Osmanlı devlet ve
toplum yapısı millet/din esasına göre şekillenmiş bir yapıydı. Etnik temelli
bir ulus anlayışına dayanmıyordu. Bu yüzden Kürtlerin ya da bir başka Müslüman
etnik topluluğun dışlanması veya olumsuz manada bir ayrımcılığa maruz kalması
genel manada söz konusu değildi. Bununla birlikte gerek yönetim zaafından
gerekse de sosyo-ekonomik birtakım sorunlar nedeniyle Anadolu ve Kürdistan
coğrafyasında ortaya çıkan tepkiler zaman zaman büyüyerek isyana
dönüşebilmiştir. Bunları daha ziyade yerel karakterli isyanlar olarak görmek
gerekir. Bu durum ulusçuluk akımının Avrupa’dan tüm dünyaya taşındığı ve
Osmanlı coğrafyasına da sirayet ettiği 19. yüzyılın son dönemlerinden itibaren
ise farklı bir mahiyet kazanmıştır. Gerek Osmanlı devlet kadrolarının Türkçülük
siyasetine yönelmelerine bir tepki olarak, gerekse de diğer Müslüman halklar
arasında görüldüğü üzere Kürtler arasında da gelişen ulusçu anlayışın etkisiyle
kavmiyet temelinde kimlik arayışı ve talepler öne çıkmaya başlamıştır.
Şeyh Said isyanına
katılan unsurlar arasında Kürt kimliğini öne çıkartan, Kürtlük temelinde bir
siyasal talebi gündemleştirmeye çalışan aktörler de yer almakla birlikte harekete
rengini veren temel saik İslâmi kimliktir. Osmanlı coğrafyasında yeni teşkil
olunan Kemalist, Türkçü, Batıcı siyasal yapının toplumu ve devleti yeniden
biçimlendirme çabalarına ve Müslüman halklar arasında ortak Hilâfet bağının
kaldırılıp atılmasına karşı tepkiler gelişmiştir. Bu bağlamda ortaya çıkan Şeyh
Said kıyamı da en temelde yeni siyasal yapının İslâmsızlaştırma dayatmasına
karşı bir tepkidir. Mamafih Kemalist yönetim, hareketin Müslüman ahali nezdinde
destek görmesini engellemek ve bastırma operasyonuna meşruiyet temini amacıyla
Şeyh Said kıyamını Kürtçü ve bölücü bir isyan şeklinde tanımlayıp sunmayı, bu
şekilde çarpıtmayı tercih etmiştir.
Kürt sorunu özü
itibariyle ulusçu dayatmanın ortaya çıkardığı siyasal, toplumsal bir sorundur.
Bununla birlikte yaşanan süreç Kürt sorununa farklı boyutlar kazandırmıştır.
PKK bağlamında terör sorunu da bu boyutlardan biridir. Gelinen yer itibariyle
sorunu PKK/terör olgusundan tümüyle bağımsız bir düzlemde ele almak zorlaşmış
olmakla birlikte, indirgemeci bir mantıkla sorunun tümüyle PKK/terör olgusuna
hasredilmesi de doğru değildir, saptırıcı bir tutumdur. Ne var ki sorunu üreten
zihniyeti ve politikaları tartışmak ve bunlarla yüzleşmek istemeyen devletçi
bakış açısı konuyu terör olgusuna hapsetmeyi tercih etmektedir. Buna karşın
Kürt milliyetçiliğine dayanan yaklaşım ve bunu destekleyen çevreler ise sorunu
sadece devlet politikasının çelişkileri zemininde ele alıp, PKK’nın ürettiği
vahşi şiddet olgusunu örtmeye, gizlemeye çalışmaktadırlar. Adil tutumsa bir
yandan terör olgusunu mahkûm ederken, diğer yandan Kürt sorununun varlığıyla
yüzleşmeyi gerektirir.
ABD’si, Avrupa’sı
ve Rusya’sıyla emperyal güçler İslâm coğrafyasında ve bir bütün olarak üçüncü dünyada
azınlık siyasetini her zaman değerlendirmişlerdir. Bunu bazen kendi
aralarındaki güç mücadelesinin bir uzantısı olarak, bazen de yerel güçleri
zayıflatıp kendilerine bağımlılıklarını artırmak amacıyla bir kart olarak
kullanmışlardır. Kürt sorunu da bu yönüyle emperyal güçlerin Türkiye’ye,
İran’a, Irak ve Suriye’ye yönelik politikalarında, en genelde de Ortadoğu
siyasetlerinde gayet kullanışlı bir karttır. Mamafih görülmesi gereken, bu
sorunun emperyal güçlerin yoktan var ettiği bir sorun olmayıp, ulus devletlerin
zalimane ve basiretsiz siyasetlerinin kaynaklık ettiği, emperyal güçlerin de
tepe tepe kullandığı, istismar ettiği bir sorun olduğu gerçeğidir.
Aslında iki ülke
ilişkilerinde bu durumun ciddi bir sorun teşkil ettiği ortadadır. Bununla
birlikte mevcut ilişkilerin bu yüzden tümüyle kesilmesini beklemek gerçekçi
olmaz. Her ne kadar güçlü bir bölge ülkesi olsa da, ABD ya da Rusya gibi
küresel güçler karşısında Türkiye’nin hareket alanı sınırlıdır. Bununla
birlikte en son Tel Abyad ve Resulayn bölgelerine yönelik harekatta da
görüldüğü üzere Türkiye belli oranda inisiyatif alabilmektedir. İlkesellik
testi ulus devletler düzleminde her aktör için yapılabilir ve hemen herkes için
bir dizi çelişki sıralanabilir. Ne var ki bu tartışmanın ancak güç dengesi
zemininde anlam ifade ettiği, bir karşılık bulduğu anlaşılmaktadır.
Türkiye açısından
bakıldığında tümüyle halledilmemiş olmakla birlikte terör sorununda ciddi
manada ilerleme kaydedildiği görülmektedir. Fakat terör meselesi tümüyle alt edilmiş
olsa bile Kürt sorununun halledildiğini söylemek mümkün olmayacaktır. İktidar
bu noktada çeşitli alanlarda birtakım iyileştirmelerle sorunun şiddetini
azaltmaya çalışmaktadır. Ne var ki Kürt sorunu en temelde siyasi bir sorun olup
ulus devlet mantığı ve resmî ideoloji dayatması sürdürüldüğü müddetçe soruna
tam manasıyla bir çözüm bulunması imkânsızdır. Bu noktada arzulanan hedeflere
ulaşmamış ve akim kalmış olmasına rağmen geçtiğimiz yıllarda iktidarın
gündemleştirdiği “Çözüm Süreci” adı verilen politikanın sorunun anlaşılması ve
tartışılmasına katkı sağladığı söylenebilir. Bu süreç milliyetçi önyargılarla
sorunu algılamakta zorlanan kesimlerin gündemine en azından konunun bir biçimde
taşınmasını getirmiş olmakla beraber ayrıca PKK (ve bağlı unsurların)
zihniyetinin makul bir çözüm arayışına uygun olmadığını da ortaya çıkarmıştır.
Ne yazık ki
Türkiye’de Kürt sorunu gelinen noktada örtülmektedir. PKK şiddetiyle mücadelede
elde edilen gelişmeler sorunun halledildiği gibi bir yanılsamaya yol açmakta,
ayrıca son yıllarda giderek yükseltilen devletçi-milliyetçi yönelim nedeniyle
de sorunun gerçekçi ve adil bir zeminde tartışılması giderek zorlaşmaktadır. En
son “Ant” meselesinde milliyetçi çevrelerin kopardığı gürültü bu bağnaz,
buyurgan ve inkârcı tutumun daha da palazlandığının somut bir göstergesi
olmuştur. Bu noktada bilhassa İslâmi hassasiyete sahip çevreler ve yapıların
hak ve adalet perspektifini öne çıkartarak sorunu gerçek boyutlarıyla
gündemleştirmeleri, tartışmaya açmaları, önyargıların ve hayalci yaklaşımların
oluşturduğu örtüyü kaldırmaya gayret etmeleri önem arzetmektedir.
Kürt sorununa
yönelik olarak seçim süreçlerinde daha yoğun bir ilginin gündemleştiği ve
siyasi aktörlerin birtakım çalışmalara girişip, vaatlerde bulundukları
bilinmektedir. Mevcut süreçte bu yönde bir eğilim görülmemekle birlikte
önümüzdeki zaman diliminde bu tür çabalar yeniden canlanabilir. Mamafih soruna
seçim süreçlerinde oy kaygısı ile yaklaşılan bir gündem olarak yaklaşmanın
tutarsızlığı açıktır. Gerçekçi ve samimi bir çözüm çabası, öncelikle sorunun
kaynağını doğru tespite yönelmek zorundadır. Bu ise mutlaka resmî ideoloji ile
yüzleşmeyi gerektirir. Bu tür bir tutumu şu an itibariyle gerçekçi bir beklenti
olarak görmek ise maalesef mümkün değildir.
HDP’yi Kürt
halkının değil, Kürt milliyetçiliğinin temsilcisi, sözcüsü olarak görmek
gerekir. Elbette Kürt milliyetçiliği Kürt halkı içinde ciddi bir tabana
ulaşmıştır. Bu gerçeği inkâr etmemiz mümkün değildir. Bu yönüyle Kürt sorunuyla
bağlantılı olmakla birlikte Kürt milliyetçiliğinin ayrı bir sorun olarak ele
alınması gerekir. Türk milliyetçiliğine olduğu gibi Kürt milliyetçiliğine de
Müslümanlar olarak hiçbir şekilde meşruiyet ya da sempati göstermemiz söz
konusu olamaz. Bilakis İslâmi kimliğimiz bu tür cahilî anlayışlarla mücadele
etmeyi gerektirir. Öte yandan Türk milliyetçiliği zemininden kalkarak HDP’yi mahkûm
etmeye yönelik çabaların Kürt halkı nezdinde tepkiye yol açtığı ve HDP’yi
mağdur konumuna oturttuğu da bir gerçektir. Kemalizmi tartışmadan Apoizmi mahkûm
etmeye yönelik söylemler, tavırlar adil ve gerçekçi olmayacaktır. Bu noktada
Kürt sorununa da, Türk sorununa da gerçek manada çözümü ancak “Ümmet”
perspektifiyle hareket eden Müslümanların geliştirebileceği sorumluluğu ve
özgüveni içinde hareket etmek durumundayız.
Unutmayalım ki Kürt sorunu özünde bir yönüyle Türk sorunudur. Ümmetten bir ulus yaratmakla övünen Kemalist anlayış Kürt kimliğini inkâr ederken sadece Kürt halkına zulmetmemiş, Türklüğü de İslâmi kimliğin dışında, karşısında yeni ve batıl bir ideolojik kimlik olarak üreterek Türk halkını da özüne, asli kimliğine yabancılaştırmış ve zulme uğratmıştır. Bu yüzden parçacı değil, topyekûn çözüme ihtiyaç duymaktayız. Çözüm Rabbimizin [وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا ... وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ] “Ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir.” [Fussilet Suresi 33] buyruğu gereğince kimlik tanımlamalarımızın cahilî zeminden uzaklaşarak ilahi esaslar doğrultusunda yapılmasıyla mümkün olacaktır. Yaşadığımız ülke özelinde çözüm arayışı gündelik politik ihtiyaçlar bağlamında değil, ancak adil, gerçekçi ve kapsamlı bir zeminde geliştirilmelidir. Bu zaviyeden bakıldığında ulus devlet mantığı aynı şekilde sürdürülerek ulusçuluk temelinde yeşertilmiş bir soruna çözüm bulmak muhaldir. Çözüm ulus devlet anlayışını sorgulamayı ve aşmayı gerektirir. Bu da ancak “Ümmet” perspektifine sahip Müslümanlarca yapılabilir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış