüden kurtarıp kalkındırmak için
ortaya çıkmışlardır. Bunların bir kısmı başarılı olurken büyük bir çoğunluğu
başarısız olmuşlardır. Ülkemizde de Cumhuriyet tarihi boyunca ülkeyi
kalkındırma ya da mevcut sorunları çözüme kavuşturma gibi gayeler ile birçok
toplumsal hareket ortaya çıkmış, bunların birçoğu süreç içerisinde silinip
gitmiş yerlerine yenileri gelmiştir. Çeşitli hedefler doğrultusunda ortaya
çıkan bu hareketler, mevcut sorunları çözmek bir yana sorunları daha da
kronikleştirmiş ve yeni sorunlara sebep olmuştur. Toplumun kalkınması yönünde
olumlu bir katkıları olmamakla birlikte çöküşün daha da derinleşmesine sebep
olmuşlardır.
Zira her bir hareket ümmetini, halkını, toplumunu kalkındırmayı hedefler.
Yani içinde bulundukları durumdan daha iyi bir duruma yükseltmeyi amaçlar ve
hedefler. Ancak bu hareketler, kalkınmanın ne olduğunu yani hakikatini, nasıl gerçekleşeceğini
idrak etmek ve anlamaktan uzak bir şekilde toplumu kalkındırma iddiasında
bulundular. Batılıların kalkınma hakkındaki teorilerini ve düşüncelerini takip
ederek onu kalkındırmayı amaçladılar. Tabi bu da, bu kitlelerin Müslümanları -bırakın
yükselişe ulaştırıp kalkındırmasını-, çöküşünü daha da hızlandırmaya sebep
oldu.
Gelin, şimdi özellikle Türkiye’deki toplumsal hareketlere ve bunların
başarısızlık sebeplerine daha yakından bakalım.
Türkiye’deki Toplumsal Değişim Hareketleri
Türkiye’de toplumsal hedeflere yönelik meydana gelmiş mevcut toplumsal
hareketleri incelediğimizde bunların başlıca 2 kategoride bulunduğunu görürüz.
Bunlar; siyasi hedefler doğrultusunda hareket eden siyasi partiler ve
cemiyetçilik esası üzerine hareket eden cemaatsel gruplardır.
Siyasi Partiler: Tüm dünyada faaliyet gösteren siyasi parti şekilleri
bizim ülkemizde de aynı şekiller üzerine faaliyet göstermektedir. Bunlar “sağ”,
“sol”, “muhafazakâr” ve “milliyetçi” partilerdir. İsimleri, kadroları ve
kuruluş şartları farklı da olsa Cumhuriyet tarihi boyunca kurulan partiler bu
dört siyasi akım üzerine şekillenmişlerdir ve bu 4 siyasi akım her ne kadar
birbirlerinden farklı yönleri olsa da aslen mevcut rejimin ve statükonun
korunması noktasında aynı hedef doğrultusunda hareket ederler.
Sağ Partiler; çoğunlukla “merkez sağ” olarak da ifade edilirler ve
liberal/kapitalist ekonomi modelinin ve serbest piyasa ekonomisinin
uygulanmasını savunurlar. Batılı özgürlük anlayışının yaygınlaşması ve
demokrasi anlayışının daha da derinleşmesi için politikalar belirlerler.
Batılılaşma siyaseti bu partilerin en bariz yönleridir. Türkiye’de geçmişten
bugüne en etkili sağ partiler; Adalet Partisi (AP), Demokrat Parti (DP),
Anavatan Partisi (ANAP) ve Doğru Yol Partisi (DYP) olarak bilinir. Tabii bu
partilerin tümü silinip gitmiş onların yerini bugün, ilk başta muhafazakâr bir
parti olarak ortaya çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) almıştır.
Sol Partiler; “sosyal demokrat”, “halkçı” ve “sosyalist” kavramları
ile öne çıkan Türkiye’deki sol partiler daha çok Cumhuriyet’in kuruluş
ilkelerini ön plana çıkartan, katı laik, Kemalist ve İslâm karşıtı politikaları
ile bilinirler. İslâm ve Müslümanlara karşı öfke ve kindarlık yönleri temel
politikalar açısından bu partileri jakoben laiklik savunucuları hâline
getirmiştir. Mevcut siyasi statükoyu korumak açısından sağ partiler ile
aralarında hiçbir fark olmayan bu sol partilerin en barizleri; Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP), Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), Demokratik Sol Parti (DSP),
Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi partilerdir. Bu partiler içerisinde günümüzde
etkili olarak sol siyaseti temsil eden CHP kalmıştır.
Milliyetçi Partiler; temel argümanları “Turancılık”
ve “Türk milliyetçiliği” olan bu partilerin Türkiye’deki tek politikaları
milliyetçilik söylemidir. Bunun dışında toplumsal ve sosyal alanlarda çözüm
olarak öne koydukları hiçbir bariz politika yoktur. En bilinen yönleri mafya,
çete ve suç örgütleri ile ilişkileridir. Türk milliyetçiliği propagandası
üzerine var olan siyasi partilerin yanında bir de Kürt milliyetçisi partiler de
Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde etkin hâldedir. Türkiye’de, Cumhuriyetle
birlikte ortaya çıkan “Kürt-Türk sorunu” olmasa, bu partilerin varlıklarını
anlamlı kılacak hiçbir siyasi hedef yoktur, denilebilir. Günümüzde Türk
milliyetçisi partileri temsil eden Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Kürt
milliyetçisi partileri temsil eden de Halkların Demokratik Partisi (HDP)’dir.
Muhafazakâr Partiler; tarihsel bağlarını
koparmadan, kültürel ve sosyal gelenekleri koruyarak modernleşme tezini savunan
muhafazakârlık anlayışı asli itibariyle Batılı bir kavram ve mefhumdur. Türkiye’deki
karşılığı ise ne olduğu hâlâ belli olmayan “milli ve manevi değerlerimize(!)
sahip çıkma” sloganı üzerine hareket eden siyasi partilerdir. Aslında Türkiye’de
muhafazakâr partiler, sol partilerin İslâm Düşmanlığı politikaları ile sağ
partilerin Batılı ve seküler politikalarına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Bu iki politikaya karşı tepkisel söylemler üzerine şekillenmesinden ve
kadrolarının çoğunlukla İslâmi söylemlere sahip olmasından dolayı, “siyasal İslâmcı
partiler” olarak isimlendirilmiştir. 20 yıldır iktidarda olan AK Parti ve
Saadet Partisi (SP) bu tarz partilerin en bilinen iki partisidir.
Cemaatsel Gruplar: Bunlar çok çeşitli yelpazede
faaliyetler gösteren, açık siyasi hedeflere sahip olmayan ve cemiyetçilik
esasına göre hareket eden gruplardır. Tarikatlar, cemaatler, çeşitli hayır
işleri ile uğraşan vakıf ve dernekler ve selefi gruplar bunların en
barizleridir. Bu gruplar içerisinde kitlesel güç bakımından en etkili olanları
tarikatlar ve Risale-i Nur cemaatleridir.
Cumhuriyet tarihinde Türkiye’deki dinî cemaat ve
oluşumlar, son bir asırdır izlenen politikalar ve devletin dinî yapılar
üzerinde tahakküm kurma yönündeki eğilimi sebebiyle genellikle gizli yapılar
şeklindeydi. Zira Osmanlı Hilâfet Devleti’nin enkazı üzerine kurulan ve şer’î
ahkâmı ortadan kaldıran Cumhuriyet’e en büyük tehdit İslâm’dı. Bu minvalde
Cumhuriyet’in ilk yıllarında doğrudan din karşıtı bir yol izlendiği gibi aynı
zamanda dinin eğitim, kültür, siyaset, hukuk ve benzeri kamusal niteliğe sahip
her alandan kökünden silinmesi yönünde düzenlemeler yapıldı. Bu sebeple de dinî
oluşum ve yapılar gizli hareket etmek zorunda kaldı. İlk başlarda böylesi bir
politika uygulanmasına rağmen halkın İslâm’a sadakati ve O’na sahip çıkma
duygusunun yok olmadığı hatta daha da keskinleştiği fark edildiğinde, -bazı dinî
yapılar batıl nizama kanalize edilerek bazıları da sistem içerisinde tehdit
olmamaları göz önünde bulundurularak- çizilen sınırlar içerisinde hareket
etmelerine gayri resmî de olsa izin verildi.
Bu yapıların en bariz yönleri ve çalışmaları;
ferdî ıslah ve ibadetler noktasında tebliğ faaliyetleri, ahlaka davet
çalışmaları, yardım toplama-dağıtma ve başta Kur’an öğretimi olmak üzere
çeşitli eğitim faaliyetleridir. Çok çeşitli alanlarda faaliyetlerini sürdüren
bu gruplardan kimileri kendilerini; Nakşibendi, Kadirî gibi bir tarikata nispet
ederler, kimileri Said Nursi’ye nispet ederler, kimileri de İbni Teymiyye veya Necd
ulemasına nispet ederler. Açık siyasi hedeflere sahip olmayan bu cemaatsel
yapılardan büyük bir kısmı yıllardan beri sağ ve muhafazakâr partileri
desteklemişlerdir.
Cemiyetçilik esasına dayalı bu yapıların en temel
anlayışları, ferdin ıslahı ile toplumun ıslah edileceği anlayışıdır. Bu
anlayışa göre; toplum, fertlerden meydana geldiği için salih ve takvalı
insanların toplumda bulunması hâlinde toplumda canlılık oluşur ve düzelme
başlar. Böylece fertlere önem vermek, onları düzeltmek ve bu şekilde
başkalarının da düzelmelerine vesile olmak kaçınılmazdır. Ta ki toplumdaki tüm
fertler düzelinceye kadar bu ıslah çalışması sürdürülmelidir ki toplum da
düzelebilsin.
İşte Türkiye’deki toplumsal değişim hareketleri, en genel hatlarıyla bu
şekilde siyasi partiler ve cemaatsel yapılar olmak üzere faaliyet
göstermektedirler. Şimdi ise bu toplumsal hareketlerin başarısızlık sebeplerine
gelelim.
Toplumsal Hareketlerin Başarısızlık Sebepleri
•Doğru Kalkınmanın Esasları Hakkında Cehalet
Sömürgeci ve kapitalist Batılılar “kalkınma” kavramını “maddi ve ekonomik
yükseliş” olarak tanımlayarak ve bu tanımıyla da tedavüle sokarak dünyadaki tüm
insanlar ve toplumlar için büyük bir tuzak kurdular. Ve maalesef Müslümanların
büyük çoğunluğunu da bu tuzaklarına düşürebildiler. Kalkınmayı, Batılıların
tanımladığı bu içerik ve mefhumla kabul eden ve sürekli Batı’yı taklit eden
Müslümanların yaşadığı beldelerdeki yöneticiler, âlimler, aydınlar ve kanaat
önderleri de toplumlarının her yönden geri kalmışlığını ve çöküntü içerisinde
oluşlarını görmezden gelerek sadece maddi gelişmelere, ekonomik verilere,
yolların, binaların ya da teknolojik araçların üretimine yoğunlaştılar.
Kalkınmanın hakikati ve vakıasını anlayamadıklarından dolayı da toplumu
kalkındırmak bir yana her geçen gün onu daha da çöküşe sürüklemektedirler.
Oysaki kalkınma, Batılıların iddia ettiği gibi maddi, ekonomik ve
teknolojik unsurların artması ile değil insanların tümüne hayata ideolojik bir bakış
ve özgün bir yaşam tarzı sunan ve yine hayata ilişkin bütün fikirlerinin
kendisinden çıktığı külli bir fikir ile mümkündür. Sahip olunan bu külli
fikrin, fıtrata uygun, akla kanaat veren ve kalbi mutmain kılan bir fikir
olması, hayata ilişkin nizamların bu temel fikirden alınması ve bu fikrin tatbik
edilmesi ile “doğru bir kalkınma” gerçekleştirilir. İşte bu “doğru” kalkınmayı
sağlayacak yegâne fikir İslâm düşüncesi ve yegâne nizam ise İslâm nizamıdır.
Öyle ise, toplumlarının gerçek ve doğru bir yükseliş ile kalkınmasını
isteyen ve bunu hedefleyen her bir toplumsal hareketin, İslâm düşüncesi ve
nizamlarının hayatta ve toplumda tatbik edilmesini hedeflemesi, bunun için
çalışması gerekir. Aksi takdirde bugün olduğu gibi, toplumsal çöküş hızla
yayılır ve Batı’yı taklit etmeyi, Batı’da meydana gelen her şeyi ülkelerine
taşımayı marifet sayan kimselerin ifsadı daha da genişler.
•Toplumun Vakıasını Doğru Tespit Edememeleri
Batılılar toplumu tarif ederken, onu “fertlerin bir araya gelmesi” olarak
tarif etti. Bu şekilde bir tanım, kapitalizmin ferdiyetçi bir ideoloji
olmasından kaynaklanan bir tanımdır. Oysaki bu tanım, yanlış bir tanımdır.
Toplumu oluşturan ve onu toplum kılan şey, insanlar arasındaki daimî ilişki ve
alakalardır. İnsanların maslahatlarına bakışlarını belirleyen fikirler ve bu
fikirlerin ortaya çıkardığı duygular, insanların kurdukları ilişkileri ve bu
ilişkilerin devamlılığını belir.
Yine insanların bu maslahatlarını ve kurdukları ilişkileri kontrol edip
muhafaza eden, insanlar arasındaki her türlü alakayı tanzim edip düzenleyen, bu
maslahatlara aykırı hareket edenleri engelleyip gerekirse onları cezalandıran
bir nizama ihtiyaç vardır. Bu nizam da o toplumdaki insanların sahip olduğu
fikirlerin cinsinden olması gerekir. Yani nizamın esası da fikirdir.
İşte bu şekilde, insanların maslahatlara bakışlarını belirleyen fikir ve
duygulardan oluşan genel örf ve kamuoyu ile bu fikrin cinsinden olan nizamın
varlığı ile insanlar arasında daimî ilişkiler oluşur ve böylece bir toplum
meydana gelir. Dolayısıyla toplumun tanımı; “daimî ilişkiler yani fikir, duygu
ve nizamın bir araya getirdiği insanların birlikteliğidir.”
Peki, bu iki tanım arasında pratiğe yansıyan nasıl bir fark oluşur? Yani
toplumu fertlerden müteşekkil bir varlık olarak görmenin toplumsal hareketlerin
başarısızlığına etki eden yönü neresidir?
Şöyle ki: şayet toplumu, “fertlerden müteşekkil” olarak görürseniz,
çalışmalarınızı fertlerin ıslahına ve tedavisine yöneltir, gayretinizi buna
hasredersiniz. Şayet toplumu, “genel örf ve kamuoyuna hâkim olan fikirler ile
nizamın şekillendirdiği daimî ilişkiler” olarak idrak ederseniz,
çalışmalarınızı kamuoyuna hâkim olan fikirleri, ilişkileri belirleyen hükümleri
ve tatbik edilen nizamı değiştirmeye yöneltirsiniz.
İşte, birinci yön ile toplumu tanımlamak, ilgili yapının bir kısım fertleri
değiştirme gayretiyle çalışmalar yapmakla yetinmesine ve dolayısıyla kamuoyuna
hâkim olan fikir ve nizamın fesat ve etkisinin tüm toplumu kuşatmasına sebep
olur. İkinci yön ile toplumu tanımlamak ise, kamuoyuna hâkim olan fikirlerin ve
nizamın tartışılmasına ve bu hâl üzere devam edilmesi hâlinde hakkın batıla
galip gelmesine sebep olur. Bu aynı zamanda vahiy ile hareket eden Allah Rasulü’nün
toplumu değiştirme metodudur. Rabbimizin şu ayetlerinde bildirildiği gibi:
[فَاصْدَعْ
بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ] “Öyleyse,
sana emredilen şeyi kafaları çatlatırcasına açıkça anlat! Müşriklere aldırma!”[1]
[وَاَنِ احْكُمْ
بَيْنَهُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ
اَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ بَعْضِ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ اِلَيْكَۜ]
“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın
sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarına karşı sakın
onlardan.”[2]
[إِنَّ اللّهَ
لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ]
“Bir toplum kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah, o toplumu
değiştirmez.”[3]
•İslâmi Olanla Gayri İslâmi Olanı Ayırt Edememeleri
Günümüzde var olan İslâmi toplumsal hareketlerin büyük bir çoğunluğunun
hangi fikir ve hükümlerin İslâm’a ait olduğu, hangilerinin ise İslâm’a zıt ve İslâm
dışı olduğu noktasında kafaları bir hayli karışıktır. Bu karışıklığın neticesi
olarak İslâm’a taban tabana zıt fikir ve hükümleri İslâm’a nispet
edebilmektedirler. Hatta bununla da kalmayıp İslâm’ın temel fikir ve en bariz
hükümlerinin “İslâm’dan olmadığını” dahi iddia edebilmektedirler. Yani Hilâfet,
cihat, ukubat, gayri Müslimler ile ilişkiler, kadın-erkek ilişkileri gibi en
temel İslâmi hükümleri İslâm’dan değilmiş gibi görürlerken; demokrasi, laiklik,
cumhuriyet, milliyetçilik, kadın-erkek ihtilatı, kapitalist şirket ve akitler,
faiz, borsa gibi fikir ve hükümleri “İslâmi” olarak görebilmektedirler.
Bunun sebebi ise Batılı küfür fikirleri ile zihinlerinin tıka basa dolu
olması ve tatbik edilen küfür nizamlarını kanıksamalarıdır. Dolayısıyla
toplumsal hareketlerine esas teşkil eden fikirleri, batıl fikirlerden
arınmamış, şaibeli, kapalı ve sadece duygusal hamaset içeren fikirlerdir. İslâm’ın
sadece vahiy ile gelenler ve vahiy üzerine bina edilenler olduğunu, bunun
dışındakilerin gayri İslâmi olduğunu idrak edememeleri, onların çalışmalarının İslâm’ın
hayatta tatbikine değil bilakis hayattan tamamen uzaklaşmasına sebep
olmaktadır.
•Somut, Açık ve Sınırlandırılmış Bir Hedefe Sahip Olmamaları
Toplumsal değişim hareketleri ve hassaten toplumu İslâmi anlamda değiştirmeyi
hedeflediklerini iddia eden hareketlerin, somut, açıklanmış, sınırları belli,
üzerinde bir kapalılığın olmadığı, net bir hedefleri yoktur. Bu kimselere, “sizler
tam olarak neyi hedefliyorsunuz?” diye sorulduğunda, ortaya somut bir hedef
koyamazlar ve ulaşmak için yola çıktıkları hedeflerini izah edemezler. Örneğin;
onlara, “sizler, asrısaadetten bahsediyor, Allah Rasulü ve sahabelerinin
kurdukları topluma övgüler düzüyorsunuz. Peki, sizlerde hedef olarak aynen
Allah Rasulü ve sahabelerinin ikame ettiği şekilde bir toplum ve devlet mi inşa
etmeye çalışıyorsunuz? Yani sadece İslâmi hükümlerin hâkim olduğu, şeriat
nizamlarının tatbik edildiği, hiçbir ırk ve kavim ayrımı olmadan tek bir ümmet
hâlinde olunduğu, İslâm’ın tüm dünyaya davet ve cihat yoluyla taşındığı, İslâm
dışında hiçbir fikir, kanun ve yetkinin olmayacağı bir toplum mu kurmayı
hedefliyorsunuz?” şeklinde net bir soru sorduğunuzda, aynı netlikte bir
cevap alamazsınız. Çünkü tam olarak neyi hedeflediklerine ve toplumu nereye
götürmek istediklerine dair kendilerinde netleşmiş bir hedef tasavvuru yoktur.
Bunun neticesi olarak da sürekli yalpalar ve zikzaklar çizerler. Çalışmaları
çelişkiler ile doludur.
•İslâm Nizamlarına Olan Güvenlerini Yitirmeleri
Yaklaşık iki asra yakındır Müslümanların, Batılılar karşısında birçok
yönden yenilmeleri ve asırlarca elde ettikleri kazanımları hızlı bir şekilde
kaybedip geri kalmalarının sebeplerini doğru tahlil edememelerinden dolayı, bu
yenilgilerin sebebinin İslâmi fikir ve nizamlarından kaynaklandığını düşündüler.
Hatta bu tespit ve tahlilin bizzat Batılılara ait olduğunu ve bu bakış açısının
onlardan alındığını dahi anlamaktan aciz kaldılar. Dolayısıyla onlarda, yenilginin
sebebinin İslâm’dan kaynaklandığı fikri yerleşti. “Öyle ise İslâm’ı terk
edip Batılı nizamları alırsak geri kalmışlıktan kurtuluruz!” şeytani
vesvesesi kendilerine süslü gösterildi. Böylece İslâm’ın nizamlarını terk edip
Batılı kanun ve nizamları almaya koşuştular. Ama netice, daha büyük bir hüsran
ve çöküntü çukuruna hızla yuvarlanmak oldu.
Oysaki geri kalmışlığın sebebinin, uzun yıllardır İslâmi fikir ve hükümleri
kâmil manada hayatta tatbik etmekte ihmalkârlık göstermeleri, taklitçiliğe
yönelmeleri, nasları anlamakta gevşeklik gösterip İslâm düşüncesine sızmış
yabancı unsurları fark edememeleri olduğu apaçık bir hakikattir. Ama şeytani
Batı’nın telkinleri ile bu apaçık hakikati göremediler.
O günlerden sonra Müslümanların İslâm nizamlarına olan güvenleri sarsıldı.
Bugün hâlâ Müslümanların büyük bir kesimi bile İslâm nizamına; günümüzün
karışık ve kompleks ilişkilerini çözebileceğine dair tam bir mutmainlik ile
güven duymuyor maalesef. İslâm’ın nizamlarına övgüler düzenler bile, sloganik
söylemlerden ve nostajik yaklaşımlardan ileriye gidemiyor. Gerçekçi ve pratik
bir şekilde mevcut Batılı kanun ve nizamların yerine İslâm’ın nizamlarının
uygulanmasını savunamıyor.
•İslâmi Hareket Metodundan Sapmaları
İslâmi kitle ve hareketler, metotlarını İslâm’dan almadılar ve
hareketlerini net bir metot üzerine inşa edemediler. Hatta büyük bir çoğunluğu
heva ve arzularını, mevcut şartları, sistemin kendilerine açtığı yolu metot
edindiler. Ya da “yük yolda doğrulur” mantığı ile hareket ederek şartlar
neyi gerektiriyorsa onu yapmayı marifet saydılar. Sonuçta bu metotsuzluk İslâmi
kitleleri evrimleştirdi.
Kimi kitleler; sahih bir metot anlayışına sahip olmadıkları için,
demokratik yolu kendilerine metot kabul ettiler. Güya demokrasiyi bir “araç”
olarak kullanacaklardı. Ama maalesef demokrasi onları bir araç olarak kullandı
ve Müslümanları demokrasiye adapte etmek için bir araç haline geldiler.
Kimi kitleler; İslâmi hareket metodu
ile cihat arasındaki farkı anlayamadıkları için silahlı mücadeleyi kendilerine
metot olarak seçtiler. Ve kendi ümmetlerine, kendi halklarına, kendi
çocuklarına silah doğrulttular.
Kimileri; devlete sızmayı bir metot olarak kullandılar. “İyice sızana
kadar her tavizi verelim” dediler ve sonunda yabancı devletlerin uşakları hâline
geldiler.
Yine kimi kitleler; kendilerince hedeflerine ulaşmak, sıkıntılardan ve sert
rüzgarlardan korunmak için sistemle ya da diğer kitlelerle pazarlığa oturdular
ve sonunda yok olup gittiler.
Böylece bu hareketlerin metot hakkındaki hataları ve metot hükümlerine
ehemmiyet vermemeleri, bu kitleleri rüzgârın önündeki çerçöp gibi savurup attı.
Dün değiştirmek için karşısında mücadele ettikleri şeyleri bugün savunur hâle
geldiler.
Sonuç olarak; Türkiye’deki toplumsal değişim hareketleri başlıca
bunlar ve daha başka sebeplerle başarısız oldular. Hassaten Batılı fikirler ile
siyaset yapmaya çalışan şeklî siyasi partilerin bu ülkeye ve topluma verdikleri
zarar çok büyüktür. Küfür fikirleri ve nizamlarının toplumda yaygınlaşması,
kendi inanç, değer ve tarihine düşman nesiller yetişmesi bu zararlardan sadece
bir kaçıdır ve bu şeklî siyasi partilerin varlığı devam ettiği müddetçe bu
zarar ve çöküntü her geçen gün artarak devam edecektir. Artık Müslümanların bu
gerçeği görmesi, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metodu
üzerine hareket eden, İslâm akidesi üzerine kurulmuş, ideolojik siyasi parti
çalışmalarına yönelmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış