Kürtler ve
Kürdistan coğrafyası iki güçlü devletin -Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti-
arasında yer alıyordu. Dolayısıyla Kürtlerin hem sosyal hem de siyasal
hayatları; hem bu iki devlet ile olan ilişkilerine hem de bu iki devletin kendi
aralarındaki ilişkilerine bağlı olarak değişiyordu. Bu iki devletin merkezî
otoritesinin gevşek olduğu dönemlerde Kürtlerin özgürlük alanları genişliyordu,
merkezî otoritenin denetimini artırdığı dönemlerde ise Kürtlerin özgürlük
alanları daha da daralıyordu.
Keza bu iki
devletin birbirleriyle mücadelelerinin de Kürtlerin hayatları üzerinde doğrudan
tesiri vardı. Kürtler, bu iki devlet arasında, hem bir denge kurma hem de bir
tercihte bulunma zorunluluğunda kalıyorlardı. 1514, bu bağlamda üzerinde
durulması gereken bir tarih, hatta bir dönüm noktası. Kürtlerin bu dönemde
Osmanlı Devleti ile anlaşmalarıyla siyasal hayatlarında yeni bir sayfa açıldı. Ta
19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Kürtler kendi coğrafyalarında mirlikler ve
beylikler olarak özgür bir ortamda yaşadılar.
Tabii, Osmanlı
İmparatorluğu bir ulus devlet değildi; dolayısıyla hâkimiyet kurduğu
topraklarda tek bir kimliği dayatması da söz konusu değildi. Zaten merkezî
olarak bunu gerçekleştirebilecek bir durumu da yoktu. Hâkimiyetindeki
topluluklar merkeze sadık kaldıkları müddetçe kendi toprakları üzerinde
yaşamlarını sürdürebiliyorlardı. Ancak Batı karşısında gerilmesine paralel
olarak Osmanlı İmparatorluğu, 19. Yüzyıldan birtakım tedbirlere başvurdu.
İşleri düzeltmesi umulan bu tedbirlerin başında merkeziyetçilik geliyordu. Merkezin
otoritesini güçlendirmek ve çevrenin yetkilerini kısıtlamak için yapılan
düzenlemeler, Kürtleri de etkiledi.
19. Yüzyılda,
merkeziyetçiliğin yanında, diğer bir önemli gelişme Fransız Devrimi’nden sonra
yayılan milliyetçilik dalgasıdır. Milliyetçilik ve merkeziyetçiliğin hiç
kuşkusuz, Osmanlı yönetimindeki diğer haklar gibi Kürtlere de yansımaları oldu.
Bununla birlikte kabaca 20. Yüzyıla gelinceye kadar, her ne kadar Kürtlerde bir
Kürt kimliği ve etnik bilinci varsa da, Kürtlerin Osmanlı yönetimi ile karşı
karşıya gelmelerindeki asıl saik, merkezîleştirmeden doğan rahatsızlıktı. Kürt
ayaklanmaları, bu dönemde kavmiyetçilikten ziyade, merkeziyetçiliğe tepkiyi
ifade ediyordu.
Fakat imparatorluğun
son dönemlerinde bu tablo değişime uğradı. Bilhassa II. Meşrutiyet ile iktidara
gelen İttihat ve Terakki'nin “Türkçü” bir hata yönelmesi ve keskin bir etnik
Türkçü siyaset yürütmesi, Kürtleri ciddi manada rahatsız etti. Kürtlüğe vurgu
daha da arttı, Kürtlük temelli siyasi yapılar çoğaldı. Lakin o dönemde de Kürt
beyleri, Kürt siyasi elitleri arasında iki farklı görüş vardı. Biri,
imparatorluk döneminin bittiği ve diğer halklar nasıl Osmanlı’dan ayrılıp kendi
devletlerini kurmuşlarsa Kürtlerin de aynı yolu izlemeleri gerektiğini söyleyen
“bağımsızlıkçı” yaklaşımdı. Diğeri ise, birlikte hareket etmeyi ve devleti yeniden
birlikte kurmayı savunan bir “birlikçi” yaklaşımdı.
Şeyh Said
Hareketi’nde hem etnik kimliğe hem de dinî kimliğe yönelik taleplerin
olduğu söylenebilir. Etnik kimlik talepleri derken kastım, özetle, şudur:
Kürtler ve Türkler, Kurtuluş Savaşı’nı beraber verdiler. Bağımsızlık mücadelesi
esnasında kullanılan kavram “anasır-ı İslâmiye” idi. Bu kavram, ülkenin
düşmandan kurtarılması hâlinde yeniden inşa edilecek devlette bütün İslâmi
unsurların, özellikle Kürtler ve Türklerin, mutlak eşitliğini ifade ediyordu.
Mücadeleye liderlik eden Mustafa Kemal ve arkadaşları, bütün bir savaş boyunca
bu argümanı kullandılar ve Kürtleri yanlarında tutmayı başardılar. Lakin savaş
bittikten ve Cumhuriyet ilan edildikten sonra, Kürtlerin haklarını tanımayan
bir düzen kuruldu. Tek bir kimliğe dayandırılan ve Kürtleri inkâr eden bu düzen
Kürtlerde tepkiye yol açtı.
“Dinî kimlik
talepleri”
derken de muradım; Cumhuriyet’in sert ve katı laikçi politikalarının da dindar
bir kitle olan yine Kürtlerde yarattığı büyük çaplı hoşnutsuzluktur. Şeyh Said
Hareketi’nde her iki faktörün de etkisi vardır. Bir de devletin Kürt
kitlesindeki rahatsızlığı erken fark edip olası bir ayaklanmayı daha
olgunlaşmadan meydana çıkartıp bastırmak için yaptığı bazı kışkırtmalara da
dikkat çekmek gerekir.
Nitekim devlet, Şeyh
Said’i gerekçe göstererek -sadece Kürdistan bölgesinde değil- bütün bir Türkiye'de
muhalefeti bastırdı ve kafasındaki rejimi kurmak için ülkeyi “dikensiz bir gül
bahçesi” hâline getirmeye çalıştı. Bu itibarla Şeyh Said Hadisesi, salt
Kürtlere yönelik olarak değil, o vakitler mevcut yönetime muhalif görülen bütün
aktörlerin ortadan kaldırılmasının gerekçesi yapıldı.
Şeyh Said Hadisesi,
Kürtlerin tarihinde önemli bir noktada duruyor. İki açıdan: biri; bu hareketin
kendisinden sonraki hareketler üzerinde sembolik ve psikolojik bir etki
bırakmasıdır. Diğeri de; Kürt meselesindeki sürekliliği simgelemesidir;
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devam eden ve bir çözüme kavuşturulamayan
bir yaranın varlığının göstergesi olmasıdır.
Hiç kuşkusuz,
birbirinden farklıdır. Kürt meselesinin şiddet ve terör boyutu olabilir, fakat
buradan hareketle Kürt meselesini terörle eş kılmak, büyük maliyetler doğuran
ağır ve mutlak bir hatadır. Uzun tarihsel bir arka planı olan bir sorundan
bahsediyoruz. Bana göre Kürt meselesi, etno-politik bir meseledir. Temelinde
Kürtlerin kimlik, temsil ve yönetim haklarının tanınmaması yatar. Kürtler, buna
itirazlarını farklı şekillerde dile getirmişlerdir. Kimi zaman siyasetin içinde
kalmışlar, kimi zaman siyasetin dışına çıkmışlardır. Meselenin şiddete ve
teröre yönelmesinde, devletin Kürt karşıtı tercihlerinin de belirleyici
olduğunu unutmamak gerekir.
Kürt meselesinin bir
uluslararası boyutu var; bu meyanda AB’nin, ABD’nin ve diğer büyük güçlerin bir
şekilde bu meseleyle ilintilenmeleri kaçınılmaz. Üç noktaya işaret edilebilir: birincisi;
büyük güçlerin tamamının bu coğrafyada belli çıkarlara sahipler ve bu
çıkarlarını maksimize etmek istiyorlar. Bunun için birçok enstrümana
başvuruyorlar, Kürt meselesi de bölgedeki dengeleri kendi lehlerine değiştirmek
için kullandıkları araçlardan biridir.
İkincisi; özellikle
AB açısından meselenin bir insan hakları boyutu da var. Türkiye, AB’ye tam üye
olmak iddiasında; tam üyelik ise bazı kriterleri karşılamayı gerektiriyor. Kürt
meselesi bu kriterlerin en çok ihlal edildiği alanların başında geliyor. Eğer
parçası olmak istediğiniz bir yapının standartlarının gerisinde kalıyor ya da
bunlara aykırı davranıyorsanız, o yapının size birtakım müdahalelerde bulunması
normal. Kadı ki AB’nin Kürt meselesine ilgisinin ve müdahale dozunun son
yıllarda gittikçe düştüğü de not edilmeli.
Üçüncüsü; büyük
güçlerin Kürt meselesine karışmaları her daim Kürtler lehine netice vermiş
değildir. Aksine çoğu zaman Kürtlerin aleyhine olmuştur. Uzağa gitmeye gerek
yok; 2017’de Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumunda
uluslararası güçler Kürtlere karşı saf tuttu, Kürtlere sırt çevirdi ve
statükonun bekçiliğini yaptı.
Sualinize dair son
olarak iki hususu daha belirtmek isterim: ilk olarak; Kürt meselesini sürekli “emperyalistlerin
kışkırttığı bir mesele” ve/veya “emperyalistlerin oynadığı bir oyun”
olarak niteleyen ve Kürtleri de “emperyalistlerin bir maşası” şeklinde
tasvir eden bir anlayış külliyen yanlıştır ve reddedilmelidir. İkinci olarak;
Kürt meselesinde yalnızca emperyalist devletin işe karışmalarından ve müdahil
olmalarından bahsedilemez. Kürtler, Ortadoğu'da dört devlette yaşıyorlar: Türkiye,
Suriye, İran ve Irak. Bu dört devletin de Kürtlere karşı birlikte hareket
ettikleri tarihte kayıtlıdır. Kürtlerin talepleri gündeme geldiğinde bu dört
devletin anlaşmalar ve ittifaklarla Kürtlere karşı ortak tavır geliştirdikleri
biliniyor. Hülasa Kürt meselesinde “Kötü Batılılar” ve “İyi Doğulular” yok!
Devletler
arasındaki ilişkiler tek bir konuya indirgenemez. Türkiye ile ABD arasında da
çok tarihî bir ilişki, bu iki ülkeyi birbirine bağlayan ekonomik, siyasi,
ticari vb. son derece güçlü bağlar var. “PKK meselesinin Türk-Amerikan
ilişkilerinde bir sorun oluşturmadığı” yönündeki kanaatinize katılmıyorum.
PKK'ye verilen yardımın, Türkiye için bir ciddi bir sorun teşkil ettiği aşikâr;
zaten Türkiye bunu her ortamda dillendiriyor ve bu yardımı engellemek için elindeki
mekanizmaları kullanıyor. Ne kadar başarılı olup ne kadar başarılı olmadığı
ayrıca değerlendirilebilir ama Türkiye bunu, çözülmesi gereken acil bir problem
olarak masada tutuyor. Fakat salt bu sorundan hareketle Türkiye’nin ABD ile
bütün köprülerini atmasını beklemek de gerçekçi değil. Aradaki derin ve
stratejik ilişkilerden ötürü iki devlet de bir çözüm ve uzlaşma yolunu bulmaya
çalışıyor.
“İlkeli dış
politika”
meselesine gelince; ilkeler, mühimdir. Ancak dış politika sadece ilkelere dayanmaz.
Hiçbir devlet, birtakım ilkelere sıkı sıkıya sadık kalarak dış politika
yürütmez, yürütemez. Dış politikaya yön veren, menfaatlerdir. Mutlak ilkesel
bağlılık üzerinden bakıldığında, devletlerin konumlanmalarını anlamlandırmak
zor olabilir ama asıl bakılması gereken yer, çıkarlardır. Bugün Türkiye’nin hem
iktisadi hem de siyasi çıkarları ABD ile birlikte olmayı mecbur kıldığından
PKK’ye silah yardımı gibi bir soruna rağmen iki ülke arasındaki ilişkiler
sürdürülebiliyor.
Zannımca Kürt
meselesinin çözülebilmesi için paradigmatik bir değişikliğe, devletin kurucu
felsefesinin ciddi bir şekilde sorgulanmasına ihtiyaç var. Hiçbir siyasi
hareket, böylesine ağır ve ciddi bir sorgulamayı gerçekleştirecek gücü
kendisinde görmüyor, buna dair bir perspektif ortaya koyamıyor. Sorunu,
belirttiğiniz çerçeve içinde çözmeye çalışınca da bundan esaslı bir çözüm
çıkmıyor. Velhasıl Kürtlerin haklarını tanıyan keskin bir bakış
geliştirilemezse, maalesef sorun da çözülemez.
Türkiye’nin en
önemli meselesi, Kürt meselesi… Çünkü bütün sorunlar gelip bir şekilde Kürt
meselesine bağlanıyor. Kürt meselesi, Türkiye’deki sorunların anasıdır. Eğer
bugün birtakım hukuki, siyasi ve iktisadi sorunlarımız varsa bunların tamamının
kaynağında Kürt meselesi var. Sivil ve siyasi aktörlerin bu konuda ellerini
taşın altına koymaları lazım. Her şeyden evvel özgür bir tartışma ortamı
yaratmak gerekiyor. Sorunun çözüm yollarının aranmasını ve farklı
alternatiflerin ortaya sürülmesini sağlayacak, sakin ve dingin bir tartışma
sürecine ihtiyacımız var. Aksi bir tavırla, yani tarafların birbirlerini kötü
sıfatlarla damgalamalarıyla, hiçbir sorun çözülmez, enerji boşuna tüketilmiş
olur.
Kimsenin elinde bir
sihirli değnek yok ama ilk adım babında atılması gereken bazı adımlara değinilebilir:
Bir; ifade özgürlüğünün sağlanması. İki; siyasi partilerin sorumluluk
bilinciyle meseleyi ele almaları, asgari bir müşterek oluşturmaları ve
birbirleriyle işbirliği, dayanışma ve konuşma sürecine girmeleri. Üç; sivil
toplumun barış ve çözüm için toplumda farkındalık yaratmaya gayret etmeleri,
barışın herkese kazandıracağı hissiyatını güçlendirmeleri. İyi bir içerik, program
ve metotla barış ve çözüm fikri topluma aktarıldığında toplumun buna müspet bir
karşılık vereceğini düşünüyorum. Nitekim çözüm süreci bunu teyit eder; o
dönemde toplumun ağırlıklı bir kesimi bu sorunun demokratik ve siyasi yollarla
çözüleceği noktasına gelmiş ve hükümete destek vermişti.
İki tarafı keskin
bir bıçak gibi bir durum bu! Bir taraftan; evet, katkıda bulunabilir. Çünkü
Kürtlerin oyları son derece stratejik bir öneme sahip oldu. Son 2019 yerel
seçimlerinin de gösterdiği gibi Kürt oylarının ağırlık koyacağı tarafın seçimi
kazanma ihtimali çok yüksek. Bu nedenle her iki ittifakın da Kürtlere yönelmesi
ve Kürt meselesinde daha yapıcı bir dil konuşmak zorunluluğunu hissetmesi
beklenebilir. Seçim, bu minvalde, yapıcı bir rol üstlenebilir. Ve fakat diğer
taraftan, Kürtlerin stratejik oyu Kürtlerin toptan kriminalize edilmesine de
sebebiyet verebilir. 2019 seçimlerinde bunu tecrübe etmiştik. Cumhur İttifakı
HDP’ye karşıtlığını neredeyse bütün Kürtlere karşıtlığa dönüştürmüş; Kürtlerin
tamamını rencide eden ve onların haysiyetlerine dokunan bir dil kullanılmıştı.
Bu da kutuplaşmayı tahkim etmişti.
Bu nedenle Kürt
oyları ve seçimler üzerinde düşünürken partilerin hangi stratejiyi benimseyeceklerine
bakmak gerekir; kutuplaştırıcı bir siyaset mi, yoksa uzlaştırmacı bir siyaset
mi? Seçimin çözüme mi katkı sunacağı yoksa kutuplaşmayı derinleştirip çözümü
daha da mı güçleştireceğini belirleyecek olan budur.
HDP, 6 milyon oy
alan meşru bir siyasal partidir. Türkiye’de parlamentonun en büyük üçüncü
partisidir. HDP’ye oy veren seçmenlerin çok ağırlıklı bir kısmının Kürt
meselesi yönünde talepleri var. O nedenle HDP’nin Kürt meselesinde önemli bir
muhatap olduğu açıktır. Elbette tek muhatap HDP değildir; başka muhataplar da var
ama en büyük siyasi muhatap HDP’dir. Kürt meselesini konuşurken HDP’yi dışarda
bırakma şansınız yoktur.
HDP’nin Müslüman
Kürt halkını ne kadar temsil ettiği hakkında da kısaca şunu söyleyebilirim: HDP
tabanının çok ağırlıklı bir kısmı dindar ve muhafazakâr bir kimliğe sahiptir. 2010’lu
yılların başında yapılan bir “Biz Kimiz?” araştırmasında, partilerin
seçmenlerinin dindarlıkları da ölçülmüş ve HDP tabanı, Saadet Partisi’nin
tabanından sonra, “en dindar ikinci taban” olarak çıkmıştı. Yani HDP’ye oy
veren seçmenlerin baskın bir muhafazakâr ve dindar kimliği bulunuyor.
Partinin tavanı ile
tabanı arasında bir takım çelişkiler olabilir. Daha açık bir ifadeyle; parti
yönetiminin duruşu ve tercihleri, tabanın hassasiyetlerini tam anlamıyla
yansıtmayabilir veya taban sosyolojisine tam olarak oturmayabilir. Fakat bu
sorun, her parti için geçerlidir. Ezcümle, HDP özgür bir şekilde kendisine oy
veren herkesi temsil eder. Bu, temsilî demokrasinin zorunlu bir sonucudur.
HDP’nin vekâletini aldığı kitleleri ne kadar tatmin ettiği, vekillik görevini
ne kadar yerine getirdiği ayrıca tartışılabilir ama kimse, “HDP oy aldığı
kimseleri temsil etmiyor” diyemez. Taban ve tavan arasındaki farklılıklara
dair eleştirel pozisyonlar alınabilir ama temsil konusunda HDP’nin meşruiyeti
tartışma götürmez.
Kürt meselesi, -demin
de belirtiğim üzere- etnik, politik ve kitlesel bir sorun. Böylesine kitlesel
nitelik kazanan bir sorun, salt güvenlik odaklı bir bakışla çözülemez.
Hadisenin güvenliği ilgilendiren kısmı tabii ki vardır; bu nedenle elbette
güvenlik tedbirleri de alınacaktır. Lakin salt buna bağlanarak bir çözüme
varılamaz. Aslında Türkiye de bunu biliyor; eğer mesele sadece PKK ile mücadele
etmek ve onu ortadan kaldırmak olsaydı, çoktan halledilmiş olurdu.
Kürt meselesi
ulusalcı bir siyasetle de çözülemez; çok net! Kürtleri asimile etmek bir çare
değil! Türkiye’nin Kürtleri kültürel olarak asimile etmede önemli bir yol aldığı
izahtan vareste; zira Kürt çocuklarının önemli bir kısmı bugün kendi
anadillerini bilmiyorlar, konuşamıyorlar. Fakat anadillerini konuşmaktan mahrum
edilmiş olsalar da Kürt kimliklerine sahip çıkıyorlar. Kültürel asimilasyonda
ileri gitmeniz siyasi asimilasyonu sağladığınız anlamına gelmez.
Tam manasıyla “liberal”
ve “demokratik” bir çözümü denemedik. Denemeye teşebbüs ettiğimiz dönemler oldu
ve örneğin, işte “çözüm süreci” bu anlamda bir süreçti ve orada da önemli
mesafeler kat edildi ama gerek içteki politik hesaplardan ve gerek dıştaki yeni
dengelerden -özellikle Suriye eksenli, Orta Doğu’nun yeniden yapılanması sürecinden-
ötürü çözümü sonuna kadar götürmek mümkün olmadı. Aslında “liberal” ya da “İslâmi”
çözüm gibi kavramları kullanmayı, böyle etiketlendirmelere başvurmayı çok da
doğru bulmuyorum. Bana göre, bir çözüme ulaşılmak isteniyorsa, birçok kaynağa
müracaat edilebilir. Asıl tayin edici faktör, bir çözüm iradesinin varlığıdır.
Sağlam bir çözüm iradesine sahip bir iktidar, çözüm için dinî değerlerden de
liberal değerlerden de yararlanabilir, bunda herhangi bir beis yoktur.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış