TEFSİR: ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ 28. AYET

Esad Mansur



لاَّ يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُوْنِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّهِ فِي شَيْءٍ إِلاَّ أَن تَتَّقُواْ مِنْهُمْ تُقَاةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَإِلَى اللّهِ الْمَصِيرُ

“Müminler kendi dışındaki olan kâfirleri dost edinmesinler. Kim kâfirleri dost edinirse Allah’la onun alâkası yoktur. Ancak onlardan korunmakla ilgili durum başkadır. Allah sizi kendisinden sakındırıyor. Dönüş Allah’a olacaktır.” (Âl-i İmran 28)

Bu ayette Allah Celle Celaluhu müminlerin kâfirleri dostlar edinmelerini yasaklamıştır. Ayette; “dostlar edinmeleri” Arapça; “evliya” edinmelerinin manasındadır. Zira “evliya” “veli’nin” çoğuludur. Veli edinmenin manası; dost edinmek, yardımcı, bir kimseyle işbirliği yapmak, efendi edinmek, müttefik edinmek, aynı paktta bulunmak ve ortak kılmak gibi manaları taşır. Bu manalarda müminler kâfirlerle siyasette, askeriyede ve dinde işbirliği yapamazlar, kâfirlerin yardımcıları olmazlar. Onların müttefiki veya onlarla aynı paktta veya aynı safta bulunmak haramdır. Bu nedenle, NATO’da üye olmak haramdır. NATO’nun kurucuları ve yürütücüleri kâfir güçlerdir. Onların paktına girmek büyük haramdır. Onlarla beraber savaşmak haramdır.

Yine siyasi çalışmalarda beraber olunmaz. Bu bağlamda BM’ler, Avrupa Emniyet Kuruluşları ve benzerlerine katılmak ve onlarla işbirliği yapmak haramdır.

Ekonomi kuruluşlarına katılmak ve onlarla bir ittifakta bulunmak hiç caiz değildir, haramdır. Bu nedenle Avrupa Birliğine, Dünya Ticaret Örgütüne, IMF’ye, Dünya Bankasına katılıp üye olmak caiz değildir.

Dini ve fikri olanlarda kâfirlerle bu kapsama dâhildir. Çünkü diyalogcular diğer dinlerin mensuplarıyla beraber çalışmak için kendi aralarında ortak noktaları bulup asıl akaidi noktaları örterler ve kâfirleri İslam akidesine çağırmazlar, kâfirlerin akaitlerini ve fikirlerini göstermeye çalışmazlar. 

Yine de küfür rejimlerine, hükümetlerinin koalisyonlarına katılmak ve onların siyasi kurallarına siyasi faaliyet yaparak onlarla işbirliği yapmak haramdır. Bütün bu faaliyetler kâfirleri evliya edinmek veya dostlar edinmek mefhumuna girer.

Müminler sadece kardeşleri olan diğer müminleri dostlar edinirler, onlarla işbirliği yaparlar ve ortakça hareket ederler. Nitekim birçok ayette Allahu Teâlâ müminlerin beraberce hareket etmeleri ve yardımlaşmalarını kesin emirle talep etmiştir. Zaten bu ayette müminler diğer müminlerin dışında olan kâfirleri dostlar edinmesinler diye emretmiştir. Maide suresinin 2. ayetinde, Âl-i İmran 10. ayette ve birçok ayette bu emir, Allahu Teâlâ’nın emri tekrarlanıp pekiştirildi. Kâfirleri dostlar edinmekten Allahu Teâlâ’nın nehyi tekrarlandı. Maide suresinin 51. ayetinde özellikle Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinilmemesi ile ilgili Allahu Teâlâ’nın kesin nehyi ve yasaklanması geçti. Ondan sonraki ayetlerde; “sizin dostunuz (veliniz) yalnız ve yalnız Allah, Rasulü ve müminlerdir.” (Maide 55)’te pekiştirilmiştir. Nisa suresinde 138 ve 139. ayetlerde; münafıkları elim ve şiddetli azapla tehdit ederken onların saflarından biri de kâfirleri dost edinmeleri olarak gösterilmektedir. İçi kâfir ve dışı mümin olarak ortaya çıkan bu tür insanlara münafık denilir. Bunlar ikiyüzlü, yalancı sözlerini yerine getirmezler, emanete ihanet ederler, aynı anda kâfirlerle işbirliği yaparlar, beraberce siyasi, askeri, ekonomik fikri koalisyon ve işbirliği tesis ederler. Mücadele suresinde 22. ayette; “…Babaları, çocukları, kardeşleri ve aşiretleri…” Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelirlerse onlara sevgi bile göstermezler buyrulmuştur.

Müminleri veli, evliya veya dost edinmek akide olarak gösterilmiştir. Yine de kâfirlerden beri olmak onları, veli edinmemek konusuna Arapça “vela” ve “bera” akidesi olarak açıklandı. Müminleri dost edinmekten vazgeçip kâfirleri dost edinenlerin akidesinde sakatlık var, imanlarında şüphe var ve gerçek müminlerden sayılıp münafıkların saffına koymaktır.

Ayette; “Kim bunu yaparsa (kâfirleri dost edinirse) Allah’la onun hiç alakası yoktur.” ifadesi geçtir. Bu kâfirleri dost edinmenin ne kadar büyük haram olduğuna ait bir “karine” bir bağlantıdır. Ayette;  “Müminler kâfirleri dostlar edinmesinler.” Allahu Teâlâ’nın nehyi geçti. Bu nehyin manası kâfirleri dostlar edinmek haramdır. Bunu pekiştirerek; “kim bunu yaparsa herhangi bir şekilde Allah’la onun alakası veya ilişkisi yoktur” dedi. Bu son ifadeyle nehyin haram olduğuna bir “karine” denilir. Nehiyle ilgili bir husus veya bir bağlantıdır. Ayette müminler diğer müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler denilince müminler sadece müminleri dost edinmeli ve kâfirleri herhangi bir şekilde dost edinmemeleri kesin anlamı veriyor.

Ayette; “Ancak onlardan korunmakla ilgili durum başkadır, müstesnadır.” Ayette;   تُقَاةً “tuka” korunmak manasında geçmektedir. Bazılar Arapça “takiyye” veya “tukye” okudular. Bu ifade, birçok kişinin zihnini karıştırdı. Özellikle Şiileri karıştırdı. Ondan sonra küfür siyasetlerine, hükümlerine veyahut parlamentolarına katılmak isteyenler bundan söz edinmeye başladılar. Siyasette, değişim yapmada veyahut İslami iktidara getirme uğrunda küfür sistemlerine, hükümlerine katılmak caizdir dediler. Bu ayette “takkiye” veya “tukye” ifadesine dayandılar.

“Tuka” veya “takkiye” veyahut “tukye”nin manası; korunmak veya sakınmaktır. Buna göre kâfirlerden korunmak veya sakınmakla ilgili durumlar ayrıdır. Bu korunmak veya sakınmak nasıl olur ve ne zaman olur? Kâfirlerden korunmak meselesi ne zaman olur veya hangi durumda uygulanır?

Önce ayetin münasebatını öğrenelim, bu ayet ne zaman nazil oldu ve kime hitap etti. Bunu öğrenirsek meseleye açıklık getirilir.

Bu ayet Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in liderliğinde Müslümanlar Medine’de İslam’ın devletini kurduktan sonra bir kısım Müslümanlar Mekke’de kalıp hicret etmediler, Mekke’de kalan Müslümanlar kâfirlerin yönetimi altında yaşamaya başladılar. “Peki, bu Müslümanlar kafirlerle nasıl geçinecekler ve nasıl muamele yapacaklar?!” diye sorun çıktı. Allahu Teâlâ bu ayeti indirdi. Müminler diğer müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim onları dost edinirse bu kimsenin Allahu Teâlâ ile herhangi bir şekilde alakası yoktur. Allah ondan beridir, uzaktır. O kimse de Allahu Teâlâ’dan uzaktır. Fakat müminler kâfirlerin otoritesinde kalmışlarsa, bu kâfirlerden korunmak istiyorlarsa kâfirlerden korkuları var kâfirler kendilerini eziyorlarsa kâfirlere karşı savaşmazlar, onlara karşı çıktıklarını göstermezler. Kâfirlerden korunmak için Medine’deki Müslümanlar gibi kâfirlerle savaşmazlar, kâfirlerin yüzlerine silah çekmezler. Zira cihad emri gelince Allahu Teâlâ; “Kâfirlerle nerede karşılaşırsanız onlarla savaşın(Bakara 191) buyurdu. Bundan önce Muhammed suresinde 4. Ayette; “Kâfirlerle karşılaştığınız zaman onların boyunlarını vurun.” buyurdu. 

Bu ayet Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Mekke’den Medine’ye hicret ederken nazil oldu. Bu nedenle Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem savaşı ilan edip Müslümanlar kâfirlerle her yerde savaşmaya başladılar. Peki, Mekke’deki Müslümanlar ne yapacaklar? Onlar müstesna silahla kâfirlerle savaşmazlar ve onların eziyetlerinden korunmak için kâfirlerle normal şekilde geçinmeye çalışırlar, onlarla ticaret ve alış-veriş yaparlar, iyi komşulukta bulunurlar ve buna benzer normal, tabi insani ilişkileri korurlar. Bu nedenle Mekke’de kalan Müslümanlar kendilerini belli edip kâfirlerle fikri ve siyasi tartışmaları yapıyor, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i, Müslümanları ve İslam Devleti’ni savunuyorlardı. Misal olarak; Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Kureyş’in hareketini izlemek üzere Mekke’ye yakın bir yerde, Nahla adlı bir yere Abdullah Bin Çehş’in liderliğinde 30 kişilik bir birliği gönderdi. Fakat bu Müslüman birlik Kureyş’in bir kafilesi ile çatışmaya mecbur kaldılar. Müslümanlar kâfirlerden bir kişiyi öldürdü, iki esir aldı ve bir takım ganimetleri aldılar. Bu olay haram olan Recep ayında oldu. Recep ayı haram aylardandır. Onda savaşmak haramdır. Bu olay olunca Mekke’deki kâfir rejimi ve oradaki kâfirler Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve Müslümanlar aleyhine kamuoyu oluşturmaya başladılar; “Muhammed ve Müslümanlar haram ayının kutsallığı ve hurumatını bozdular, bunlar Allah’ın dinine muhalefet ettiler, bunlar barış ve emniyeti sağlayan haram aylarına saygı göstermezler.”  Küfür rejimi altındaki Mekke’de yaşamakta bulunan Müslümanlar Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i, Müslümanları ve İslam devletini savunmaya başladılar. Hatta şöyle dediler: “Bu olayın vukuu bulunduğu gün Recep ayından değildi, o gün Recepten önceki ay Cemadussani (cemaduluhra) ayının son günüdür.” Zira Müslümanlar o günde kâfirlerle çatışınca Recep ayı başlamayıp Cemadussani’nin son günü olarak zannettiler, bu nedenle çatıştılar, kâfirlerden bir kişiyi öldürdüler. (Bu olayı Bakara suresinin 217. Ayetinin tefsirinde açıklamış bulunuyoruz.)

Burada küfür rejimi altında yaşayan Müslümanların nasıl davranacaklarını göstermek ve takiyenin manasını açıklamak istedik. Buna göre takiye; (kâfirlerden korunmak) Müslüman’ın İslam kimliğini göstermemesi, İslam’ı savunmaması ve İslam davetini yüklenmemesi demek değildir. Yine kâfirlerin kurdukları rejimlerine, partilerin ve siyasetlerine katılmak veya onlarla koalisyon kurmak veyahut kanunlarına göre siyasi parti kurup çalışmak ve meclislerine katılmak demek de değildir. Bilâkis bu ayet (Âl-i İmran 28) nazil olduktan sonra küfür rejimi altında, küfür toplumunda yaşayan Müslümanlar gibi davranacaklar; İslamî kimliklerini gösterir, İslam davetini yüklenir, diğer Müslümanları savunurlar, kâfirlerin partilerine, parlamentolarına, hükümetlerine ve siyasetlerine katılmazlar. İslam akidesine ve bu akideden fışkıran fikirlere göre bir hizb/kitle kurarlar ve açıkça fikri ve siyasi çalışma yaparlar. Fakat kâfirlere silah çekmezler. Silahlı mücadele yürütmezler. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem İslam devletini kurmadan önce Mekke’de zayıf durumdayken aynı şekilde hareket ediyordu. “Takiye” onlara karşı silah çekmemek, onlarla iyi geçinmek ve normal ilişki kurmaktır. Hatta kâfir rejim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e ve diğer Müslümanlara eziyet çektiriyorlardı. Müslümanlar karşılık vermeyip sabrediyorlardı ve onlara çekinmeden fikirlerini anlatıyorlardı.

Buna göre Müslümanlar küfür rejiminin hükmü altında veya kâfirlerin memleketlerinde yaşıyorlarsa bu şekilde hareket etmelidirler. İbn-i Abbas RadiyAllahu Anh bu ayeti açıklarken takiye durumu hakkında şöyle dedi: “Kâfirler galip olunca oradaki Müslümanlar onlara karşı iyi şekilde davranırlar, fakat din hususunda muhalefet ederler.”  Katade de bu ayeti tefsir ederken şöyle dedi: “Takiyenin manası kâfirlerle akrabalığın varsa onlarla akrabalık ilişkini kurarsın.” Hatta İslam memleketlerinde yaşayan Müslümanlar bu durumda değiller. Memleketlerinin ahalisi ya hepsi ya da ezici çoğunluğu Müslüman’dır. Yöneticileri, askerleri, polisleri kendilerindendir. Fakat sistemleri, anayasaları ve kanunları küfürdür. Kendi kendileri bunları uygularlar. Bu nedenle Müslümanlar takiye kullanmazlar, açıkça kendilerini Müslüman olduklarını iddia eden yöneticilere karşı fikri ve siyasi mücadele yapmalıdırlar. Bu mücadeleyi yapmaları kendilerine farzdır. Çünkü bu memleketler kendi memleketleridir, ahalisi de Müslüman’dır. Bu memleketlerin İslam’la yönetilmesi kendilerine farzdır. Zalim yöneticilere karşı yumuşaklık göstermezler, onların yöneticilerine ve parlamentolarına katılmazlar, kurallarına göre siyasi parti kurmazlar. Açıkça onlara karşı fikri ve siyasi cephe açarlar, Hakkı söylemekten çekinmezler, marufu emreder ve münkeri nehyederler.

Allahu Teâlâ müminleri kendisinden ve azabından sakındırdı. Eğer böyle davranmazsanız Allah size azap edecektir. Çünkü Allah’a döneceksiniz. Mademki Allah’a döneceksiniz niye kafirlerden korkuyorsunuz?! Onlardan korkmayın, kimliğinizi bariz bir şekilde gösterin ve dininizi savununuz. İslam davetini yüklenin ve küfür rejimlerine ve fikirlerine sözle, fikri ve siyasi mücadeleyle karşı çıkın. İslam devletiniz olunca ordular hazırlayıp işte o zaman silaha başvuracaksınız ve cihad edeceksiniz. İstisna ise kâfirlerin galibiyeti ve yönetimi altında iseniz takiye olarak onlara düşmanlığı göstermeyip iyi geçinmeye çalışırsınız. Fakat dininize sahip çıkacaksınız.

Müslüman ölüm tehdidi altında veya çekemediği ağır işkence altında bulunursa kalbi imanla dolu ve mutmain olduğu halde sözde küfür kelimesi söylemeye ruhsat geldi. Bu ayrı bir durumdur. Bunun daha önceki Âl-i İmran 28. ayetiyle alakası yoktur. O ruhsat Nahl suresinde 106. Ayette geçti. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Mekke’deyken kâfirler Ammar’ın babasını ve annesini öldürünce kendisine ağır işkence çektirip bir kuyuya atınca; “Muhammede küfretmeden seni oradan çıkartmayacağız ve seni ölüme terk ediyoruz” deyince Allah bu ayeti indirdi. Bu durum farklıdır. Tukye veya takiyeyle hiçbir alakası yoktur. Zira bazıları bu durumu birbirine karıştırıyorlar ve iki durumu aynı sayıyorlar…




Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz