ÜMMET COĞRAFYASINDA AK PARTİ SİYASETİNİN TEMEL DİNAMİKLERİ VE İZDÜŞÜMLERİ

Muhammed Emin Yıldırım

İnsanların taşıdığı fikirler davranış ve ilişkileri açısından nasıl belirleyici ise devletlerin/hükümetlerin taşıdığı fikirler de uygulayacağı politikalar ve gözettiği hedefler açısından belirleyicidir. Bu bağlamda AK Parti’nin ümmet coğrafyasındaki temel siyasetinin ne olduğu anlamak için öncelikle sahip olduğu fikirlere bakmamız gerekiyor. Bilindiği gibi AK Parti, 3 Kasım 2002’de iktidara ilk geldiğinde siyasi kimliğini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlamıştı. AK Parti’nin söz konusu fikrî yapısı Köklü Değişim Dergisi’nin bu sayısında ayrıca ele alınacağından ben bu konuya girmeyeceğim. Sadece muhafazakâr demokrat kimliği gözüyle dünyanın nasıl göründüğünü özellikle de İslâm coğrafyasına nasıl bakıldığının bilinmesi adına kısa bir hatırlatma yaparak konumuza döneceğim.

Muhafazakâr demokrasi, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının sosyal ve ahlaki konularda hâkim siyasi bakış açısını tanımlamak için kullandığı bir terimdir. Daha geniş anlamda muhafazakâr demokrasi terimi; demokrasi ile İslâm’ın sözde uyumluluğunu, Batı odaklı bir dış politikayı, neo-liberal ekonomi ve laikliğe bağlılığı vurgulamaktadır.

AK Parti’nin kurucuları bu yeni kimlik ile İslâmcı bir siyaset gütmek istemediklerini, dini siyasal alanın dışına, toplumsal alana çekmeyi hedeflediklerini savunageldiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bireysel referansım İslâm, siyasal referansım ise demokrasidir.”[1] diyerek AK Parti’nin siyasal kimliğini “muhafazakâr demokrasi”de konumlandırmak istediklerini birinci ağızdan açıklamıştır.

2001 yılında zirve yapan ekonomik kriz sonrası Türkiye’de muhafazakâr demokrat kimliği ile tek başına iktidara gelen AK Parti’nin ümmet coğrafyasıyla ilişkisi Afganistan ile başladı. 11 Eylül 2001’de New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırılarının ardından “terörizm” bahanesiyle Afganistan’ı işgal eden ABD, NATO anlaşmasının 5. maddesi uyarınca üye ülkelerden destek talep etti. Bu talep üzerine Meclis’e gelen Afganistan tezkeresi Ekim 2001’de iktidardaki DSP, MHP, ANAP koalisyonu ve DYP’nin desteğiyle, AK Parti’nin ise muhalefetiyle; 100’e karşı 319 oyla kabul edildi.

TBMM’de bu tezkereye itiraz eden dönemin AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül Afganistan’a yapılacak müdahaleyle Türkiye’nin Asya’ya, Asya’nın da Türkiye’ye yabancılaşma ihtimali olduğunu söylemiş ve “Bu kadar geniş, kapsamı belli olmayan, sınırı belli olmayan, süresi belli olmayan bir yurtdışı operasyonuna Türk Silahlı Kuvvetlerinin gönderilmesini uygun bulmuyoruz.”[2] demişti.

Fakat AK Parti bundan bir yıl sonra iktidara geldiğinde Türk askerlerini Afganistan’dan çekmeyerek ABD öncülüğündeki Haçlı koalisyonun yanında yer aldı. Ayrıca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla oluşturulan ve 16 Ocak 2002’de İngiltere’nin liderliğinde göreve başlayan Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti’ne (ISAF) kendisinden önceki hükümet gibi destek vermeye devam etti. ABD’nin 20 yılın sonunda Taliban ile anlaşarak Afganistan’dan çıkmasıyla birlikte Türkiye’de 27 Ağustos 2021 tarihinde Afganistan’dan tüm askerlerini geri çekti. Bu süreçte Türk askeri Afganistan’da her ne kadar muharip bir güç olarak yer almasa da kafir ABD ve bir Haçlı örgütü niteliğinde olan NATO ile birlikte hareket ederek bir İslâm beldesinin işgaline ortak oldu. Afganistan meselesi AK Parti iktidarının dış politikada Müslümanların maslahatlarını esas alan özgün ve bağımsız bir siyaset izleyemeyeceğinin ilk göstergesi oldu. Zira Türkiye’nin Afganistan’a girerken doğrudan kendi çıkarlarını ilgilendiren spesifik bir hedefi olmadığı açıktı. Onu Afganistan’a sürükleyen saik, ABD ve onun güdümündeki NATO ile olan gayrı İslâmi dostluk ilişkisi idi.

Bu sebeple ABD’nin ayrılmasının ardından Türkiye’nin Afganistan’daki askerî misyonu da tamamlanmış oldu. Bugün Afganistan’da Taliban’ın yönetime gelmesi Müslümanların kafir Amerika’yı hezimete uğratması açısından kazanım olarak görülse de Afgan halkı ciddi bir ekonomik kriz ve savaşın bıraktığı derin acılarla yüz yüze kalmış durumdadır. Kaldı ki söz konusu kazanım AK Parti’nin yardımı ile değil, aksine AK Parti’ye rağmen gerçekleşmiştir. İşgalci kafirler tarafından katledilen, yaralanan, işkence gören yurtlarından edilen on binlerce Müslüman ise “Kardeş Afgan halkının selameti için oraya gidiyoruz” diyen AK Parti iktidarının boynunda vebal olarak kaldı.

AK Parti Türkiye’sinin Afganistan’dan sonra bir aktör olarak rol aldığı ikinci İslâm beldesi Irak oldu. Zira ABD’nin, Afganistan’dan sonraki hedefinde uzun yıllar İngiltere yörüngesinde hareket etmesinden dolayı zenginliklerini sömüremediği Irak vardı.

ABD işe, Saddam Hüseyin’in elinde kitlesel ölümlere neden olabilecek biyolojik silahlar olduğu yaygarasını kopartarak başladı. Tüm dünya, Irak’ta “kitle imha silahı” bulunduğunun kocaman bir yalan olduğunu biliyordu. Ancak tüm dünyanın aksine Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 10 Aralık 2002 tarihinde Amerika’ya yaptığı ziyarette “Irak’ın kitle imha silahlarından arındırılması Türkiye, bölge ve dünya barışı için gereklidir. Savaş Türkiye için en son seçenek olmakla birlikte, Saddam yönetimi uluslararası toplumun kararlarına uymadığı taktirde gerekli tepki gösterilecektir…[3] sözleriyle bu kocaman yalanı ABD lehine meşrulaştırmaya çalışıyordu.

Oysaki ABD’nin gerçek hedefi kendi hegemonya ve nüfuzunu yaymak, kendisine rakip olan Batılı devletlerin nüfuzunu bertaraf etmek, Irak’ı bölgede bir üs olarak kullanmak, zengin servetlerini çalmak, kendi nizam ve yaşam tarzına mecbur etmek ve gücünü parçalamaktı. Ne var ki ABD, okyanus aşırı bir ülke olduğu için Irak’ı işgal ederken bölge ülkelerinin lojistik ve askerî desteğini alması kaçınılmazdı. Bu ülkelerin başında da İncirlik Üssüne ev sahipliği yapan ve Irak’a kara sınırı olan Türkiye geliyordu. Dolayısıyla ABD, kuruluş sürecinden itibaren yakın ilişkiler geliştirdiği AK Parti’nin önüne Irak dosyasını koyarak askerlerini karadan nakletmek için talepte bulundu.

AK Parti, Amerika’nın bu talebini derhal yerine getirmek için tarihe “1 Mart Tezkeresi” olarak geçen ve Amerikan askerlerinin Türkiye’de konuşlanarak Irak’a girmesini içeren tezkereyi 25 Şubat 2003 tarihinde TBMM’ye sundu. Tezkere, 48 AK Partili vekilin “ret oyu” vermesiyle birlikte 267 salt çoğunluk sağlanamadığı için reddedildi. Daha sonra AK Parti’nin kurucularından ve eski başbakan yardımcılarından olan Ertuğrul Yalçınbayır’ın açıklayacağı gibi tezkereye ret oyu veren AK Partili vekiller telefonlarına gönderilen mesajla grup başkanvekilliğine çağrılarak fırçalanacaklardı. O tarihte Müslümanların kafir Amerika tarafından katledilmesini kabullenmeyen biri vardı ki Amerika onun açıklamaları nedeniyle Türkiye’ye uyarıda bulunmuştu. O açıklamanın sahibi yine AK Parti’nin kurucularından olan ve aynı zamanda Meclis İnsan Hakları Komisyonu başkanlığı yapan Nevşehir Milletvekili Mehmet Elkatmış idi. Tüm Müslümanların duygularına tercümen olan Mehmet Elkatmış şöyle diyordu: “Aradan geçen iki yıl içinde söylenenlerin hepsinin yalan olduğu, işgalin iyi niyetle yapılmadığı, tamamen emperyalist emellerle yapıldığı, hepimizin gözleri önünde ilan edilmiştir… Bu işgalde bütün uluslararası hukuk kuralları ve sözleşmeler hiçe sayılmıştır. Irak’ın işgali adeta Irak halkının soykırımına dönüşmüştür. Amerikan yönetimi, Irak’ta bir soykırım ve vahşet suçu işlemektedir. Ne Firavunlar devrinde ne Hitler ve Musolini devrinde böyle bir soykırım yapılmamıştır.”[4]

Ancak tezkereye ret oyu veren vicdanlı vekillerin çabaları, Türkiye’yi ABD’nin işgal ve katliamına ortak olmaktan alıkoyamadı. Zira 14 Mart 2003 tarihinde Erdoğan’ın başbakanlığa seçilmesiyle 19 Mart’ta yeni bir tezkere hazırlanarak meclise sunuldu. Bir gün sonra kabul edilip yürürlüğe konulan tezkereden 5 saat sonra Amerika, “şok ve dehşet” ismini verdiği saldırılar ile Bağdat’ı bombalamaya başladı. Mehmet Elkatmış ile birlikte tezkereye ret oyu veren vekillerin çoğu 2007 seçimlerinde tekrar aday gösterilmediler. Amerika, Türkiye’deki İncirlik Üssünden kaldırdığı uçaklarla kimyasal silah dahil her türlü bombayı kullanarak Irak’ta milyonlarca Müslümanı katletti, yüz binlercesini yaralayıp zulmetti.

Bununla da yetinmeyen Amerika, işgal sonrası Irak’a atadığı Vali Paul Bremer tarafından hazırlanan ve “Bremer Anayasası” olarak bilinen sistem ile, Irak’ı merkezî hükümete pamuk ipliği ile bağlı federal bölgelere ayırdı. Böylece Irak Şii, Sünni ve Kürt bölgeleri olmak üzere fiilî olarak parçalandı. “Demokrasi götürme” vaadiyle işgal edilen Irak tarihte hiç olmadığı kadar işkence ve zulümlere maruz kaldı. Ebu Gureyb cezaevinden sızan iğrenç işkence fotoğrafları Müslümanların hafızasında silinmesi mümkün olmayan acılar bıraktı. 2010 yılında Arap Baharı’nın başlamasıyla Irak halkı tekrar kıyama geçti. Fakat bu kıyam, Amerika’ya işgallerinde uşaklık eden İran güdümlü Bağdat hükümeti, paralı çeteler ve 2014 yılında sözde “Hilâfet” ilan eden DAEŞ’in musallat edilmesiyle bastırıldı. Bugün Irak halkı bölünmüşlük, şiddet ve sefaletin gölgesinde hayata tutunmaya çalışmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise ilk tezkerenin geçmediği için üzgün olduğunu, bu yüzden Suriye’de aynı hataya düşmek istemediklerini söyleyerek Irak’ta yaşananlardan hiç pişmanlık duymadığını, İslâmi ve insani duygularını yitirdiğini açık etmektedir. Öyle ya! Ne de olsa Irak’a demokrasi gitmiştir ve aynı demokrasinin “muhafazakâr demokrat” AK Parti tarafından Amerikan uşağı Beşar Esed rejimine kıyam ederek “Hilâfet” sloganları atan Suriye halkına da gitmesi gerekmektedir!

Nitekim öyle de oldu. Arap Baharı’nın 15 Mart 2011 tarihinde Suriye’ye sıçraması ile birlikte Amerika tıpkı Afganistan ve Irak işgallerinde olduğu gibi Beşar Esed rejimini korumak için İran ve Türkiye’yi harekete geçirdi. İran, ordusu ve milisleriyle sahadaki yerini alarak Suriye devrimi ile savaşmaya başladı. Türkiye ise rejimin devrilme ihtimaline karşı Burhan Galyun gibi diasporadan getirilen seküler şahsiyetleri, “Suriye Ulusal Koalisyonu” adı altında Türkiye’de ağırlayarak örgütlemeye başladı. Diğer yandan da sahadaki mücahit grupları maddi ve askerî olarak destekleyerek onları “İslâmi Hilâfet” fikrinden “demokratik Suriye” fikrine dönüştürmeye çalıştı. Amerika’nın kurduğu Cenevre masasını tek çözüm yolu olarak gösterdi. Zira 30 Mart 2012’de BM Güvenlik Konseyi’nin daimî temsilcilerinin yanı sıra Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin katılımıyla toplanan Cenevre 1 Konferansı’na göre güvenlik ve askerî kurumlar korunarak sözde muhalefet ile rejim arasında ortak geçici hükümet kurulması hedefleniyordu. Böylece Batı, devrimi kontrol altına alabilecek, nübüvvet metodu üzere Hilâfet’i ilan ederek, Müslümanlar tarafından doldurulacak siyasi bir boşluğun oluşmasına izin verilmeyecekti. Bu çözüme direnenleri ise “terörist” ve “radikal” yaftasıyla yaftalayarak, onları rahat bir şekilde vuracak, öldürecek ve böylece Hilâfet’in kurulması projesi ve İslâm’la savaşmanın bir aracı olarak kullanacaktı. Batı’nın ve bölge devletlerinin propagandasını yaptığı “sivil ve çoğulcu devlet” kavramı ise sadece gözleri boyamak, hak ile bâtılı birbirine karıştırmak içindi.

AK Parti iktidarı ümmetin en acılı coğrafyası olan Suriye’ye ilişkin siyasetini tamamen bu gaye üzerine bina etti. Muhacirlerin Türkiye’ye alınması ve zaman zaman Suriye’de Amerika’ya parazit çıkaran Avrupa’ya karşı bir şantaj malzemesi olarak kullanılması bu gaye içindi. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekatları bu gaye içindi. Rusya ve İran’la yapılan Astana ve Soçi mutabakatları bu gaye içindi. Muhaliflerin İŞİD ve PYD ile savaş bahanesiyle mevzilerinden çıkarılarak başta Halep olmak üzere birçok şehrin Esed rejimine teslim edilmesi bu gaye içindi. Ateşkesler, çatışmasızlık bölgeleri bu gaye içindi. Suriye halkının İdlib’e sıkıştırılarak sonunda Esed rejimine boyun eğdirilme planı yine bu gaye içindi. Oysaki AK Parti iktidarının bütün imkanlarını seferber ederek büyük bir aldatmaca ile ihanet ettiği Suriye halkının gayesi “Suriye laikliğin son kalesidir” diyerek efendilerini yardıma çağıran zorba Esed rejimini İslâmi Hilâfet Devleti ile değiştirerek âlemlerin Rabbini razı etmekti. Lakin AK Parti Türkiye’si Suriye halkına gözünü ve kulağını kapayarak onları cellatlarına teslim etti. Banyas’tan gelen mektuplara, Hûle’den, Guta’dan Halep’ten ve daha nice şehirlerden yapılan yardım çağrılarına icabet etmedi. Tıpkı Amerika gibi Esed rejiminin devrilmesindense, Suriye halkının devrilmesini tercih etti. 10 yaşındaki Suriyeli bir kız çocuğunun Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik feryadında dile getirdiği gibi “Suriye halkı boğazlanırken ordusunu seferber etmeyen bir iktidar” olarak tarihe geçti.

Kuşkusuz Suriye kıyamı AK Parti’nin ümmet coğrafyasındaki en büyük sınavı oldu ve sınav kaybedildi. Demokratik iktidar koltuğu ve Amerika’nın rızası, İslâm’ın izzetinin ve Allah’ın rızasının önüne geçirildi. Aynı demokratik zelil tavır Arap Baharı sürecinde Mısır, Libya ve Tunuslu Müslümanlara karşı sergilendi. 15 Eylül 2011 tarihinde Ortadoğu da “Arap Baharı” turuna çıkan dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Mısır’da yeni anayasanın laik esaslara mı yoksa şeriat ilkelerine mi dayanması gerektiği konusunda özel bir televizyon kanalına verdiği röportajında şu ifadeleri kullanmıştı:

“Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.”[5]

Erdoğan’ın bu tavsiyesinden sonra Müslüman Kardeşler hareketi Özgürlük ve Adalet Partisi’ni kurarak seçimlere katıldı. İslâmi devrimin ateşi laiklik suyu ile söndürüldü. Sonrası malum; Muhammed Mursi, ordu ve devlet kurumları içinde hiçbir güce sahip olmadan Cumhurbaşkanı seçildi ve 3 Temmuz 2013 tarihinde de kendi atadığı Genelkurmay başkanı Abdülfettah Sisi tarafından darbeyle devrildi. Yaşanan darbe sonrası binlerce Müslüman, Sisi rejimi tarafından katledildi; on binlercesi tutuklandı. Darbe sonrası bazı İhvan yetkilileri “tuzağa düştüklerini, demokrasinin Müslümanlar için olmadığını” söyleseler de iş işten geçmişti. Amerika’nın desteğini arkasına alan Sisi rejiminin insafına kalan Muhammed Mursi, mahkeme salonunda diğer bazı ihvan liderleri de zulüm zindanlarında vefat ettiler. Bugün Mısır’da yozlaşmış askerî bir rejim ve korkunç bir yoksulluk hâkim. Darbe karşıtı protestolara katılan Müslümanlar uydurma suçlamalarla gruplar hâlinde idam ediliyor. Mısır’a laikliği tavsiye eden ve yıllarca meydanlarda “Rabia” işareti yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Joe Biden’ın yeni siyaset stratejisi gereği darbeci Sisi rejimi ile “normalleşmekle” meşgul!

Üstelik normalleşme sadece Sisi rejimi ile de sınırlı değil. Aynı normalleşme girişimleri gasıp Yahudi varlığı “İsrail” için hayata geçirilmeye çalışılıyor. Aslında AK Parti iktidarının “İsrail” ilişkileri çok da anormal bir seviyede seyretmedi. Yaşanan krizlere rağmen iki ülke arasında esaslı fikrî bir ayrışma olmadı. Kamuoyuna yansıtılanın aksine perde gerisinden ilişkiler sürdürüldü. Osmanlı Hilâfeti’nin yıkılmasıyla birlikte Sultan Abdülhamid’in dediği gibi “bedelsiz bir şekilde” Yahudilere verilen mübarek Filistin beldesi, AK Parti döneminde de sahipsiz ve korumasız kalmaya devam etti. Ortadoğu ziyaretlerinde halkları etkilemek için “Maalesef ‘İsrail’in ilk kurulduğu dönemde CHP iktidardaydı ve onlar ‘İsrail’i tanıdılar” şeklinde konuşmalar yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, AK Parti’nin başında iktidara geldiğinde “İsrail’i” aynı şekilde tanımaya devam etti. Erdoğan’ın 2009 yılında Davos’ta yaptığı “one minute” çıkışı, İslâm beldelerinde büyük bir sevinçle karşılansa da Erdoğan daha sonra tepkisinin Şimon Peres’e değil moderatöre olduğunu söyleyerek durumu toparlamaya çalıştı. Eğer 2010 yılında Mavi Marmara’ya yönelik terör saldırısı gerçekleşmeseydi, Türkiye-“İsrail” arasında hiçbir sorun yaşamayacaktı. Kaldı ki Mavi Marmara olayında bile geri adım atan Türkiye oldu. Müslümanların tertemiz kanları yarım ağızla dilenen bir özür ve birkaç milyon dolar tazminat karşılığında satılarak şehitlerin kemikleri sızlatıldı. Yetmedi Mavi Marmara davası Türkiye-“İsrail” arasında yapılan anlaşma sonucu düşürülerek şehit ailelerin onuru ayaklar altına alındı. Erdoğan daha sonra Yahudilerle anlaşmayı eleştiren ve Mavi Marmara’nın organizasyonunda yer alan İHH’lı Müslümanları hedefine koyarak “giderken bana mı sordunuz?” dedi. “‘İsrail’e ihtiyacımız olduğunu kabul etmemiz lazım” dedi. Aslında AK Parti iktidarının Filistin konusunda Amerika’nın İngiliz politikasına karşı 1950’li yıllarda geliştirdiği “iki devletli çözüm” planını savunmaktan başka bir siyaseti olmadığını, zaman zaman atılan hamasi nutukların aksine ne Filistin’in ne de Mescid-i Aksa’nın kırmızıçizgi sayılmadığını yukarıda verilen örneklere ilave olarak “İsrail’le” Türkiye arasında ticaret rekorları kıran ilişkilerde görüyoruz. Bu minvalde AK Parti’nin Filistin konusundaki samimiyetsizliğini en iyi özetleyen tespit, Yahudi varlığının sözde İstihbarat ve Nükleer Enerji Bakanı Yisrael Katz’ın bir Suudi kanalına yaptığı açıklamadır. ABD Başkanı Donald Trump’un Kudüs’ü “İsrail’in” sözde başkenti olarak tanımasından sonra Erdoğan’ın “Düşmandost (Frenemy)” rolü oynadığını söyleyen Siyonist Katz, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan için şunları söyledi:

“Bize oldukça fazla saldırıyor. Biz de hâliyle cevap veriyoruz. Unutmamak gerekir ki, Türkiye, mallarını Hayfa Limanı üzerinden Körfez bölgesine gönderiyor. Türkiye’nin Körfez ülkelerine yaptığı ihracatın %25’i Hayfa Limanı üzerinden gerçekleştirilmektedir… Aslında sadece kendisi (Erdoğan) için konuşmaktadır. Türk Hava Yolları, “İsrail’de” faaliyet gösteren en geniş uluslararası havayoludur. Dış ticaret hacmi de iki ülke arasında, özellikle Mavi Marmara’dan sonra sadece artış göstermektedir.”[6]

Nitekim AK Parti iktidarının bu ikircikli tavırları Filistinli Müslümanların da sabrını taşırarak Yahudi varlığının geçtiğimiz Ramazan ayındaki saldırılarına karşı Mescid-i Aksa’yı korumak için toplanıldığı sırada “Biz buradayız, sen neredesin Erdoğan?” sloganlarının atılmasına neden olmuştur.

Buraya kadar yazılanların izdüşümleri üzerinde dikkatle düşünüldüğünde görülecektir ki, AK Parti’nin Irak, Afganistan, Suriye, Filistin, Mısır ve Libya gibi Ortadoğu bölgesine yönelik temel siyaseti Amerikan çıkarlarına endekslenmiş bir çizgide seyretmektedir. O kadar ki ümmet coğrafyasında AK Parti karnesi, ABD karnesi ile ancak anlaşılabilir hâle gelmiştir. Zira bahse konu meselelerin tümünün merkezinde Amerika bir özne ve oyun kurucu olarak yer almaktadır. AK Parti ise ABD’nin ayak izlerini adım adım takip etmiş, ümmetin uyanışına ve kurtuluşuna vesile olmak şöyle dursun, adeta Müslümanları uyutan ve düşmanlarına teslim eden bir tavır takınmıştır.

Amerika’nın etkin bir nüfuzu olmadığı Doğu Türkistan gibi uzak diyarlardaki Müslümanlar ise AK Parti tarafından Çin ile geliştirilen ticari ilişkilere kurban edilmektedir. Çin’in kirli ve kanlı parası karşılığında, Doğu Türkistan işgali ve Müslüman Uygur kardeşlerimize yapılan soykırım seviyesindeki korkunç zulüm ve işkenceler görmezden gelinmektedir. İstanbul’daki metro duraklarına Çince tabelalar asılıp ve hava alanlarına “Çin dostu havalimanı” belgeleri verilerek Doğu Türkistanlı Müslümanların yürekleri dağlanmaktadır. Bugün Türkiye’deki Çin konsoloslukları önünde hâlâ Çin’deki toplama kamplarında işkence gören yakınlarına ulaşmak için “Zalim Çin! Ailem nerede?” temalı protesto eylemleri düzenlenmektedir.

Budist kafirlerin sadece “Rabbunallah (Rabbimiz Allah’tır)!” dedikleri için vahşice öldürdükleri ümmetin Arakanlı evlatlarının ise Türkiye’de adı dahi anılmamaktadır. Myanmar rejiminin zulmünden kaçan Arakanlı Müslümanlar denizlerde vatansız bir şekilde dolaşmakta Bangladeş’in zoraki kabulü hariç hiçbir ülke tarafından kabul edilememektedir.

Dolayısıyla yaklaşık 20 yıl önce iktidar olan AK Parti, Türkiye İslâmcılığının kendisine verdiği büyük destekle ümmette bir umut meydana getirmesine karşılık laik kapitalizmle uyumlu “muhafazakâr demokrat” kimliğinin bir gereği olarak uygulamada tam tersi bir siyaset izlemiş, Müslümanları yüzüstü bırakmış ve ümmet coğrafyasına bakışının pragmatik olduğunu ortaya koymuştur. Allah Subhanehu ve Teâlâ onlar ve benzerleri gibi İslâmi kimliği sapkın kimliklere değişen, hakkı batıl ile örten, ümmeti bir vücudun azaları olarak görmeyen, Allah’ın nizamı olan Râşidî Hilâfet yerine küffarın nizamı olan demokrasiyi dava edinenler hakkında şöyle buyurmuştur:

[يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذٖينَ اٰمَنُواۚ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَؕ] (Aslında) onlar, (böylece) Allah’ı ve iman etmiş olanları kandırmak isterler. Hâlbuki kendilerinden başka kimseyi kandıramazlar ve bunu da fark etmezler.”[7]

Umulur ki aklederler!



[1] Türkiye’de Muhafazakâr Sağ İktidarların Dış Politika Vizyonu - Ali AYATA sf. 154

[2] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-58347606

[3] https://www.amerikaninsesi.com/a/a-17-a-2002-12-10-8-1-87862857/796938.html

[4] https://www.amerikaninsesi.com/a/a-17-a-2004-11-25-10-1-87946957/824746.html

[5] https://www.haberturk.com/dunya/haber/669311-laiklik-ateizm-degil-korkmayin

[6] https://filistin.info/israil-erdogan-dusman-gorunumlu-dost/

[7] Bakara Suresi 9


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz