Türkiye’deki Toplumsal Değişim Hareketleri Neden Başarısız?

Serdar Yılmaz

İnsanlık tarihi, insanlar arasında cereyan eden ilişkilerin tarihidir. Bu ilişkiler her zaman belirli fikirler, duygular ve kurallar üzerinde oluşmuştur. Maslahatlara bakışları, aynı fikirler ve duygular üzerinde olan insanlar arasında daimî ilişkiler oluşmuş ve toplumsal temeller kurulmuştur. Bu toplumsal temel, insanlar arasındaki ilişkilerden kaynaklanan sorunları çözecek kural ve kanunlarla düzenlenerek toplum yapısı kalıcı ve sağlam bir hâl almıştır. Böylece farklı fikirler, duygular ve nizamlarla oluşmuş farklı toplumlar meydana gelmiştir.

Aynı toplumda yaşayan insanlar arasında cereyan eden ilişkiler yürütülürken sorunlar çıktığında, bu sorunlar sahip olunan fikirler, önceden belirlenen kurallar ve nizamlar çerçevesinde çözülmeye çalışılır. Zira sahip olunan fikirler ve duygular ile sorunlarını çözen ve üzerlerinde tatbik edilen nizamlar aynı fikrî temel ve kaideden çıktığında, insanlar bu nizam ve hükümlere güvenir ve teslim olurlar. Bu güven ve teslimiyet en başta, fikrî temel ve kaideye olan güvenden kaynaklanır. Çünkü fikrî temel ve kaide; insanların bu hayata bakışını belirleyen, yaşam tarzını düzenleyen, kendi varlık sebebini ve hayatı anlamlandıran, maslahatlara, eşya ve olaylara dair tüm fikirlerini kendisine dayandırdığı akidesi ve inanç sistemidir.

Şayet insanların inandığı ve teslim olduğu bu fikrî temel ve akide, fıtrata uygun, akıllarını ve kalplerini mutmain kılan bir akide ise, bu akideden çıkan hüküm, kural ve nizamlar insanların sorunlarını daha doğru ve adil bir şekilde çözüme kavuşturur. O zaman bu akideye inanan insanların arasındaki ilişki seviyeli, ölçülü ve emniyetli bir şekilde yürütülür. Çıkan sorunlar, nizamın adaleti ile kısa sürede çözüme kavuşur.

Şayet fikrî temel ve akide batıl, bozuk, akla ve fıtrata aykırı ise o zaman bu akideden çıkan nizamlar da fasit ve bozuk olur ve çeşitli zulümlere sebebiyet verir. Yine insanların inançları ile üzerlerine tatbik edilen nizamlar farklı akidelere ve fikrî temellere ait ise o zaman toplumsal huzur ve uyum daha da bozulur. Sorunlar daha da büyür ve çözülemez bir hâl alır.

İşte böyle toplumlarda gidişatı değiştirmek, zulümleri engellemek ve var olan sorunları çözmek için toplumsal hareketler ve kalkınma hareketleri ortaya çıkar. Yani toplumsal hareketler, hayat vakıasında ve toplumsal yaşamlarında gördükleri sorunların ve problemlerin ya da yaşanan sıkıntıların neticesinde oluşurlar. Sorunların çözülememesi, gitgide artması, zulmün ve fesadın yayılması insanların genelinde çöküntü hissiyatını oluşturur ve bu hissiyat cemai ve toplumsal bir hâl alınca insanlar kitleleşir ve çeşitli toplumsal hareketler meydana getirirler.

Mesela, yöneticiler tarafından bir zulüm yaygınlaştığında, insanlar yöneticilerine karşı ya da o zulmü ortadan kaldırmak için kitleleşirler. Yine yaşadıkları belde yabancı bir düşman unsuru tarafından işgale ve saldırıya uğradığında, o beldede yaşayanlar hemen düşmana karşı kitleleşirler. Keza yine toplumda inançlarına aykırı şeyler yaygınlaştığında veya işler ehil olmayan kimselere verildiğinde, bir toplumda sınıflar ve katmanlar oluştuğunda, gelir dağılımında uçurumlar oluşup bazı kesimler zenginleşirken halkın çoğunluğu fakirleştiğinde, siyasi krizler meydana geldiğinde, ahlaki çöküntüler yaşandığında… işte bunlar gibi durumlarda, bu gibi sorunların çözümüne yönelik toplumsal hareketler meydana gelir.

Tarih boyunca toplumsal hareketler bunlar gibi toplumsal sorunların çözümü için ve yine yaşadıkları toplumları çöküntüden kurtarıp kalkındırmak için ortaya çıkmışlardır. Bunların bir kısmı başarılı olurken büyük bir çoğunluğu başarısız olmuşlardır. Ülkemizde de Cumhuriyet tarihi boyunca ülkeyi kalkındırma ya da mevcut sorunları çözüme kavuşturma gibi gayeler ile birçok toplumsal hareket ortaya çıkmış, bunların birçoğu süreç içerisinde silinip gitmiş yerlerine yenileri gelmiştir. Çeşitli hedefler doğrultusunda ortaya çıkan bu hareketler, mevcut sorunları çözmek bir yana sorunları daha da kronikleştirmiş ve yeni sorunlara sebep olmuştur. Toplumun kalkınması yönünde olumlu bir katkıları olmamakla birlikte çöküşün daha da derinleşmesine sebep olmuşlardır.

Zira her bir hareket ümmetini, halkını, toplumunu kalkındırmayı hedefler. Yani içinde bulundukları durumdan daha iyi bir duruma yükseltmeyi amaçlar ve hedefler. Ancak bu hareketler, kalkınmanın ne olduğunu yani hakikatini, nasıl gerçekleşeceğini idrak etmek ve anlamaktan uzak bir şekilde toplumu kalkındırma iddiasında bulundular. Batılıların kalkınma hakkındaki teorilerini ve düşüncelerini takip ederek onu kalkındırmayı amaçladılar. Tabi bu da, bu kitlelerin Müslümanları -bırakın yükselişe ulaştırıp kalkındırmasını-, çöküşünü daha da hızlandırmaya sebep oldu.

Gelin, şimdi özellikle Türkiye’deki toplumsal hareketlere ve bunların başarısızlık sebeplerine daha yakından bakalım.

Türkiye’deki Toplumsal Değişim Hareketleri

Türkiye’de toplumsal hedeflere yönelik meydana gelmiş mevcut toplumsal hareketleri incelediğimizde bunların başlıca 2 kategoride bulunduğunu görürüz. Bunlar; siyasi hedefler doğrultusunda hareket eden siyasi partiler ve cemiyetçilik esası üzerine hareket eden cemaatsel gruplardır.

Siyasi Partiler: Tüm dünyada faaliyet gösteren siyasi parti şekilleri bizim ülkemizde de aynı şekiller üzerine faaliyet göstermektedir. Bunlar “sağ”, “sol”, “muhafazakâr” ve “milliyetçi” partilerdir. İsimleri, kadroları ve kuruluş şartları farklı da olsa Cumhuriyet tarihi boyunca kurulan partiler bu dört siyasi akım üzerine şekillenmişlerdir ve bu 4 siyasi akım her ne kadar birbirlerinden farklı yönleri olsa da aslen mevcut rejimin ve statükonun korunması noktasında aynı hedef doğrultusunda hareket ederler.

Sağ Partiler; çoğunlukla “merkez sağ” olarak da ifade edilirler ve liberal/kapitalist ekonomi modelinin ve serbest piyasa ekonomisinin uygulanmasını savunurlar. Batılı özgürlük anlayışının yaygınlaşması ve demokrasi anlayışının daha da derinleşmesi için politikalar belirlerler. Batılılaşma siyaseti bu partilerin en bariz yönleridir. Türkiye’de geçmişten bugüne en etkili sağ partiler; Adalet Partisi (AP), Demokrat Parti (DP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Doğru Yol Partisi (DYP) olarak bilinir. Tabii bu partilerin tümü silinip gitmiş onların yerini bugün, ilk başta muhafazakâr bir parti olarak ortaya çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) almıştır.

Sol Partiler; “sosyal demokrat”, “halkçı” ve “sosyalist” kavramları ile öne çıkan Türkiye’deki sol partiler daha çok Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerini ön plana çıkartan, katı laik, Kemalist ve İslâm karşıtı politikaları ile bilinirler. İslâm ve Müslümanlara karşı öfke ve kindarlık yönleri temel politikalar açısından bu partileri jakoben laiklik savunucuları hâline getirmiştir. Mevcut siyasi statükoyu korumak açısından sağ partiler ile aralarında hiçbir fark olmayan bu sol partilerin en barizleri; Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), Demokratik Sol Parti (DSP), Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi partilerdir. Bu partiler içerisinde günümüzde etkili olarak sol siyaseti temsil eden CHP kalmıştır.

Milliyetçi Partiler; temel argümanları “Turancılık” ve “Türk milliyetçiliği” olan bu partilerin Türkiye’deki tek politikaları milliyetçilik söylemidir. Bunun dışında toplumsal ve sosyal alanlarda çözüm olarak öne koydukları hiçbir bariz politika yoktur. En bilinen yönleri mafya, çete ve suç örgütleri ile ilişkileridir. Türk milliyetçiliği propagandası üzerine var olan siyasi partilerin yanında bir de Kürt milliyetçisi partiler de Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde etkin hâldedir. Türkiye’de, Cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan “Kürt-Türk sorunu” olmasa, bu partilerin varlıklarını anlamlı kılacak hiçbir siyasi hedef yoktur, denilebilir. Günümüzde Türk milliyetçisi partileri temsil eden Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Kürt milliyetçisi partileri temsil eden de Halkların Demokratik Partisi (HDP)’dir.

Muhafazakâr Partiler; tarihsel bağlarını koparmadan, kültürel ve sosyal gelenekleri koruyarak modernleşme tezini savunan muhafazakârlık anlayışı asli itibariyle Batılı bir kavram ve mefhumdur. Türkiye’deki karşılığı ise ne olduğu hâlâ belli olmayan “milli ve manevi değerlerimize(!) sahip çıkma” sloganı üzerine hareket eden siyasi partilerdir. Aslında Türkiye’de muhafazakâr partiler, sol partilerin İslâm Düşmanlığı politikaları ile sağ partilerin Batılı ve seküler politikalarına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu iki politikaya karşı tepkisel söylemler üzerine şekillenmesinden ve kadrolarının çoğunlukla İslâmi söylemlere sahip olmasından dolayı, “siyasal İslâmcı partiler” olarak isimlendirilmiştir. 20 yıldır iktidarda olan AK Parti ve Saadet Partisi (SP) bu tarz partilerin en bilinen iki partisidir.

Cemaatsel Gruplar: Bunlar çok çeşitli yelpazede faaliyetler gösteren, açık siyasi hedeflere sahip olmayan ve cemiyetçilik esasına göre hareket eden gruplardır. Tarikatlar, cemaatler, çeşitli hayır işleri ile uğraşan vakıf ve dernekler ve selefi gruplar bunların en barizleridir. Bu gruplar içerisinde kitlesel güç bakımından en etkili olanları tarikatlar ve Risale-i Nur cemaatleridir.

Cumhuriyet tarihinde Türkiye’deki dinî cemaat ve oluşumlar, son bir asırdır izlenen politikalar ve devletin dinî yapılar üzerinde tahakküm kurma yönündeki eğilimi sebebiyle genellikle gizli yapılar şeklindeydi. Zira Osmanlı Hilâfet Devleti’nin enkazı üzerine kurulan ve şer’î ahkâmı ortadan kaldıran Cumhuriyet’e en büyük tehdit İslâm’dı. Bu minvalde Cumhuriyet’in ilk yıllarında doğrudan din karşıtı bir yol izlendiği gibi aynı zamanda dinin eğitim, kültür, siyaset, hukuk ve benzeri kamusal niteliğe sahip her alandan kökünden silinmesi yönünde düzenlemeler yapıldı. Bu sebeple de dinî oluşum ve yapılar gizli hareket etmek zorunda kaldı. İlk başlarda böylesi bir politika uygulanmasına rağmen halkın İslâm’a sadakati ve O’na sahip çıkma duygusunun yok olmadığı hatta daha da keskinleştiği fark edildiğinde, -bazı dinî yapılar batıl nizama kanalize edilerek bazıları da sistem içerisinde tehdit olmamaları göz önünde bulundurularak- çizilen sınırlar içerisinde hareket etmelerine gayri resmî de olsa izin verildi.

Bu yapıların en bariz yönleri ve çalışmaları; ferdî ıslah ve ibadetler noktasında tebliğ faaliyetleri, ahlaka davet çalışmaları, yardım toplama-dağıtma ve başta Kur’an öğretimi olmak üzere çeşitli eğitim faaliyetleridir. Çok çeşitli alanlarda faaliyetlerini sürdüren bu gruplardan kimileri kendilerini; Nakşibendi, Kadirî gibi bir tarikata nispet ederler, kimileri Said Nursi’ye nispet ederler, kimileri de İbni Teymiyye veya Necd ulemasına nispet ederler. Açık siyasi hedeflere sahip olmayan bu cemaatsel yapılardan büyük bir kısmı yıllardan beri sağ ve muhafazakâr partileri desteklemişlerdir.

Cemiyetçilik esasına dayalı bu yapıların en temel anlayışları, ferdin ıslahı ile toplumun ıslah edileceği anlayışıdır. Bu anlayışa göre; toplum, fertlerden meydana geldiği için salih ve takvalı insanların toplumda bulunması hâlinde toplumda canlılık oluşur ve düzelme başlar. Böylece fertlere önem vermek, onları düzeltmek ve bu şekilde başkalarının da düzelmelerine vesile olmak kaçınılmazdır. Ta ki toplumdaki tüm fertler düzelinceye kadar bu ıslah çalışması sürdürülmelidir ki toplum da düzelebilsin.

İşte Türkiye’deki toplumsal değişim hareketleri, en genel hatlarıyla bu şekilde siyasi partiler ve cemaatsel yapılar olmak üzere faaliyet göstermektedirler. Şimdi ise bu toplumsal hareketlerin başarısızlık sebeplerine gelelim.

Toplumsal Hareketlerin Başarısızlık Sebepleri

•Doğru Kalkınmanın Esasları Hakkında Cehalet

Sömürgeci ve kapitalist Batılılar “kalkınma” kavramını “maddi ve ekonomik yükseliş” olarak tanımlayarak ve bu tanımıyla da tedavüle sokarak dünyadaki tüm insanlar ve toplumlar için büyük bir tuzak kurdular. Ve maalesef Müslümanların büyük çoğunluğunu da bu tuzaklarına düşürebildiler. Kalkınmayı, Batılıların tanımladığı bu içerik ve mefhumla kabul eden ve sürekli Batı’yı taklit eden Müslümanların yaşadığı beldelerdeki yöneticiler, âlimler, aydınlar ve kanaat önderleri de toplumlarının her yönden geri kalmışlığını ve çöküntü içerisinde oluşlarını görmezden gelerek sadece maddi gelişmelere, ekonomik verilere, yolların, binaların ya da teknolojik araçların üretimine yoğunlaştılar. Kalkınmanın hakikati ve vakıasını anlayamadıklarından dolayı da toplumu kalkındırmak bir yana her geçen gün onu daha da çöküşe sürüklemektedirler.

Oysaki kalkınma, Batılıların iddia ettiği gibi maddi, ekonomik ve teknolojik unsurların artması ile değil insanların tümüne hayata ideolojik bir bakış ve özgün bir yaşam tarzı sunan ve yine hayata ilişkin bütün fikirlerinin kendisinden çıktığı külli bir fikir ile mümkündür. Sahip olunan bu külli fikrin, fıtrata uygun, akla kanaat veren ve kalbi mutmain kılan bir fikir olması, hayata ilişkin nizamların bu temel fikirden alınması ve bu fikrin tatbik edilmesi ile “doğru bir kalkınma” gerçekleştirilir. İşte bu “doğru” kalkınmayı sağlayacak yegâne fikir İslâm düşüncesi ve yegâne nizam ise İslâm nizamıdır.

Öyle ise, toplumlarının gerçek ve doğru bir yükseliş ile kalkınmasını isteyen ve bunu hedefleyen her bir toplumsal hareketin, İslâm düşüncesi ve nizamlarının hayatta ve toplumda tatbik edilmesini hedeflemesi, bunun için çalışması gerekir. Aksi takdirde bugün olduğu gibi, toplumsal çöküş hızla yayılır ve Batı’yı taklit etmeyi, Batı’da meydana gelen her şeyi ülkelerine taşımayı marifet sayan kimselerin ifsadı daha da genişler.

•Toplumun Vakıasını Doğru Tespit Edememeleri

Batılılar toplumu tarif ederken, onu “fertlerin bir araya gelmesi” olarak tarif etti. Bu şekilde bir tanım, kapitalizmin ferdiyetçi bir ideoloji olmasından kaynaklanan bir tanımdır. Oysaki bu tanım, yanlış bir tanımdır. Toplumu oluşturan ve onu toplum kılan şey, insanlar arasındaki daimî ilişki ve alakalardır. İnsanların maslahatlarına bakışlarını belirleyen fikirler ve bu fikirlerin ortaya çıkardığı duygular, insanların kurdukları ilişkileri ve bu ilişkilerin devamlılığını belir.

Yine insanların bu maslahatlarını ve kurdukları ilişkileri kontrol edip muhafaza eden, insanlar arasındaki her türlü alakayı tanzim edip düzenleyen, bu maslahatlara aykırı hareket edenleri engelleyip gerekirse onları cezalandıran bir nizama ihtiyaç vardır. Bu nizam da o toplumdaki insanların sahip olduğu fikirlerin cinsinden olması gerekir. Yani nizamın esası da fikirdir.

İşte bu şekilde, insanların maslahatlara bakışlarını belirleyen fikir ve duygulardan oluşan genel örf ve kamuoyu ile bu fikrin cinsinden olan nizamın varlığı ile insanlar arasında daimî ilişkiler oluşur ve böylece bir toplum meydana gelir. Dolayısıyla toplumun tanımı; “daimî ilişkiler yani fikir, duygu ve nizamın bir araya getirdiği insanların birlikteliğidir.”

Peki, bu iki tanım arasında pratiğe yansıyan nasıl bir fark oluşur? Yani toplumu fertlerden müteşekkil bir varlık olarak görmenin toplumsal hareketlerin başarısızlığına etki eden yönü neresidir?

Şöyle ki: şayet toplumu, “fertlerden müteşekkil” olarak görürseniz, çalışmalarınızı fertlerin ıslahına ve tedavisine yöneltir, gayretinizi buna hasredersiniz. Şayet toplumu, “genel örf ve kamuoyuna hâkim olan fikirler ile nizamın şekillendirdiği daimî ilişkiler” olarak idrak ederseniz, çalışmalarınızı kamuoyuna hâkim olan fikirleri, ilişkileri belirleyen hükümleri ve tatbik edilen nizamı değiştirmeye yöneltirsiniz.

İşte, birinci yön ile toplumu tanımlamak, ilgili yapının bir kısım fertleri değiştirme gayretiyle çalışmalar yapmakla yetinmesine ve dolayısıyla kamuoyuna hâkim olan fikir ve nizamın fesat ve etkisinin tüm toplumu kuşatmasına sebep olur. İkinci yön ile toplumu tanımlamak ise, kamuoyuna hâkim olan fikirlerin ve nizamın tartışılmasına ve bu hâl üzere devam edilmesi hâlinde hakkın batıla galip gelmesine sebep olur. Bu aynı zamanda vahiy ile hareket eden Allah Rasulü’nün toplumu değiştirme metodudur. Rabbimizin şu ayetlerinde bildirildiği gibi:

[فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ] “Öyleyse, sana emredilen şeyi kafaları çatlatırcasına açıkça anlat! Müşriklere aldırma!”[1]

[وَاَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ اَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ بَعْضِ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ اِلَيْكَۜ] “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarına karşı sakın onlardan.”[2]

[إِنَّ اللّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ] “Bir toplum kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah, o toplumu değiştirmez.”[3]

•İslâmi Olanla Gayri İslâmi Olanı Ayırt Edememeleri

Günümüzde var olan İslâmi toplumsal hareketlerin büyük bir çoğunluğunun hangi fikir ve hükümlerin İslâm’a ait olduğu, hangilerinin ise İslâm’a zıt ve İslâm dışı olduğu noktasında kafaları bir hayli karışıktır. Bu karışıklığın neticesi olarak İslâm’a taban tabana zıt fikir ve hükümleri İslâm’a nispet edebilmektedirler. Hatta bununla da kalmayıp İslâm’ın temel fikir ve en bariz hükümlerinin “İslâm’dan olmadığını” dahi iddia edebilmektedirler. Yani Hilâfet, cihat, ukubat, gayri Müslimler ile ilişkiler, kadın-erkek ilişkileri gibi en temel İslâmi hükümleri İslâm’dan değilmiş gibi görürlerken; demokrasi, laiklik, cumhuriyet, milliyetçilik, kadın-erkek ihtilatı, kapitalist şirket ve akitler, faiz, borsa gibi fikir ve hükümleri “İslâmi” olarak görebilmektedirler.

Bunun sebebi ise Batılı küfür fikirleri ile zihinlerinin tıka basa dolu olması ve tatbik edilen küfür nizamlarını kanıksamalarıdır. Dolayısıyla toplumsal hareketlerine esas teşkil eden fikirleri, batıl fikirlerden arınmamış, şaibeli, kapalı ve sadece duygusal hamaset içeren fikirlerdir. İslâm’ın sadece vahiy ile gelenler ve vahiy üzerine bina edilenler olduğunu, bunun dışındakilerin gayri İslâmi olduğunu idrak edememeleri, onların çalışmalarının İslâm’ın hayatta tatbikine değil bilakis hayattan tamamen uzaklaşmasına sebep olmaktadır.

•Somut, Açık ve Sınırlandırılmış Bir Hedefe Sahip Olmamaları

Toplumsal değişim hareketleri ve hassaten toplumu İslâmi anlamda değiştirmeyi hedeflediklerini iddia eden hareketlerin, somut, açıklanmış, sınırları belli, üzerinde bir kapalılığın olmadığı, net bir hedefleri yoktur. Bu kimselere, “sizler tam olarak neyi hedefliyorsunuz?” diye sorulduğunda, ortaya somut bir hedef koyamazlar ve ulaşmak için yola çıktıkları hedeflerini izah edemezler. Örneğin; onlara, “sizler, asrısaadetten bahsediyor, Allah Rasulü ve sahabelerinin kurdukları topluma övgüler düzüyorsunuz. Peki, sizlerde hedef olarak aynen Allah Rasulü ve sahabelerinin ikame ettiği şekilde bir toplum ve devlet mi inşa etmeye çalışıyorsunuz? Yani sadece İslâmi hükümlerin hâkim olduğu, şeriat nizamlarının tatbik edildiği, hiçbir ırk ve kavim ayrımı olmadan tek bir ümmet hâlinde olunduğu, İslâm’ın tüm dünyaya davet ve cihat yoluyla taşındığı, İslâm dışında hiçbir fikir, kanun ve yetkinin olmayacağı bir toplum mu kurmayı hedefliyorsunuz?” şeklinde net bir soru sorduğunuzda, aynı netlikte bir cevap alamazsınız. Çünkü tam olarak neyi hedeflediklerine ve toplumu nereye götürmek istediklerine dair kendilerinde netleşmiş bir hedef tasavvuru yoktur. Bunun neticesi olarak da sürekli yalpalar ve zikzaklar çizerler. Çalışmaları çelişkiler ile doludur.

•İslâm Nizamlarına Olan Güvenlerini Yitirmeleri

Yaklaşık iki asra yakındır Müslümanların, Batılılar karşısında birçok yönden yenilmeleri ve asırlarca elde ettikleri kazanımları hızlı bir şekilde kaybedip geri kalmalarının sebeplerini doğru tahlil edememelerinden dolayı, bu yenilgilerin sebebinin İslâmi fikir ve nizamlarından kaynaklandığını düşündüler. Hatta bu tespit ve tahlilin bizzat Batılılara ait olduğunu ve bu bakış açısının onlardan alındığını dahi anlamaktan aciz kaldılar. Dolayısıyla onlarda, yenilginin sebebinin İslâm’dan kaynaklandığı fikri yerleşti. “Öyle ise İslâm’ı terk edip Batılı nizamları alırsak geri kalmışlıktan kurtuluruz!” şeytani vesvesesi kendilerine süslü gösterildi. Böylece İslâm’ın nizamlarını terk edip Batılı kanun ve nizamları almaya koşuştular. Ama netice, daha büyük bir hüsran ve çöküntü çukuruna hızla yuvarlanmak oldu.

Oysaki geri kalmışlığın sebebinin, uzun yıllardır İslâmi fikir ve hükümleri kâmil manada hayatta tatbik etmekte ihmalkârlık göstermeleri, taklitçiliğe yönelmeleri, nasları anlamakta gevşeklik gösterip İslâm düşüncesine sızmış yabancı unsurları fark edememeleri olduğu apaçık bir hakikattir. Ama şeytani Batı’nın telkinleri ile bu apaçık hakikati göremediler.

O günlerden sonra Müslümanların İslâm nizamlarına olan güvenleri sarsıldı. Bugün hâlâ Müslümanların büyük bir kesimi bile İslâm nizamına; günümüzün karışık ve kompleks ilişkilerini çözebileceğine dair tam bir mutmainlik ile güven duymuyor maalesef. İslâm’ın nizamlarına övgüler düzenler bile, sloganik söylemlerden ve nostajik yaklaşımlardan ileriye gidemiyor. Gerçekçi ve pratik bir şekilde mevcut Batılı kanun ve nizamların yerine İslâm’ın nizamlarının uygulanmasını savunamıyor.

•İslâmi Hareket Metodundan Sapmaları

İslâmi kitle ve hareketler, metotlarını İslâm’dan almadılar ve hareketlerini net bir metot üzerine inşa edemediler. Hatta büyük bir çoğunluğu heva ve arzularını, mevcut şartları, sistemin kendilerine açtığı yolu metot edindiler. Ya da “yük yolda doğrulur” mantığı ile hareket ederek şartlar neyi gerektiriyorsa onu yapmayı marifet saydılar. Sonuçta bu metotsuzluk İslâmi kitleleri evrimleştirdi.

Kimi kitleler; sahih bir metot anlayışına sahip olmadıkları için, demokratik yolu kendilerine metot kabul ettiler. Güya demokrasiyi bir “araç” olarak kullanacaklardı. Ama maalesef demokrasi onları bir araç olarak kullandı ve Müslümanları demokrasiye adapte etmek için bir araç haline geldiler.

 Kimi kitleler; İslâmi hareket metodu ile cihat arasındaki farkı anlayamadıkları için silahlı mücadeleyi kendilerine metot olarak seçtiler. Ve kendi ümmetlerine, kendi halklarına, kendi çocuklarına silah doğrulttular.

Kimileri; devlete sızmayı bir metot olarak kullandılar. “İyice sızana kadar her tavizi verelim” dediler ve sonunda yabancı devletlerin uşakları hâline geldiler.

Yine kimi kitleler; kendilerince hedeflerine ulaşmak, sıkıntılardan ve sert rüzgarlardan korunmak için sistemle ya da diğer kitlelerle pazarlığa oturdular ve sonunda yok olup gittiler.

Böylece bu hareketlerin metot hakkındaki hataları ve metot hükümlerine ehemmiyet vermemeleri, bu kitleleri rüzgârın önündeki çerçöp gibi savurup attı. Dün değiştirmek için karşısında mücadele ettikleri şeyleri bugün savunur hâle geldiler.

Sonuç olarak; Türkiye’deki toplumsal değişim hareketleri başlıca bunlar ve daha başka sebeplerle başarısız oldular. Hassaten Batılı fikirler ile siyaset yapmaya çalışan şeklî siyasi partilerin bu ülkeye ve topluma verdikleri zarar çok büyüktür. Küfür fikirleri ve nizamlarının toplumda yaygınlaşması, kendi inanç, değer ve tarihine düşman nesiller yetişmesi bu zararlardan sadece bir kaçıdır ve bu şeklî siyasi partilerin varlığı devam ettiği müddetçe bu zarar ve çöküntü her geçen gün artarak devam edecektir. Artık Müslümanların bu gerçeği görmesi, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metodu üzerine hareket eden, İslâm akidesi üzerine kurulmuş, ideolojik siyasi parti çalışmalarına yönelmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.

 



[1]  Hicr Suresi 94

[2] Maide Suresi 49

[3] Rad Suresi 11


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz