SORUŞTURMA: KÜRT MESELESİ VE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI / AHMET AY - TARİHÇİ YAZAR

Ahmet Ay

1-Cumhuriyet öncesi dönemde, Kürt halkının Anadolu ve Kürdistan bölgesinde toplumsal ve siyasi durumu nasıldı? Farklı birçok kavmi içerisinde barındıran Osmanlı Hilâfet’i Kürtlere karşı negatif ayrımcılık yapmış mıdır? Osmanlı döneminde ortaya çıkan Kürt ayaklanmaları kavmiyetçilik temelli ayaklanmalar mıdır?

Bildiğiniz gibi etnisite ile ilgili düşünceler yeni değildir. Siyasal ve kültürel bilinç içermeyen ve kavmiyet, aşiret, kabile gibi “pazu” fazlalığı ve birliğine dayanan “eril güç ihtiyacı” bağlamındaki etnik sayılabilecek anlayış kan bağı temelindeydi.

Modern dönemde “ulus”, “ulusal bilinç” ve “ulus devlet” anlayışı merkez kavram olunca Kürtler’de de aşiret temelli birliktelik yerini kavmiyet temelli ulusalcılık anlayışına bıraktı. Ulusal bilincin bir önceki tezahürü olan kavmiyetçilik, Osmanlı döneminin son yüzyılından itibaren -JÖN TÜRKLER’den mülhem-mektepli-alaylı Kürtlerin de gündemine girmişti.

Osmanlı döneminde insanları bir arada tutan yegâne unsur dini saiklerdi. Sadece Müslümanlar için değil, Hristiyanlar için de beraber yaşamanın lazımesi din ve mezhep idi.

Durum bu minvalde iken ırk temelli ayırımcılık yaşamayan Kürtlerin Osmanlı dönemindeki lokal ayaklanmalarını etnik temelli kabul etmenin zorluğu aşikârdır.

2-Cumhuriyetin ilk döneminde yaşanan Şeyh Said Kıyamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kürt Meselesi olarak konuşulan ve tartışılan sosyal ve siyasi olgu üzerinde bu kalkışmanın bir etkisinin olduğunu düşünüyor musunuz? Şeyh Said Kıyamını başlatan sebep nedir? Kürtçülük müdür yoksa Hilâfet’in yıkılması mı?

Kürtlerin “kıyam” dediği, Beyaz Türklerin “İngiliz ajanının ihaneti” dediği, devletin ise bir türlü ne olduğuna tam karar veremediği Şeyh Said-i Palevi Hareketi’nden söz etmek en zor başlıktır. Çünkü henüz tartışması bile yapılamayan bir kondur 1925 Şeyh Said İsyanı.

Şubat 1925 süreci bir ayaklanmaya/kıyama dönüşebilir, bir isyana evirilebilirdi belki, ancak sosyolojik meselelerde “faraziye” ile sonuca varmak üçüncü dünya metodolojisi olmalı.

Kimileri “Kıyam sürecinde ‘iki aylık’ bir devlet kuruldu”ğunu ve “bu devletin bayrağının, meclisinin, hükümetinin olduğu”nu iddia etse de işin doğrusu, bahsettikleri sadece geleneksel istişare, tanınma sembolü ve yerel hiyerarşik düzen idi.

Şeyh Said Efendi İstanbul’dan hiçbir zaman bihaber kalmadı. Düzenli bir şekilde Osmanlı-İstanbul Basınını takip ederdi. Yaşananların İstanbul’a tesirini öğreniyor ve ona göre davranıyordu.

Mart 1924’te yayılmaya başlayan “kötü haberler” Kasım 1924 itibariyle zirve yapmıştı. Zira bu 7 ayda İslâm ile ilgili ne varsa yeni cumhuriyetin “Fransız” unsurları tarafından bir bir kaldırılıyordu. Hilâfet’in hal’inden sonra Şeriyye ve Evkaf Bakanlığı da kaldırıldı. Kürt coğrafyasının vazgeçilmezi medreseler, tasavvuf ve tarikat dergâhları kapatıldı.

Olay, 1924 anayasasının kabulü sonrası dindarlıklarını her şeyin önünde tutan Kürt, Türk, Zaza, Arap Anadolu insanının rahatsızlığı ile başlıyor.

Şeyh Said, bölge âlimleri ve Mir/Beyleri ile yaptığı istişarelerde, Ankara’ya son gelişmelerden duyulan rahatsızlığın iletilmesi kararı alıyor. Bunu Şeyh Said “Risale yazıp şeriat ahkâmını tasrih ederek kanunları da şeriata mutabık bir şekilde talep etmek istedik, Meclis-i Mebusan’a göndermek istedim. Evvela bu fikri kitabetle hâlletmek için gidip münakaşa-i ilmiye yapayım dedim ve bazı rüfeka bulmak istiyordum, fakat kader-i ilahi beni Piran’a sürükledi. Piran vakası çıktı, önünü alamadık.” diyerek ifade ediyor.

Bu görüşme ve istişarelerde çıkan söz-kanaat birliğinin içerideki muhbirler vasıtasıyla an be an Ankara hükümetine iletildiğini biliyoruz. Ankara ise alınan haberlerin hayra alamet olmadığını, yeni ilan edilen cumhuriyetin ciddi bir ayaklanmayla karşılaşmasının yeni cumhuriyete büyük zararlar verebileceğini düşünerek erken müdahale kararı alıyor. Silahsız ve isyan niyetinde olmayan Şeyh Said ve arkadaşlarının bir oyuna getirilmesi ve bu planın yerel unsurlar tarafından uygulanması istendi.

Şeyh Said oğlu Ali Rıza’yı, olan biteni yerinde görmek ve İstanbul âlim ve şeyhlerinin tavırlarını öğrenmek için Halep üzerinden İstanbul’a gönderir. İstanbul’da Şeyh Abdulkadir ve diğer ileri gelen tarikat önderleri ile görüştükten sonra dönen Şeyh Ali Rıza babası Şeyh Said’e İstanbul’dan aldığı bilgileri arz eder.

Şeyh Ali Rıza, İstanbul’da görüştüğü İslâm âlimleri ve tarikat şeyhlerinin gidişattan memnun olmadıklarını babasına iletir. Bunun üzerine görüşmelerini sürdüren Şeyh Said Efendi, bazı düğün ve barıştırma törenlerine de katılmayı ihmal etmez, öteden beri onuruna verilen yemekler de son derece kalabalık katılımcılarla devam ediyordu. Bu etkinliklerde İstanbul’dan gelen haberleri de anlatarak halkı bilgilendiriyordu.

En son bulundukları Piran/Dicle’de istişarelerini sürdürmekte iken Teğmen Mustafa komutasında küçük bir birlik, şeyhin yanında bulunan ve asker kaçağı olan birkaç adamı almak ister. Şeyh Said bunun törelere uygun olmayacağını söyleyerek arananları askerlere teslim etmeyi reddeder. Durumu idare etmeye çalışan şeyh, bir tatsızlık çıkmasın diye tarafları teskin edici konuşmalar yapsa da başarılı olamaz.

Teğmen Mustafa ile Şeyh Said’in 25 yaşındaki kardeşi Abdurrahim arasında sert tartışmalar yaşanır, bunu fırsat bilen Teğmen Ankara’dan (İnönü’den) aldığı, “Hareketin büyümeden bastırılması şarttır.” talimatı gereği kısa süre sonra çatışmanın başlaması için daha da sertleşir. Bu sertleşme silahların patlamasına sebep olur ve kan akar. Şeyh Said’in kardeşi Abdurrahim ile Bekir adındaki köylü askerlerden bazılarını vurur ve iş çığırından çıkar.

Akan kan şeyhin plan ve programını bozar, uzun yolculuğu kısaltarak defacto bir durumla karşı karşıya bırakır. Artık yerel unsurlar baş kaldırır, ilçeler ve sonra bazı iller ele geçirilir. Ne var ki birkaç aydan fazla sürmeyen hareket “gerici isyan” olarak kayıtlara geçer.

Sonrası malum, Şeyh Said, İngilizlerle iş birliğinden tutun, Kürtçülüğe, bölücülüğe, gericiliğe kadar pek çok suçla suçlanarak idam edilir.

92 yıldır olay nedir, nasıl başladı, neler yaşandı netliğe kavuşmadı. Bununla ilgili olarak resmî tarih doğruları söylemiyor. Kürtçülerin ve Kürtçüleşen kimi İslâmcıların da söylemleri objektiflikten uzaktır. Bu yanlış ve kasıtlı yalanlar 80 yıldır bizi birbirimize düşürmekten başka hiçbir işe yaramadı.

Bir kere Şey Said’in Kürtçülükle uzaktan yakından alakası yoktu. Bizzat dinleme imkânı bulduğum müritleri, “Şeyhin bir tek kere olsun Kürtçü bir cümle kurduğuna tanık olmadık.” ifadeleri bunu doğrulamaya yeter. Zaten idam sürecindeki ifadeler, zabıtlarda yer alan beyanlar Şeyh Said hadisesinin Kürt ya da Kürtçülükle ilgili bir yönünün bulunmadığını, bunun yanı sıra hareketin tamamen dini saiklerle başladığını gösteriyor.

Bakınız, İngilizlerin Bağdat Yüksek Komiserliği Eylül 1925’te Seyyid Abdulkadir’in oğlu Seyyid Abdullah ve yakını Seyyid Taha ile yaptıkları görüşmede bir anlaşmaya varmışlardı. Bu anlaşmaya göre:

Seyyid Abdullah, beraberinde 200 yakını ile birlikte Revanduz’daydı. Yüksek Komiser onların Irak’a iltica etmeleri hâlinde Türkiye’deki olaylara dahil olmayacaklarına dair söz aldı.[1]

İngilizler Şeyh Said’i kandırsaydı, isyana teşvik etseydi böyle bir anlaşma yapar mıydı? Kaldı ki İsmet İnönü hatıralarının ikinci cildinde Şey Said’in İngiliz yardımı almadığını söylüyor.

İngilizlerin de Fransızların da Rusların ve İranlıların da Kürtleri Osmanlı’ya karşı kışkırttıkları doğrudur. İngilizlerin Kürtlere bakışını Yüksek Komiser Tom Hohler’in “Kürtler güvenilmez, İngilizlerin amacı Türkleri zayıflatmak olduğuna göre Kürtleri kullanmak gerek.”[2] sözleri yeterince gösteriyor.

Nitekim işin doğası gereği 1925 ayaklanması ne İngilizlere ne da başka bir güce kapalı kalacak diye bir kaide yoktur. Dini hassasiyete bağlı olarak gelişen hadiseye kimi Kürt/çü şahsiyetin de karışması ile olay Şeriatçı-Kürtçü ayaklanmaya evirilmek istendi.

Bir de unutmadan hatırlatmalıyız ki; kargaşa ve karışıklık yaşanınca üzerinizde hesabı olanlar boş durmayacaktır. Konuyu uzattığımın farkındayım, lakin bir asırdır hakikatini öğrenme konusunda kafa karışıklığı yaşanan bir konuda daha fazla söz söylenmelidir.

3-Kürt Meselesi ve terör sorunu aynı şeyler midir yoksa farklı farklı şeyler midir? Her ikisinin çıkış noktasını değerlendirdiğinizde Kürt Meselesi ve terör sorununun kaynaklarını hangi faktörler temelinde açıklarsınız?

Hiçbir mesele terör ile özdeşleştirilemeyeceği gibi hiçbir sorun terörü meşru kılmaz. Hele hele Kürt Meselesi hakkında hiçbir güç terörü bir yol olarak belirleme hakkına sahip değildir. PKK gibi örgütlenme sürecinde de sonrasında da Kürtlerin görüş ve düşüncesinin kıymet-i harbiyesine inanmayanların, silahını aldığı güçlerin her türlü ihalelerini kabul etmek zorunda kalan bir terör örgütünün, vatandaşın insan hakları bağlamında değerlendirilmesi gereken talepleri ile ayrıştırılması gerekir.

Terör örgütleri, uluslararası güç merkezlerinin aparatı olmanın dışında bir amacı olamaz. PKK’nın Bekaa Vadisi süreci de Kandil ve Avrupa ayağı da bu amaca göre değerlendirilmelidir. Dolayısıyla Kürtlerin talep ve sorunlarının hiçbir şekilde PKK’nın terörü ile bir araya getirilmesi kabul edilemez.

4-Gerek Türkiye'de gerek İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerde Kürt Meselesi gündeme geldiğinde, konu sürekli olarak dış güçler ve sömürgeci devletler ile ilişkilendirilir. ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri ile Kürt Meselesi arasındaki ilişki sizce nedir? Bu Batılı ülkeler neden Kürt Meselesini sürekli gündemde tutmaya çalışmaktadırlar?

Bu konunun “dış güçler”le ilişkisi olmazsa olmazdır. Çünkü bugün adına dış güçler dediğimiz güçler Kürtleri bilinçli bir paylaşımla ve kendi amaçlarına hizmet edecek şekilde 4’e böldüler. Sykes-Picot ile sağlanan bölünmenin ileride bugün yaşadığımız sorunları doğuracağını bilmek kehanet sayılmaz.

Dünyaya yön veren güçlerin 50 yıllık, 100 yıllık projeksiyonları kaçınılmazdır. Bu projeksiyon gereği nüfuz sahibi oldukları ve olmak istedikleri ülkelerdeki restorasyonu, güç dengelerini, sorun yapacakları konuları belirleme ve bilahare sevk ve idare etme istediği ve planlamayı bu güçler önceden belirlerler. AB ve ABD’nin PKK üzerinden Kürtleri kışkırtmalarının sebebi bu projeksiyondur.

Bu yüzyılın önümüzdeki iki yüzyıla hazırlık asrı olduğunu artık herkes görmüş durumda. 1900’lü yılların başından itibaren 2000’li yılların hedefleri belirlenmişti. Bu hedeflere ulaşmanın araçları da bundan 40 yıl, 30 yıl ama en erken “İslâmi Terör(!)” söyleminde olduğu gibi 20 yıl önce saptanarak mobilize edildiler.

(Bugün yaşanan COVİD-19 salgınının bile bu yüzyılın tasarımı ile alakalı olduğunu söyleyenlerin iddialarına katılmamak mümkün değil.)

Bu yüzden Türkiye’de ayrılıkçı fikirlerin sıcak tutulması Batılı güçler için önem arz eder.

5-ABD’nin; PKK ve Suriye’deki PYD-YPG gibi gruplara yüksek miktarda silah desteği sağladığı deklare edildiği hâlde, Türkiye’nin ABD’yi müttefik olarak görmesi ya da bu meselenin Türk - Amerika ilişkilerine bir sorun olarak yansımamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’nin bu çelişkiyi çıkarlar temelinde açıklamaya çalışması sizce ilkeli bir dış politika mıdır?

Dış politikada önemli bir unsur da “Ya hep ya hiç” gibi toptancı anlayışı sürdürmemektir. ABD’nin PKK ve YPG’ye silah vermesinin sebebi bölge ile ilgili olarak Türkiye’yi kendi şartlarını kabule zorlamadır. ABD’nin artık müttefikimiz olmadığını bilmeyen kalmadı. Artık “Sözde müttefik” bile değiliz. Lakin dünyada Soğuk Savaş döneminde kurulan paktların yıkılması ya da mesela Türkiye’nin bu paktı terk etmesinin kısa sürede gerçekleştirmesi doğru ve mümkün değil.

NATO’nun kuruluş sürecindeki dengelerin hâlâ ayakta olduğunu varsayarsak ABD ile NATO ittifakı içinde sürdürülen “Stratejik Ortak”lık topal ördek misali bir süre daha varlığını koruyacaktır.

Dış Politikada ilkeli olmak için asgari şartlar vardır. Savunma sanayisi yolun başında olan, ekonomisinde onmaz kırılganlıklar yaşayan, komşuları kaypak olan, jeostratejisi bakımından uluslararası güçlerin iştahını kabartan ülkelerin ilkeli politikalar sahibi olması muhaldir. Bu, dış politikamızın ilkesiz olmasını gerektirmeyebilir. El an Cumhurbaşkanı Sayın R. Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye, en azından ilkesizlik üzerine kurulmayan bir dış politikada ısrar ettiği için küresel güçlerin son 7 yıldır başımıza getirmedikleri musibet kalmadı. 

6-Terör sorunu, oy kaygısı ve seçim kazanma planı üzerine yürütülen günlük politikalarla bugüne kadar çözülemedi.  Buna rağmen aynı yöntem ve metotlarla çözülmeye çalışılmasını nasıl izah ediyorsunuz?

Tek kelime ile AK Parti’nin oy kaygısı taşıyarak bir politika belirlediği kanaatinde değilim. Şayet oy kaygısı üzerinde geliştirdiği bir politikası olsa idi mesela Diyarbakır’da AK Parti’nin oy oranı %40’ın altına düşmeyecekti.

7-Türkiye’deki siyasi parti, sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderlerinin Kürt Meselesi ve terör sorununun çözümünde üstlenmesi gereken rol nedir? Neler Yapılmalı?

Bu soru için verilecek cevaba geç kaldığımızı düşünüyorum.

1- Kanaat önderleri en uygun zamanda inisiyatif almaya çekindikleri için itibar erozyonuna uğradılar. Haksız da sayılmazlardı çünkü inisiyatif alanları PKK cezalandırınca bu alan tıkandı.

2- Bundan 30 yıl, 20 yıl önce inisiyatif alamayan kanaat önderlerinin yerine şimdilerde istisnalar dışında kanaati olmayan, sipariş üzerine kanaat önderi yapılan, selfi çekip sosyal medyada paylaşan simaların bu konuda bir kanaat ve rol sahibi olmalarını beklemiyoruz. Biraz ağır olduğunu kabul ediyorum ancak bu konunun vebalinin çok daha ağır olduğuna inanıyorum.

8-Erken seçim ya da 2023 için ittifaklar üzerinden Kürt Meselesinin gündeme taşınması çözüme katkı sunabilir mi?

Böyle bir ittifak görmüyorum. Sadece CHP’nin sömürdüğü daha doğrusu kendisini CHP’ye sömürten HDP’nin artık bir karşılık bulmayan tekrarları dışında bir gündem beklemiyorum. Bunda HDP’nin PKK’ya tam bağımlı olmasının rolü de büyük.

9-Kürt Meselesinin sizce HDP ve terör sorunu üzerinden konuşulması doğru mudur? HDP Müslüman Kürt halkını ne kadar temsil ediyor?

Aslında yıllardır en yüksek tonda söylediğimiz buydu: HDP Kürtlerin temsilcisi değil, PKK’nın sözcüsüdür. Bu yüzden Kürtlerin, olan ve bundan sonra da olacak taleplerini “Kürt Meselesi/Sorunu” bağlamında değil, insani hak ve talepleri olarak dile getirmeleri daha isabetli olacağı kanaatindeyim.

10-Kürt Meselesi ve terör sorununun çözümünde, bugüne kadar konuşulan ve uygulanan güvenlikçi yaklaşım, ulusçu ve kimlikçi yaklaşım, liberal ve demokratik yaklaşımları değerlendirdiğinizde sorun ile bu yaklaşımlar arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz? Soruna İslâmi bir çözümün katkısını nasıl görüyorsunuz? Bu sorunun İslâmi çözümü nedir?

Yukarıda saydığınız yaklaşım türlerinin tıkandıkları nokta meseleyi bütünüyle seküler saiklerle ele almalarıdır. Bundan yaklaşık 10 yıl önce hem içinde bulunduğum platformlarda hem de “KÜRT SORUNUNA DİNDARCA ÇÖZÜM” başlıklı yazı dizisinde “Dinî Çözüm” önerilerimi anlatmıştım. Doğrusunu isterseniz o gün dile getirdiğimiz pek çok başlık AK Parti tarafından çözüme kavuşturulmuş ve bu başlıktaki önemli taleplerimiz sorun olmaktan çıkmıştır.

[1] Tarihte Türkler ve Kürtler Sempozyumu, C.4, s.286.

[2] Tarihte Türkler ve Kürtler Sempozyumu, C.4, s.292-293.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz