İnsanoğlunun dünya hayatındaki hareket ve
davranışları, fıtratından kaynaklanan uzvi ve içgüdüsel ihtiyaçlarının
mahsulüdür. Bu ihtiyaçlar evvela iki insan arasındaki dar çerçeveli ilişkiler
olarak başlar, zamanla ilişkilerin kapsamı genişler ve iki fert arasındaki
ilişki akabinde toplumsal ilişkilerin tanzim edildiği devlet olma sürecine
ulaşır. İnsanoğlu fıtratı gereği toplum ile birlikte emniyet içerisinde yaşama
arzusu taşır.
İnsanlar arasındaki intizamın sağlanabilmesi
huzurlu ve emniyetli bir ortamın temini için bağlayıcı bir kuvvet tarafından
birtakım nizamların tesis edilmesi kaçınılmazdır. Çünkü dirlik ve düzen ancak
böylesi bir kuvvetin, otoritenin, devletin varlığı ile mümkündür. Aksi hâlde
kaos ve karmaşa o topluma hakim olacak ve düzenin bozulmasına, intizamın
kaybolmasına sükûnet ve huzur ortamının yıkılmasına neden olacaktır.
Müslümanların devleti olan İslâm Devleti yaklaşık
olarak 13 asır boyunca yeryüzünde tesis ettiği nizamla tebaasının huzur ve
emniyet ortamı içerisinde hayatını sürdürmesini sağlamış, varlığını koruduğu
süre boyunca da devletlerarasındaki seçkin yerini korumuştur. Hayat sahasından
çekildiğinden beri Müslümanlar, sömürgeci kâfirlerin etkisiyle hayata bakış
açılarında çok ciddi sapmalar yaşamış, Batı kültürüne hayranlık duyacak bir
seviyede Batılı mefhumları kucağına basmış bir vaziyettedir.
Özellikle son bir asırdır, gerek Batılı kâfirler ve
gerekse kendisini Batı’ya teslim etmiş mankurtlaşmış “Müslümanlar” aile, din,
evlilik ve sistem konularında kasıtlı tartışmalar yapmakta ve reformist
görüşler ileri sürmektedirler. Bu konularda gayri İslâmi birtakım fikirleri “İslâm’danmış”
gibi lanse ederek hem İslâm’ı hem de Müslümanların temiz İslâmi anlayışlarını ifsat
etmeye çalışmaktadırlar. Gelinen noktada; İslâm beldelerinde Batı kültürüne
hayran kişilerin görüşlerinin Müslümanlar içerisinde kasıtlı bir şekilde yaygınlaştırıldığını
görüyor olmamız şaşılacak bir durum değildir.
Batı, İslâm toplumlarını kalkınmaya götüren fikrin
ne olduğunu kavradıktan sonra burada bir gedik açmaya, bozuk fikirler ile
doldurup asli ve dinamik yaşam tarzlarını değiştirmeye karar verdi. Çünkü o
anladı ki; mutsuz toplumlar kalkınamazlar, kendilerini kalkınmaya götürecek
fikirlere ulaşamazlar. Hatta kendilerinin düşük birer toplum olduklarını dahi
anlayamazlar. O yüzden İslâm beldelerindeki toplumları istikrarsız, huzursuz ve
mutsuz toplumlar hâline getirerek moral, motivasyon ve hedefe yürüme azimlerini
yok ettiler.
Şurası bir hakikattir ki; ideolojiler
barındırdıkları nizamlarından çıkan hadarat ve mefhumlarını uygulandıkları
topluma onu köklü bir şekilde yerleştirme arzusu taşırlar. İşte bugün karşı
karşıya kaldığımız bu problemler, İslâm ümmetinin maruz kaldığı batıl
ideolojilerin arzularının yansımalarıdır.
Yüzyıllar boyunca şer’î hükümlerin ışığında
hayatlarını sürdüren Müslümanlar, karşılaştıkları her problemi akidelerine
başvurarak çözdüğü gibi ailevi problemlerini çözerken de İslâm’a başvurdular.
Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın kendilerine taksim ettiği görevleri yerine
getirmenin ibadet olduğunu bildiler. Nitekim Rabbimizin şu buyruğuna uymanın,
problemlerin ortaya çıkmasını önlemek olduğuna iman ettiler:
[وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذ۪ي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِۖ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟] “Erkeklerin kadınlar üzerinde
bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.
Erkeklerin, kadınlar üzerinde artı bir dereceleri vardır. Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.”[1]
Başta Avrupa olmak üzere diğer ümmetler her anlamda
özellikle de aile mefhumu noktasında yeryüzünün en sefil hayatını yaşarken;
İslâm girdiği her haneyi aydınlığı ile kuşatırken ne oldu da Ortaçağ
Avrupası’nın “kadın”, “erkek” ve “aile” konusundaki sefil mefhumları, İslâm
ümmetinin mefhumları oldu? Galiba sorulması gereken soru bu!
Zorba ve batıl cumhuriyetin ilanı ile birlikte bu
topraklardaki aile mefhumu ve aileye verilen kıymet peyderpey cahiliyenin
karanlığı içinde gömüldü. Pek tabiidir ki; ailenin ifsat edilmesi, toplumun bozulmasını
da beraberinde getirir. Aralarına anlaşmazlık giren eşlerin aralarının bulunması
için aile büyüklerinden hakem tayin edilmesini isteyen Rabbimizin buyruğunun
yerine CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi gibi ifsadın kaynağı olan nizamların
hükmüne tabi olunan bir sürece evrildi toplum. Dolayısıyla boşanmalar çığ gibi
arttı, evlenme oranları azaldı; insanlar aile kurmaktan imtina eder bir hâle
geldi.
TÜİK’in 2021 verilerine göre evlenen her 6 çiftten 2’si
boşandı.
Yine TÜİK’in 2020 verilerine baktığımızda; evlenen
sayısı 7.786 iken boşanma sayısı ise 2.325 olmuş. İstatistikleri
incelediğimizde ise boşanmaların neredeyse tamamı, Batı kültüründen en çok
etkilenen Türkiye’nin batısındaki illerde gerçekleşmiş.
Dünya kadınlarının maruz kaldığı ve onlarca yasal düzenleme ile önüne geçilmeye çalışılan ancak gün geçtikçe sayısı artmaya devam eden tecavüz vakalarını dünya ölçeğinde incelediğimizde; kapitalist kültürün yerleşik olduğu coğrafyalarda kadınların güvenden ne kadar yoksun olduğu karşımıza çıkmaktadır.
Buzdağının arkasındaki cürüm ise tahayyül
sınırlarını zorlayan cinsten. Batı toplumlarında gittikçe yayılan feminist
hareketlerden tutun da eşcinsel evlilikler gibi insan tabiatına aykırı türlü
türlü şer fiiller İslâm beldelerini de tehdit eden pislikler olarak karşımızda
bugün. Bugün istatistikî birçok veri, feminist hareketlerden zinaya, eşcinsel
evliliklerden çocuk istismarına kadar fıtrata aykırı birçok hususun Batı
toplumunu getirdiği noktayı gözler önüne sermektedir. Şeytanî istek ve
arzularını ilah edinmiş Batılı sömürgeci kâfirler hem kendi toplumlarını hem de
yeryüzündeki sair toplumları, en çok da İslâm ümmetini, pazarladıkları,
dayattıkları fasit ideolojileri ile bozmayı başarmışlardır maalesef.
Dünya ve ahiret saadetine ulaştırma vesilesi olan
dinleri kalplerindeki sıcaklığını kaybettiğinden beri İslâm ümmetinin korunaklı
kalesi, aile de bu saldırıdan en büyük yarayı aldı. Bu yara öyle bir yaradır ki
tesiri ailelerin meyvesi gençlere bu gençlerin geleceğini şekillendirecek
evlilik mefhumuna bakışına ve gelecek ile ilgili endişelere kapılmasına sebep
oldu. Gençlerin ömürlerini adadığı kariyer planlamalarını onlar için Batı
tasarladı. Gençliği saadete götürecek yegâne yol konforlu bir hayat ve en
yüksek ideal maddi zenginlik oldu. Bu uğurda fertlerin birbirleri üstüne
basarak ilerlemelerinden başka çareleri olmadığı zehri onlara aşılandı.
Kapitalizmin kıskacındaki gençler evliliğe “külfet” olarak bakar oldu ve
saadeti, “gayri meşru yollardan arzularını dindirme” olarak anladı. Oysaki
saadet, Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın hadisinde geçtiği üzere
değil miydi:
“Evlenen imanının yarısını kurtarmış olur, kalan
yarısında ise Allah’tan korksun.”[2]
Bütün gayesi Allah’ı razı etmek olması gereken
özelde gençler genelde de tüm Müslümanlar dünya hayatını kendileri için elem
verici bir hâle getirmediler mi?
Yüzyıllarca dünya siyasetine her anlamda yön veren
İslâm ümmetinin çocukları, kendisine dayatılan fasit vakayı anlamaktan bile
aciz hâle getirildi. Batıl sistem ve batıl sistemin partilerinin bugün
gençlerimizi getirdiği yer dünya ve ahiret bedbahtlığı değil midir?
Oysa ilk iman eden nesle ve ardından gelenlere
baktığımızda; gençlerin bugün düşmüş olduğu çöküntünün derinliği daha net
anlaşılacaktır. Ashabın önde gelenlerinin İslâm’ı kabul ettiklerinde yaşları; 8
ilâ 25 arasında değişiyordu.
Onların ardından gelen nesiller de genç yaşta
isimlerinden söz ettirecek buluşlara, çabalara imza atıyorlardı. İşte, 25
yaşlarında bulduğu yöntemler ile mekanik hesapları daha kolay ve kullanışlı
hâle getiren matematik dehası Harezmi; modern tıptan tutun da yerçekimi
kanununa kadar dünyaya önemli eserler bırakmış, yine Müslüman ve genç bir bilim
adamı olarak Biruni; havada insan taşıma fikrini ortaya atarak prototip uçak
yapan Ebu Firnas ve 20 yaşındayken dönemin Sultanı Ebu İshak’ın katipliğine
getirilen İbni Haldun... İbni Haldun’un sosyo-politik ve toplumsal konularda
eserler çıkardıktan sonra 40 yaşında dünyada tartışmasız başucu kitaplarından
biri olarak okutulan Mukaddime’yi yazmıştır.
Harun er-Reşid henüz 14 yaşında iken babasının
halifeliği döneminde Bizans’a karşı yapılan saldırıda ordunun komutanı olarak
İstanbul içlerine kadar ilerlemiş ve Bizans’ı anlaşmaya mecbur eden destansı
bir süreci yönetmiştir. İki sene sonra siyasi dehası sayesinde Tunus, Mısır,
Suriye ve Azerbaycan valiliklerine atandı. 20 yaşına geldiğinde Akdeniz’den
Hindistan’a uzanan Abbasi Hilâfet Devleti’nin başına geçti.
Yeni bir çağ açan Fatih, İstanbul’u Bizans’ın
elinden söküp aldığında 21 yaşındaydı.
İslâm’ın hâkimiyet tarihinde yetiştirdiği Müslüman
gençlere verilen bu birkaç örnek yeterlidir sanırım.
İslâm’ın hükmünün yeryüzünden kaldırıldığı ve
yerine Batılı kanunların hâkim olduğu o günden (Hilâfet’in ilgasından) bu yana
bütün bir İslâm coğrafyasında gençler batıl fikirleri kuşandı, kalkınmışlık ve
mutluluk ölçüsünü kaybetti.
Kuşanılan bu batıl fikirlere bir de köhnemiş
modernizm aygıtları eklenince hedeflenen sorumsuz-lakayt-popülist gençliğin
türemesi zor olmadı. Mesela; “dava”,
“hizmet”, “davet” gibi İslâmi argümanlar kullanarak etkiledikleri muhlis
gençler şimdi ya demokrat oldu ya menfaatçi oldu. Gençlerin hayalleri,
umutları, samimi beklentileri çalındı ve onlara koskoca bir yalan dünya
bırakıldı. Konjonktüre teslim edildiler; cesur ve dinamik bir neslin heyecanı,
vakıanın gerektirdiği şartlara ayak uydurma masallarıyla söndürüldü. Bu gençlerin
zihin dünyaları da değişen gündem konularıyla altüst oldu. Reel politiğe boyun
büktürüldüler; dünyayı değiştirmeye namzet Müslüman gençler uluslararası
kurumlara girmeden, büyük devletler ile ittifak kurmadan adım bile
atamayacaklarına ikna oldular.
Hedefleri saptırıldı; “Adam gibi bir yere gelmek
istiyorsan ya partici olacaksın ya cemaatçi.” dediler. Cemaatçi olanlar
gide gide cezaevlerine gittiler, partici olanları nasıl bir akıbet bekliyor Allahualem.
Sonra korkutuldular; “Taraf olmazsan bertaraf olursun!” tehditleriyle
gençlerin enerjilerini zoraki kullanıp onlardan faydalandılar.
AB kriterleri kapsamında bir gençlik inşa edildi;
ideolojik olmayan, net veya sivri görüşlerden uzak duran, meselelere “gri”
bakabilen, hümanist, sözüm ona yapıcı, entelektüel, ılımlı bir gençlik.
Kız-erkek ilişkilerinde Batılı hayat tarzına uygun, İslâmi hükümlere göre
giyinmiş olsa dahi bunu simgesel olmaktan çıkarıp ritüel hâline getirebilen bir
yığın genç nüfus.
Ve dahası… Özeleştiri yapamayan, sorgulamayan,
pasif bir özne olarak görülmek istenen gençlik şimdi uçurumun kenarında.
Hayallerindeki dünyadan çok uzak, bu yüzden sadece anne-babasına değil Rabbine
karşı da isyan içerisinde. Onu bu uçurumun kenarından kim çıkaracak?
Onu kurtarabilecek herkes edilgen, tesiri yok! Nasıl
olsun ki? Kurtuluş reçetesinden uzak ve çaresiz… Tek çareyi alkol almakta
bulan, gündelik hevesler ile haram bataklığına saplanan gençleri kim
kurtaracak? Onları bu hâle sokan demokrasi mi, seçim malzemesi yapan demokrat
partiler mi, bütün enerjilerini batıl fikirler ile iç eden demokrat liderler
mi? O liderleri idol görenler çoktan deist oldu. “Kötü bir Müslüman lider”
profili çizenler ateist gençlik inşa etmekten başka ne işe yaradı? İstanbul
Sözleşmesi’ni imzalayarak Allah ile olan sözleşmesini feshedenlerin oturup bozdukları
nesilleri öylece izlemelerinden başka yapacakları bir şey kalmamıştır.
Evet, sömürgeci Batılı kâfirlerin ve Batılı
kâfirlere uşaklık eden işbirlikçilerinin Batı kültürünü genelde tüm İslâm
coğrafyasına ve özelde de Türkiye’ye taşıyarak sebep oldukları yıkım belki kısaca
böyle özetlenebilir.
Bilinmelidir ki İslâm ümmetinin karşı karşıya
kalmış olduğu çöküntü durumu; İslâm’dan ve onun hükümlerinin hayat sahasından
kaldırılması sonucu oluşmuştur. Tekrar eski altın çağına dönmesi ve tüm
milletleri ardından sürükleme kabiliyetine kavuşması da ancak İslâm’a yapışıp
onun hükümlerini tekrar hayat sahasına indirmesi ile mümkün olabilir.
İslâm ümmeti ilk zamanlarda Arap Yarımadası’nda ve
sayısı birkaç milyon iken İslâm’ı kabul edip davetini yüklenince o zaman mevcut
olan iki askerî blok önünde evrensel bir kuvvet oluşturdu. İkisini aynı anda
vurdu ve memleketlerine hâkim oldu. Ondan sonra İslâm’ı, o zamanki dünyanın
çoğuna yaydı. Sayıları milyarlar ile ve memleketleri de birbirine bitişik
tekbir memleketi oluşturuyor, Fas’tan Hindistan’a, Türkiye’den Endonezya’ya
kadar uzanıyor, servet ve konum bakımından en güzel toprakları elinde
bulunduruyor ve tek sahih ideolojiyi taşıyorken nasıl olur da bu ümmet, bugün
iki sömürgeci blok olan Avrupa ve Amerika’dan her hususta daha kuvvetli bir
cephe oluşturamaz? Rusya’nın Avrupa’ya doğalgaz arzını keserek ortaya çıkardığı
kaos ve çaresizlikten de anlayacağımız gibi elimizde bulunan servetler Hilâfet
çatısı altında toplandığında durum bir anda sömürgecilerin aleyhine dönecektir.
Bunun için her Müslümana dünyaya İslâm risaletini
taşıyacak büyük İslâm Devleti’ni kurmak için çalışmak farzdır. Bu büyük devlete
kavuşmanın yolu; kapitalist sistemlerin dayattığı partilerde enerji tüketmek değil,
İslâm davetini yüklenerek ve bütün İslâm beldelerinde İslâmi hayatı başlatmayı
ölüm-kalım meselesi olarak görmekten geçmektedir.
İşte Müslümanların hedef edinmesi gereken, farz
olan bu büyük gaye, çöküntüden çıkmanın ilacı ve saadete ulaşmanın yegâne
yoludur. İşte Müslümanlar Allah’a tevekkül ederek bu yolda yürümeli ve O’nun
rızasının dışında saadet beklememelidir.
[وَعَدَ اللّٰهُ
الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي
الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۖ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ
د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ
اَمْنًاۜ يَعْبُدُونَن۪ي لَا يُشْرِكُونَ ب۪ي شَيْـًٔاۜ وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ
ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ] “Allah sizden iman edip salih ameller işleyenlere, kendilerinden
öncekileri hükümran kıldığı gibi onları da yeryüzüne hükümran kılacağını
vadetti. Kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için güçlendirip
yerleştirecek ve korkularından sonra onları güvene kavuşturacaktır. Onlar bana
ibadet eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan sonra kimler inkâr ederse
işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.”[3]
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış