İnsanların
taşıdığı fikirler davranış ve ilişkileri açısından nasıl belirleyici ise
devletlerin/hükümetlerin taşıdığı fikirler de uygulayacağı politikalar ve
gözettiği hedefler açısından belirleyicidir. Bu bağlamda AK Parti’nin ümmet
coğrafyasındaki temel siyasetinin ne olduğu anlamak için öncelikle sahip olduğu
fikirlere bakmamız gerekiyor. Bilindiği gibi AK Parti, 3 Kasım 2002’de
iktidara ilk geldiğinde siyasi kimliğini “muhafazakâr demokrat” olarak
tanımlamıştı. AK Parti’nin söz konusu fikrî yapısı Köklü
Değişim Dergisi’nin bu sayısında ayrıca ele alınacağından ben bu konuya
girmeyeceğim. Sadece muhafazakâr demokrat kimliği gözüyle dünyanın nasıl
göründüğünü özellikle de İslâm coğrafyasına nasıl bakıldığının bilinmesi adına
kısa bir hatırlatma yaparak konumuza döneceğim.
Muhafazakâr
demokrasi, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının sosyal ve ahlaki konularda
hâkim siyasi bakış açısını tanımlamak için kullandığı bir terimdir. Daha geniş
anlamda muhafazakâr demokrasi terimi; demokrasi ile İslâm’ın sözde uyumluluğunu,
Batı odaklı bir dış politikayı, neo-liberal ekonomi ve laikliğe bağlılığı
vurgulamaktadır.
AK Parti’nin
kurucuları bu yeni kimlik ile İslâmcı bir siyaset gütmek istemediklerini, dini
siyasal alanın dışına, toplumsal alana çekmeyi hedeflediklerini savunageldiler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bireysel referansım İslâm, siyasal referansım ise
demokrasidir.”[1] diyerek AK Parti’nin siyasal
kimliğini “muhafazakâr demokrasi”de konumlandırmak istediklerini birinci
ağızdan açıklamıştır.
2001 yılında zirve
yapan ekonomik kriz sonrası Türkiye’de muhafazakâr demokrat kimliği ile tek
başına iktidara gelen AK Parti’nin ümmet coğrafyasıyla ilişkisi Afganistan ile
başladı. 11 Eylül 2001’de New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırılarının
ardından “terörizm” bahanesiyle Afganistan’ı işgal eden ABD, NATO anlaşmasının
5. maddesi uyarınca üye ülkelerden destek talep etti. Bu talep üzerine Meclis’e
gelen Afganistan tezkeresi Ekim 2001’de iktidardaki DSP, MHP, ANAP koalisyonu
ve DYP’nin desteğiyle, AK Parti’nin ise muhalefetiyle; 100’e karşı 319 oyla
kabul edildi.
TBMM’de bu
tezkereye itiraz eden dönemin AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül
Afganistan’a yapılacak müdahaleyle Türkiye’nin Asya’ya, Asya’nın da Türkiye’ye
yabancılaşma ihtimali olduğunu söylemiş ve “Bu
kadar geniş, kapsamı belli olmayan, sınırı belli olmayan, süresi belli olmayan
bir yurtdışı operasyonuna Türk Silahlı Kuvvetlerinin gönderilmesini uygun
bulmuyoruz.”[2] demişti.
Fakat AK Parti
bundan bir yıl sonra iktidara geldiğinde Türk askerlerini Afganistan’dan
çekmeyerek ABD öncülüğündeki Haçlı koalisyonun yanında yer aldı. Ayrıca
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla oluşturulan ve 16 Ocak 2002’de
İngiltere’nin liderliğinde göreve başlayan Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti’ne
(ISAF) kendisinden önceki hükümet gibi destek vermeye devam etti. ABD’nin 20
yılın sonunda Taliban ile anlaşarak Afganistan’dan çıkmasıyla birlikte Türkiye’de
27 Ağustos 2021 tarihinde Afganistan’dan tüm askerlerini geri çekti. Bu süreçte
Türk askeri Afganistan’da her ne kadar muharip bir güç olarak yer almasa da
kafir ABD ve bir Haçlı örgütü niteliğinde olan NATO ile birlikte hareket ederek
bir İslâm beldesinin işgaline ortak oldu. Afganistan meselesi AK Parti
iktidarının dış politikada Müslümanların maslahatlarını esas alan özgün ve
bağımsız bir siyaset izleyemeyeceğinin ilk göstergesi oldu. Zira Türkiye’nin
Afganistan’a girerken doğrudan kendi çıkarlarını ilgilendiren spesifik bir
hedefi olmadığı açıktı. Onu Afganistan’a sürükleyen saik, ABD ve onun
güdümündeki NATO ile olan gayrı İslâmi dostluk ilişkisi idi.
Bu sebeple ABD’nin
ayrılmasının ardından Türkiye’nin Afganistan’daki askerî misyonu da tamamlanmış
oldu. Bugün Afganistan’da Taliban’ın yönetime gelmesi Müslümanların kafir
Amerika’yı hezimete uğratması açısından kazanım olarak görülse de Afgan halkı
ciddi bir ekonomik kriz ve savaşın bıraktığı derin acılarla yüz yüze kalmış
durumdadır. Kaldı ki söz konusu kazanım AK Parti’nin yardımı ile değil, aksine AK
Parti’ye rağmen gerçekleşmiştir. İşgalci kafirler tarafından katledilen,
yaralanan, işkence gören yurtlarından edilen on binlerce Müslüman ise “Kardeş
Afgan halkının selameti için oraya gidiyoruz” diyen AK Parti iktidarının
boynunda vebal olarak kaldı.
AK Parti Türkiye’sinin
Afganistan’dan sonra bir aktör olarak rol aldığı ikinci İslâm beldesi Irak
oldu. Zira ABD’nin, Afganistan’dan sonraki hedefinde uzun yıllar İngiltere
yörüngesinde hareket etmesinden dolayı zenginliklerini sömüremediği Irak vardı.
ABD işe, Saddam
Hüseyin’in elinde kitlesel ölümlere neden olabilecek biyolojik silahlar olduğu
yaygarasını kopartarak başladı. Tüm dünya, Irak’ta “kitle imha silahı” bulunduğunun
kocaman bir yalan olduğunu biliyordu. Ancak tüm dünyanın aksine Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 10 Aralık 2002 tarihinde
Amerika’ya yaptığı ziyarette “Irak’ın kitle imha silahlarından arındırılması
Türkiye, bölge ve dünya barışı için gereklidir. Savaş Türkiye için en son
seçenek olmakla birlikte, Saddam yönetimi uluslararası toplumun kararlarına
uymadığı taktirde gerekli tepki gösterilecektir…”[3] sözleriyle bu kocaman
yalanı ABD lehine meşrulaştırmaya çalışıyordu.
Oysaki ABD’nin
gerçek hedefi kendi hegemonya ve nüfuzunu yaymak, kendisine rakip olan Batılı
devletlerin nüfuzunu bertaraf etmek, Irak’ı bölgede bir üs olarak kullanmak,
zengin servetlerini çalmak, kendi nizam ve yaşam tarzına mecbur etmek ve gücünü
parçalamaktı. Ne var ki ABD, okyanus aşırı bir ülke olduğu için Irak’ı işgal
ederken bölge ülkelerinin lojistik ve askerî desteğini alması kaçınılmazdı. Bu
ülkelerin başında da İncirlik Üssüne ev sahipliği yapan ve Irak’a kara sınırı
olan Türkiye geliyordu. Dolayısıyla ABD, kuruluş sürecinden itibaren yakın
ilişkiler geliştirdiği AK Parti’nin önüne Irak dosyasını koyarak askerlerini
karadan nakletmek için talepte bulundu.
AK Parti, Amerika’nın
bu talebini derhal yerine getirmek için tarihe “1 Mart Tezkeresi” olarak geçen
ve Amerikan askerlerinin Türkiye’de konuşlanarak Irak’a girmesini içeren
tezkereyi 25 Şubat 2003 tarihinde TBMM’ye sundu. Tezkere, 48 AK Partili vekilin
“ret oyu” vermesiyle birlikte 267 salt çoğunluk sağlanamadığı için reddedildi.
Daha sonra AK Parti’nin kurucularından ve eski başbakan yardımcılarından olan
Ertuğrul Yalçınbayır’ın açıklayacağı gibi tezkereye ret oyu veren AK Partili
vekiller telefonlarına gönderilen mesajla grup başkanvekilliğine çağrılarak
fırçalanacaklardı. O tarihte Müslümanların kafir Amerika tarafından
katledilmesini kabullenmeyen biri vardı ki Amerika onun açıklamaları nedeniyle
Türkiye’ye uyarıda bulunmuştu. O açıklamanın sahibi yine AK Parti’nin
kurucularından olan ve aynı zamanda Meclis İnsan Hakları Komisyonu başkanlığı
yapan Nevşehir Milletvekili Mehmet Elkatmış idi. Tüm Müslümanların duygularına
tercümen olan Mehmet Elkatmış şöyle diyordu: “Aradan geçen iki
yıl içinde söylenenlerin hepsinin yalan olduğu, işgalin iyi niyetle
yapılmadığı, tamamen emperyalist emellerle yapıldığı, hepimizin gözleri önünde
ilan edilmiştir… Bu işgalde bütün uluslararası hukuk kuralları ve
sözleşmeler hiçe sayılmıştır. Irak’ın işgali adeta Irak halkının soykırımına
dönüşmüştür. Amerikan yönetimi, Irak’ta bir soykırım ve vahşet suçu
işlemektedir. Ne Firavunlar devrinde ne Hitler ve Musolini devrinde böyle bir
soykırım yapılmamıştır.”[4]
Ancak tezkereye ret
oyu veren vicdanlı vekillerin çabaları, Türkiye’yi ABD’nin işgal ve katliamına
ortak olmaktan alıkoyamadı. Zira 14 Mart 2003 tarihinde Erdoğan’ın başbakanlığa
seçilmesiyle 19 Mart’ta yeni bir tezkere hazırlanarak meclise sunuldu. Bir gün
sonra kabul edilip yürürlüğe konulan tezkereden 5 saat sonra Amerika, “şok ve
dehşet” ismini verdiği saldırılar ile Bağdat’ı bombalamaya başladı. Mehmet
Elkatmış ile birlikte tezkereye ret oyu veren vekillerin çoğu 2007 seçimlerinde
tekrar aday gösterilmediler. Amerika, Türkiye’deki İncirlik Üssünden kaldırdığı
uçaklarla kimyasal silah dahil her türlü bombayı kullanarak Irak’ta milyonlarca
Müslümanı katletti, yüz binlercesini yaralayıp zulmetti.
Bununla da
yetinmeyen Amerika, işgal sonrası Irak’a atadığı Vali Paul Bremer tarafından
hazırlanan ve “Bremer Anayasası” olarak bilinen sistem ile, Irak’ı merkezî
hükümete pamuk ipliği ile bağlı federal bölgelere ayırdı. Böylece Irak Şii,
Sünni ve Kürt bölgeleri olmak üzere fiilî olarak parçalandı. “Demokrasi
götürme” vaadiyle işgal edilen Irak tarihte hiç olmadığı kadar işkence ve
zulümlere maruz kaldı. Ebu Gureyb cezaevinden sızan iğrenç işkence fotoğrafları
Müslümanların hafızasında silinmesi mümkün olmayan acılar bıraktı. 2010 yılında
Arap Baharı’nın başlamasıyla Irak halkı tekrar kıyama geçti. Fakat bu kıyam,
Amerika’ya işgallerinde uşaklık eden İran güdümlü Bağdat hükümeti, paralı
çeteler ve 2014 yılında sözde “Hilâfet” ilan eden DAEŞ’in musallat edilmesiyle
bastırıldı. Bugün Irak halkı bölünmüşlük, şiddet ve sefaletin gölgesinde hayata
tutunmaya çalışmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise ilk tezkerenin geçmediği
için üzgün olduğunu, bu yüzden Suriye’de aynı hataya düşmek istemediklerini
söyleyerek Irak’ta yaşananlardan hiç pişmanlık duymadığını, İslâmi ve insani
duygularını yitirdiğini açık etmektedir. Öyle ya! Ne de olsa Irak’a demokrasi
gitmiştir ve aynı demokrasinin “muhafazakâr demokrat” AK Parti tarafından
Amerikan uşağı Beşar Esed rejimine kıyam ederek “Hilâfet” sloganları
atan Suriye halkına da gitmesi gerekmektedir!
Nitekim öyle de
oldu. Arap Baharı’nın 15 Mart 2011 tarihinde Suriye’ye sıçraması ile birlikte
Amerika tıpkı Afganistan ve Irak işgallerinde olduğu gibi Beşar Esed rejimini
korumak için İran ve Türkiye’yi harekete geçirdi. İran, ordusu ve milisleriyle
sahadaki yerini alarak Suriye devrimi ile savaşmaya başladı. Türkiye ise
rejimin devrilme ihtimaline karşı Burhan Galyun gibi diasporadan getirilen
seküler şahsiyetleri, “Suriye Ulusal Koalisyonu” adı altında Türkiye’de
ağırlayarak örgütlemeye başladı. Diğer yandan da sahadaki mücahit grupları
maddi ve askerî olarak destekleyerek onları “İslâmi Hilâfet” fikrinden “demokratik
Suriye” fikrine dönüştürmeye çalıştı. Amerika’nın kurduğu Cenevre masasını tek
çözüm yolu olarak gösterdi. Zira 30 Mart 2012’de BM Güvenlik Konseyi’nin daimî
temsilcilerinin yanı sıra Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin katılımıyla
toplanan Cenevre 1 Konferansı’na göre güvenlik ve askerî kurumlar korunarak
sözde muhalefet ile rejim arasında ortak geçici hükümet kurulması
hedefleniyordu. Böylece Batı, devrimi kontrol altına alabilecek, nübüvvet
metodu üzere Hilâfet’i ilan ederek, Müslümanlar tarafından doldurulacak siyasi
bir boşluğun oluşmasına izin verilmeyecekti. Bu çözüme direnenleri ise “terörist”
ve “radikal” yaftasıyla yaftalayarak, onları rahat bir şekilde vuracak,
öldürecek ve böylece Hilâfet’in kurulması projesi ve İslâm’la savaşmanın bir
aracı olarak kullanacaktı. Batı’nın ve bölge devletlerinin propagandasını
yaptığı “sivil ve çoğulcu devlet” kavramı ise sadece gözleri boyamak, hak ile
bâtılı birbirine karıştırmak içindi.
AK Parti iktidarı
ümmetin en acılı coğrafyası olan Suriye’ye ilişkin siyasetini tamamen bu gaye
üzerine bina etti. Muhacirlerin Türkiye’ye alınması ve zaman zaman Suriye’de
Amerika’ya parazit çıkaran Avrupa’ya karşı bir şantaj malzemesi olarak
kullanılması bu gaye içindi. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı
harekatları bu gaye içindi. Rusya ve İran’la yapılan Astana ve Soçi
mutabakatları bu gaye içindi. Muhaliflerin İŞİD ve PYD ile savaş bahanesiyle
mevzilerinden çıkarılarak başta Halep olmak üzere birçok şehrin Esed rejimine
teslim edilmesi bu gaye içindi. Ateşkesler, çatışmasızlık bölgeleri bu gaye
içindi. Suriye halkının İdlib’e sıkıştırılarak sonunda Esed rejimine boyun
eğdirilme planı yine bu gaye içindi. Oysaki AK Parti iktidarının bütün
imkanlarını seferber ederek büyük bir aldatmaca ile ihanet ettiği Suriye
halkının gayesi “Suriye laikliğin son kalesidir” diyerek efendilerini
yardıma çağıran zorba Esed rejimini İslâmi Hilâfet Devleti ile değiştirerek âlemlerin
Rabbini razı etmekti. Lakin AK Parti Türkiye’si Suriye halkına gözünü ve
kulağını kapayarak onları cellatlarına teslim etti. Banyas’tan gelen
mektuplara, Hûle’den, Guta’dan Halep’ten ve daha nice şehirlerden yapılan
yardım çağrılarına icabet etmedi. Tıpkı Amerika gibi Esed rejiminin
devrilmesindense, Suriye halkının devrilmesini tercih etti. 10 yaşındaki
Suriyeli bir kız çocuğunun Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik feryadında dile
getirdiği gibi “Suriye halkı boğazlanırken ordusunu seferber etmeyen bir iktidar”
olarak tarihe geçti.
Kuşkusuz Suriye
kıyamı AK Parti’nin ümmet coğrafyasındaki en büyük sınavı oldu ve sınav
kaybedildi. Demokratik iktidar koltuğu ve Amerika’nın rızası, İslâm’ın
izzetinin ve Allah’ın rızasının önüne geçirildi. Aynı demokratik zelil tavır
Arap Baharı sürecinde Mısır, Libya ve Tunuslu Müslümanlara karşı sergilendi. 15
Eylül 2011 tarihinde Ortadoğu da “Arap Baharı” turuna çıkan dönemin başbakanı
Recep Tayyip Erdoğan, Mısır’da yeni anayasanın laik esaslara mı yoksa şeriat
ilkelerine mi dayanması gerektiği konusunda özel bir televizyon kanalına
verdiği röportajında şu ifadeleri kullanmıştı:
“Laiklik kesinlikle
ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim.
Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya
da olmama özgürlüğü vardır. Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını
tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın.
Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan
sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.”[5]
Erdoğan’ın bu
tavsiyesinden sonra Müslüman Kardeşler hareketi Özgürlük ve Adalet Partisi’ni
kurarak seçimlere katıldı. İslâmi devrimin ateşi laiklik suyu ile söndürüldü.
Sonrası malum; Muhammed Mursi, ordu ve devlet kurumları içinde hiçbir güce
sahip olmadan Cumhurbaşkanı seçildi ve 3 Temmuz 2013 tarihinde de kendi atadığı
Genelkurmay başkanı Abdülfettah Sisi tarafından darbeyle devrildi. Yaşanan
darbe sonrası binlerce Müslüman, Sisi rejimi tarafından katledildi; on
binlercesi tutuklandı. Darbe sonrası bazı İhvan yetkilileri “tuzağa
düştüklerini, demokrasinin Müslümanlar için olmadığını” söyleseler de iş
işten geçmişti. Amerika’nın desteğini arkasına alan Sisi rejiminin insafına
kalan Muhammed Mursi, mahkeme salonunda diğer bazı ihvan liderleri de zulüm
zindanlarında vefat ettiler. Bugün Mısır’da yozlaşmış askerî bir rejim ve
korkunç bir yoksulluk hâkim. Darbe karşıtı protestolara katılan Müslümanlar
uydurma suçlamalarla gruplar hâlinde idam ediliyor. Mısır’a laikliği tavsiye
eden ve yıllarca meydanlarda “Rabia” işareti yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise
Joe Biden’ın yeni siyaset stratejisi gereği darbeci Sisi rejimi ile “normalleşmekle”
meşgul!
Üstelik normalleşme
sadece Sisi rejimi ile de sınırlı değil. Aynı normalleşme girişimleri gasıp
Yahudi varlığı “İsrail” için hayata geçirilmeye çalışılıyor. Aslında AK Parti
iktidarının “İsrail” ilişkileri çok da anormal bir seviyede seyretmedi. Yaşanan
krizlere rağmen iki ülke arasında esaslı fikrî bir ayrışma olmadı. Kamuoyuna
yansıtılanın aksine perde gerisinden ilişkiler sürdürüldü. Osmanlı Hilâfeti’nin
yıkılmasıyla birlikte Sultan Abdülhamid’in dediği gibi “bedelsiz bir şekilde”
Yahudilere verilen mübarek Filistin beldesi, AK Parti döneminde de sahipsiz ve
korumasız kalmaya devam etti. Ortadoğu ziyaretlerinde halkları etkilemek için “Maalesef
‘İsrail’in ilk kurulduğu dönemde CHP iktidardaydı ve onlar ‘İsrail’i tanıdılar”
şeklinde konuşmalar yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, AK Parti’nin başında iktidara
geldiğinde “İsrail’i” aynı şekilde tanımaya devam etti. Erdoğan’ın 2009 yılında
Davos’ta yaptığı “one minute” çıkışı, İslâm beldelerinde büyük bir sevinçle
karşılansa da Erdoğan daha sonra tepkisinin Şimon Peres’e değil moderatöre
olduğunu söyleyerek durumu toparlamaya çalıştı. Eğer 2010 yılında Mavi Marmara’ya
yönelik terör saldırısı gerçekleşmeseydi, Türkiye-“İsrail” arasında hiçbir
sorun yaşamayacaktı. Kaldı ki Mavi Marmara olayında bile geri adım atan Türkiye
oldu. Müslümanların tertemiz kanları yarım ağızla dilenen bir özür ve birkaç
milyon dolar tazminat karşılığında satılarak şehitlerin kemikleri sızlatıldı.
Yetmedi Mavi Marmara davası Türkiye-“İsrail” arasında yapılan anlaşma sonucu
düşürülerek şehit ailelerin onuru ayaklar altına alındı. Erdoğan daha sonra
Yahudilerle anlaşmayı eleştiren ve Mavi Marmara’nın organizasyonunda yer alan
İHH’lı Müslümanları hedefine koyarak “giderken bana mı sordunuz?” dedi. “‘İsrail’e
ihtiyacımız olduğunu kabul etmemiz lazım” dedi. Aslında AK Parti
iktidarının Filistin konusunda Amerika’nın İngiliz politikasına karşı 1950’li
yıllarda geliştirdiği “iki devletli çözüm” planını savunmaktan başka bir
siyaseti olmadığını, zaman zaman atılan hamasi nutukların aksine ne Filistin’in
ne de Mescid-i Aksa’nın kırmızıçizgi sayılmadığını yukarıda verilen örneklere
ilave olarak “İsrail’le” Türkiye arasında ticaret rekorları kıran ilişkilerde
görüyoruz. Bu minvalde AK Parti’nin Filistin konusundaki samimiyetsizliğini en
iyi özetleyen tespit, Yahudi varlığının sözde İstihbarat ve Nükleer Enerji
Bakanı Yisrael Katz’ın bir Suudi kanalına yaptığı açıklamadır. ABD Başkanı
Donald Trump’un Kudüs’ü “İsrail’in” sözde başkenti olarak tanımasından sonra
Erdoğan’ın “Düşmandost (Frenemy)” rolü oynadığını söyleyen
Siyonist Katz, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan için şunları söyledi:
“Bize oldukça fazla
saldırıyor. Biz de hâliyle cevap veriyoruz. Unutmamak gerekir ki, Türkiye,
mallarını Hayfa Limanı üzerinden Körfez bölgesine gönderiyor. Türkiye’nin Körfez
ülkelerine yaptığı ihracatın %25’i Hayfa Limanı üzerinden
gerçekleştirilmektedir… Aslında sadece kendisi (Erdoğan) için konuşmaktadır.
Türk Hava Yolları, “İsrail’de” faaliyet gösteren en geniş uluslararası
havayoludur. Dış ticaret hacmi de iki ülke arasında, özellikle Mavi Marmara’dan
sonra sadece artış göstermektedir.”[6]
Nitekim AK Parti
iktidarının bu ikircikli tavırları Filistinli Müslümanların da sabrını
taşırarak Yahudi varlığının geçtiğimiz Ramazan ayındaki saldırılarına karşı
Mescid-i Aksa’yı korumak için toplanıldığı sırada “Biz buradayız, sen
neredesin Erdoğan?” sloganlarının atılmasına neden olmuştur.
Buraya kadar
yazılanların izdüşümleri üzerinde dikkatle düşünüldüğünde görülecektir ki, AK
Parti’nin Irak, Afganistan, Suriye, Filistin, Mısır ve Libya gibi Ortadoğu
bölgesine yönelik temel siyaseti Amerikan çıkarlarına endekslenmiş bir çizgide
seyretmektedir. O kadar ki ümmet coğrafyasında AK Parti karnesi, ABD karnesi
ile ancak anlaşılabilir hâle gelmiştir. Zira bahse konu meselelerin tümünün
merkezinde Amerika bir özne ve oyun kurucu olarak yer almaktadır. AK Parti ise
ABD’nin ayak izlerini adım adım takip etmiş, ümmetin uyanışına ve kurtuluşuna
vesile olmak şöyle dursun, adeta Müslümanları uyutan ve düşmanlarına teslim
eden bir tavır takınmıştır.
Amerika’nın etkin
bir nüfuzu olmadığı Doğu Türkistan gibi uzak diyarlardaki Müslümanlar ise AK
Parti tarafından Çin ile geliştirilen ticari ilişkilere kurban edilmektedir.
Çin’in kirli ve kanlı parası karşılığında, Doğu Türkistan işgali ve Müslüman Uygur
kardeşlerimize yapılan soykırım seviyesindeki korkunç zulüm ve işkenceler
görmezden gelinmektedir. İstanbul’daki metro duraklarına Çince tabelalar asılıp
ve hava alanlarına “Çin dostu havalimanı” belgeleri verilerek Doğu Türkistanlı
Müslümanların yürekleri dağlanmaktadır. Bugün Türkiye’deki Çin konsoloslukları
önünde hâlâ Çin’deki toplama kamplarında işkence gören yakınlarına ulaşmak için
“Zalim Çin! Ailem nerede?” temalı protesto eylemleri düzenlenmektedir.
Budist kafirlerin
sadece “Rabbunallah (Rabbimiz Allah’tır)!” dedikleri için vahşice
öldürdükleri ümmetin Arakanlı evlatlarının ise Türkiye’de adı dahi
anılmamaktadır. Myanmar rejiminin zulmünden kaçan Arakanlı Müslümanlar
denizlerde vatansız bir şekilde dolaşmakta Bangladeş’in zoraki kabulü hariç
hiçbir ülke tarafından kabul edilememektedir.
Dolayısıyla yaklaşık
20 yıl önce iktidar olan AK Parti, Türkiye İslâmcılığının kendisine verdiği
büyük destekle ümmette bir umut meydana getirmesine karşılık laik kapitalizmle
uyumlu “muhafazakâr demokrat” kimliğinin bir gereği olarak uygulamada tam tersi
bir siyaset izlemiş, Müslümanları yüzüstü bırakmış ve ümmet coğrafyasına
bakışının pragmatik olduğunu ortaya koymuştur. Allah Subhanehu ve Teâlâ
onlar ve benzerleri gibi İslâmi kimliği sapkın kimliklere değişen, hakkı batıl
ile örten, ümmeti bir vücudun azaları olarak görmeyen, Allah’ın nizamı olan Râşidî
Hilâfet yerine küffarın nizamı olan demokrasiyi dava edinenler hakkında şöyle
buyurmuştur:
[يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذٖينَ اٰمَنُواۚ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا
اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَؕ] “(Aslında) onlar, (böylece)
Allah’ı ve iman etmiş olanları kandırmak isterler. Hâlbuki kendilerinden başka
kimseyi kandıramazlar ve bunu da fark etmezler.”[7]
Umulur ki
aklederler!
[1]
Türkiye’de Muhafazakâr Sağ İktidarların Dış Politika Vizyonu - Ali AYATA sf.
154
[2]
https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-58347606
[3]
https://www.amerikaninsesi.com/a/a-17-a-2002-12-10-8-1-87862857/796938.html
[4]
https://www.amerikaninsesi.com/a/a-17-a-2004-11-25-10-1-87946957/824746.html
[5]
https://www.haberturk.com/dunya/haber/669311-laiklik-ateizm-degil-korkmayin
[6]
https://filistin.info/israil-erdogan-dusman-gorunumlu-dost/
[7]
Bakara Suresi 9
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış