EMR-İ Bİ’L MARÛF VE NEHY-İ ANİ’L MÜNKER HÜKÜMLERİ -2-

Yasin ibnu Ali


Emir Ve Nehy Vucûbiyeti Aynî Mi Yoksa Kifâî Midir?

Müslümanlar farzlar arasını ayırt etmeyi âdet edindiler. Farz-ı Ayn ve farz-ı kifâye derler. Bu ayırımda aslolan farzların vakıasıdır. Öyle ki onlardan her Müslüman ferdin yapması gerekenler vardır. Şâri, bunları bizatihi her fertten talep etmiştir; namaz, zekât, hacc ve oruç gibi. Onlardan sadece tek bir fertten veya bir cemâatten ikâmesi gerekenler vardır; cenâze namazı, aç olanı doyurmak ve selâm vermek gibi. Burada her fert üzerine bir vâcib vardır. Bu vâcib, başkaları kendileri için ikâme ederlerse fertten sâkıt olmaz. Çünkü kesin emir, bunu her Müslüman ferdin ikâme etmesine yönelik geldi. Yine burada cemâat üzerine bir vâcib vardır. Bu vâcib, eğer bazılarının fiiliyle ikâme edilirse, sâkıt olur. Çünkü kesin emir, Müslümanlardan kimlerin yaptığına bakmaksızın onun ikâme edilmesine yönelik geldi.

Bu şer’î vakıaya binaen, yapan itibarıyla farzlar arasını ayrım bakımından yani emir, tayin edilmeksizin bütün Müslümanlardan bir takım şeylerde fiili yapmanın talebini ve her Müslüman fertten onun yerine getirilmesinin talebini getirmiş olması bakımından, âlimlerin ıstılâhı farz-ı ayn ve farz-ı kifâye diye farzların taksimi üzerinde cereyân etmiştir. Bu farzların hakikati ise, hepsi farzlardır. İhtilâf, bir şeyi yapmak bakımından talebe nispetledir; o şey bizatihi her ferde ilişkin midir yoksa bütün Müslümanlara ilişkin midir? Farzın ikâmesiyle kifâyet hâsıl olmuşsa, ister onu Müslümanlardan her fert yapmış olsun isterse onu bazıları yapmış olsun, farz yerine getirilmiş olur. Eğer ikâmesiyle kifâyet hâsıl olmamışsa, farz yerine getirilesiye dek o, onlardan her fert üzerine vâcib olarak devam eder.

Farz-ı ayn ile farz-ı kifâye arasındaki farkın açığa kavuşturulmasına İbn-u Neccâr şöyle işâret etti: “Onlar, talep edilenin ayni olması, kendisine sevâp verilmesi veya cezalandırılması için onunla fâili sınamak ve imtihan etmek konusunda ayrılırlar. Kifâyet üzerine talep edilenin husûlü, zâtî kasıtla kastedilir. Fâilin ondaki kastı, zâtî değil, tâbidir.” (Şerh-ul Kevkeb-ul Munîr, cilt 1.s. 375) 

Yeri burası olmamakla birlikte bizi bu meseledeki söylemin açığa kavuşturulmasına iten husus, bazı Müslümanların vâciblerden bir çoğundan sıyrılıp çıkma girişimleridir. İşte o vâciblerden biri de Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker vucûbiyetidir. Ve iki farz arasındaki ayrımı bunun için bir bahane ittihaz etme teşebbüsüdür. Karara bağladığımız hususla da hakikatinde meselenin farz-ı ayn ve farz-ı kifâye meselesi olmadığına bilakis kesin olarak talep ettiği ve üzerine de sevâb veya ikâb terettüp ettiği emri yapmakla Allah Azze ve Celle’nin emrini tenfiz etme meselesi olduğuna Müslümanların dikkati nazarlarını çekmek murat etmemizdir.

Meselemizle ilgili hususa gelince ki meselemiz emir ve nehy vucûbiyeti aynî midir yoksa kifâî midir? Buna cevap şöyledir; Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker, her müslümana farz-ı ayndır, farz-ı kifâye değildir. 

Farz-ı ayn olmasına gelince; çünkü marûf ve münkerden murâd, cinsleridir. Yoksa muayyen marûf ve muayyen Münker değildir. Bunun vakıası idrak edildiğinde, cinslerini ikâme etmedeki kifâyetin varlığı kendilerinde hâsıl olmaz. Çünkü onlar, her mekân ve her zamanda yenilenir. 

Bizlerden kim, içerisinde vâcibin terk edildiği veya haramın işlendiği mekân ve zamanı sınırlandırmaya muktedir olabilir? Hiç kimse, ister yakîn isterse tahmin şeklinde olsun buna muktedir olamaz. Marûfu terketme, münkeri yapmanın, bütün vakitlerde genel ve özel mekânlarda meydana gelmesi muhtemeldir. Cadde de, evde, okulda, mescitte, pazarda ve diğer mekânlarda vâki olabilir. Bunları sınırlandırmak imkânsızdır. Bu da farzın aynilik söylemini, zarûret kılar. Bu zarûretle marûf bilinir ve onunla münker inkâr edilir.

İşte Sünnet-i Nebevinin beyân ettiği de budur. Öyle ki Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdular: 

من رأى منكم منكرا فليغيره بيده فإن لم يستطع فبلسانه فإن لم يستطع فبقلبه وذلك أضعف الإيمان

“Sizden kim bir Münker görürse, onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse, diliyle. Gücü yetmezse kalbiyle. Bu da imanın en zayıfıdır.” (Muslim) Müslümanlardan her fert üzerine, şahitliği ve -görmesi halinde- münkerin izâlesi vâcib kılındı. Zira Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor: “Sizden kim görürse” yani “Kim” umûma delâlet ettiği için istisnasız bütün Müslümanlardan. Buna müfred, müsenna, cemi, müzekker ve müennes dâhil olur. Müslümanlardan herhangi bir fert veya topluluk Münker görürse, ona onu değiştirmek elzem olur. 

Sonra değiştirmek hükmünün, güç yetirememekten sonra bir husustan diğer bir hususa nakledilmesi sebebiyle değiştirmek ve güç yetirmek mertebelerini tafsilatlandırmak, onun her halükarda terk edilmeyeceğine bir delildir. Durum böyle olduğuna göre o, farz-ı aynlardandır. Bu, SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in namaz hakkındaki sözü gibidir. El-Buhârî, İmrân İbn-u Husayn radiyallahu anh’dan şöyle dediğini tahriç etti: 

كانت بي بواسير فسألت النبي صلى الله عليه وسلم عن الصلاة فقال صل قائما فإن لم تستطع فقاعدا فإن لم تستطع فعلى جنب

“Bende basurlar vardı. Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e namaz hakkında sordum. O da “Ayakta namaz kıl, gücün yetmezse oturarak; ona da gücün yetmezse yan üstü yatarak” buyurdu. En-Nesâî şunu ziyâde etti: 

فإن لم تستطع فمستلقيا

“Gücün yetmezse sırt üstü yatarak” Çünkü namaz farz-ı ayndır, herhalükarda terk edilmez. 

Keza Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker’in farz-ı aynilik olduğuna delâlet eden yahut onu destekleyen şeylerden bir diğeri de aşağıdaki hususlardır:

1) Farz zikrinin, kendisine delâlet eden delillerin ekserinde aynî vâciblerle yan yana gelmesi. Bunlardan biri Allahu Teâlâ’nın şu sözüdür: 

وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

“Mümin erkekler ve mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar marûfu emreder, münkerden nehyeder, namazı ikâme ederler, zekâtı verirler, Allah ve Rasulü’ne itâat ederler. İşte onlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah azîzdir, hakîmdir.” (et-Tevbe 71) Ve şu sözüdür:

التَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدونَ الآمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّهِ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ

 “Tövbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, marûfu emredenler, münkerden nehyedenler ve Allah’ın hudutlarını muhâfaza edenler. Müminleri müjdele!” (et-Tevbe 112)

2) Âlimlerin Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker’in müminlerin sıfatlarından ve hassasiyetlerinden olduğu üzerinde ittifak etmeleridir. Durum böyle olduğuna göre Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker, onların hepsi için ayrılmaz bir vasıf olmaya uygundur. Öyleyse o, bizatihi her fert üzerine farz olur.

3) Ahmed, Ebu Saîd El-Hudrî’den şöyle dediğini tahriç etti: 

لا يمنعن رجلا مهابة الناس أن يقوم بحق إذا علمه

“İnsanlardan korkmak bir adamı bildiğinde bir hakkı yapmaktan asla alıkoymaz.” (Bir rivâyette ise “gördüğündedir” ). Sonra Ebu Saîd ağladı ve şöyle dedi: “Vallahi biz ona şahit olduk ama onu yapamadık.” SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in “Bir adam” sözü, nehyin siyâkında bir nekradır. Dolayısıyla umum olur. Celîl sahabî Ebu Saîd El-Hudrî şer’î talebin her Müslüman fertten olduğuna anlamıştır. Bunun için ağladı ve şöyle dedi: “Vallahi biz ona şahit olduk ama onu yapamadık.” 

Mesele bazı Müslümanlara mustarip geldi. Buna binaen Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker’i kesinlikle farz-ı kifâyelerden kıldılar veya onun kifâyet üzere olmasını meselede bir asıl kıldılar ve dediler ki o kifâyet üzeredir, bazen de ayn olabilir. Bundaki sebep, bir takım hususlara râcidir. Bunlar: 

Birincisi: Bazı âlimlerin, diğer delillere bakmaksızın Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker’in hükümlerini anlamakta Allahu Teâlâ’nın şu sözüne itimat etmeleridir:

كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Marûfu emreder; münkerden nehyeder ve Allah’a iman edersiniz” (Âl-i İmrân 110)  Bu ayet, amelleri arasında Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker olan bir cemâatin varlığının vucûbiyetine dair nasstır. Ayet, Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker işini varlığı vâcib olan cemâate hasretmez. Çünkü ayetteki emir, her iki işin yapılmasını değil cemâatin oluşturulmasını vurgulamaktadır. Zira o iki işin farzlığı daha önce geçmişti. Bu iki iş, icâdı istenilen cemâatin amelleri için bir beyândır. Onun için onlar, icâdı istenilen cemâatin nevi için bir vasıf olurlar. Ayette, Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker’in cemâate hasrına delâlet eden hiçbir şey mevcût değildir. 

Bu bir açıdandır. Diğer bir açıdan ise, bu ayet Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker amelleri arasında bir cemâate dayandırılanların olduğuna delâlet eder. Yani marûflar arasında bunları emretmek bir cemâate elzem olanlar vardır, münkerler arasında da bunlardan nehyetmek bir cemâate elzem olanlar vardır. Bu, Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker’in hepsinin cemâate tahsis edilmesi demek değildir.

İkincisi: Güç yetirmek ile farz arasını bağlama kötülüğü. Çünkü Müslümanlar içerisinde Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker güç yetirmeye dayandırılmıştır, maddî ve fikrî güç yetirmek, hepsinde değil bazı insanlarda yani genelinde değil belli insanlarda tahakkuk eder, bunun için farz, kifâyet üzeredir, diyenler vardır.  

Bu söze cevap iki şekilde olur: 

Birincisi: SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu sözüdür: 

إن الله لا يعذب العامة بعمل الخاصة حتى تعمل الخاصة بعمل تقدر العامة أن تغيره ولا تغيره فذاك حين يأذن الله في هلاك العامة والخاصة

“Muhakkak ki Allah, özel, genelin değiştirmeye muktedir olup da değiştirmediği bir ameli işlemedikçe, özelin ameli sebebiyle genele azap etmez. Bu da Allah’ın genel ve özelin helâk olmasına izin verdiğinde olur.” (et-Tabarânî) Bunda, talebin sadece özele yani âlimler ve yöneticilere yönelik değil genele yönelik olduğuna bir delil vardır. Çünkü hadisteki genel lafzı, hem âlimleri hem de insanların genelini kapsar. Artık bundan sonra hala farz belli kişilere hasredildi demek nasıl olabilir? 

İkincisi: Güç yetirmenin tahakkuk etmemesi, hükmü ilga eder, düşürür. Sabit olduğu zaman hükmün nevini ilga etmez. Farz, farz-ı ayn olduğunda, bazılarının onu yapmaya güç yetirememeleri sebebiyle onu farz-ı kifâye kılamayız. Mesele onların iddia ettikleri gibi olmuş olsaydı, güç yetiremeyen kimsenin varlığının devamına binaen farzlar kifâyet üzere olurlardı. Buna misaller arasında Allahu Teâlâ’nın şu sözüdür: 

وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً

“Oraya yol bulan kimselerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” (Âl-i İmran 97) Şöyle ki Allah Subhanehu evi haccetmeyi, güç yetirenler üzerine kıldı. Âlimler güç yetirmek manasının tahkikinde ihtilâf ettiler. Ama güç yetiremeyenden haccın düşeceği üzerinde ittifak ettiler. Onlardan biri güç yetirememekten ötürü hacc farz-ı kifâyedir diyebilir mi?

Buna ek olarak güç yetirmek, genel olarak teklifin dayanağıdır. Hükümlerden bir hükme tahsis edilmez. Güç yetirmek, aynî olsun kifâî olsun bütün vâciblerde matlûptur. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: 

فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ

“Gücünüz yettiğince Allah’tan ittika edin.” (et-Tegâbun 16) Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurdu: 

وإذا أمرتكم بأمر فأتوا منه ما استطعتم

“Size bir hususu emrettiğimde, ondan gücünüz yettiğince yerine getirin” (Muttefikun Aleyh) Cerîr’den şöyle dediği rivâyet edildi: 

بايعت النبي صلى الله عليه وسلم على السمع والطاعة - فلقنني - فيما استطعت

“Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e işitmek ve itâat etmek üzere bey’at ettim. –Bana şunu telkin etti- gücün yettiğince.” (Muslim)

Üçüncüsü: İnsanlardan kimileri de hâl vakıası farzın kifâyet üzere olduğunu ispat eder derler. İnsanlardan bir cemâat, herhangi bir münkere şahit olsa ve onlardan bir fert, onu izâle etse, diğerlerinden hüküm düşer. Bunun örneği, yol kenarında içki içen bir adamdır. Bu adama insanlardan bir cemâat uğrasa ve içki içme sadedindeyken yani münkeri işleme sadedindeyken ona şahit olsalar, o topluluk içerisinden fertlerin biri atılıp içki şişesini kırarak adamı içmekten alıkoysa, bununla münkeri izâle etmiş olur. Münkerin izâle zahmeti diğerlerine kâfidir. 

Buna iki yönden cevap verilir: 

Birincisi: Aynîlik veya kifâîlik açısından farzdaki araştırma başlangıçta onun teşrîisine mütealliktir. Yani Şâri onu bizatihi her fertten mi talep etti yoksa cemâatten mi talep etti? Zikredilen bu misâl, vakıasallığına rağmen onun teşrîi ile hiçbir alakası yoktur. Çünkü farzın aynîlik veya kifâîlik istinbatı, bazılarının davranış misalinden değil, teşrîi mahallindeki şer’î delilden olur. 

İkincisi: Bu vakıayı tetkik eden kimse onunla aynîlik ve kifâîlik vakıası arasında herhangi bir tearuz görmez. Çünkü bir cemâat Münkeri gördüğünde, onların hepsine onu değiştirmek ve inkâr etmek elzem olur. Eğer onu inkâra hepsi niyetlenirse, ancak içlerinden biri erken davranıp onu izâle ederse, görevlerini ifâ etmiş olurlar. Onlardan şu iki hususa ilişkin teklif düşmüş olur: Değiştirme niyetleri, ona azmetmeleri ve münkerin zatının ortadan kaldırılması. Diğerleri münkerin izâlesine niyet etmeksizin veya ona azmetmeksizin onlardan biri münkeri izâle ederse, durumlarına bakılır. Onlar korkudan dolayı ve güç yetirememek zannı galibine binaen mi geri durdular yoksa bundan başka bir şey için mi geri durdular? Eğer değiştirmek irâdesi olmaksızın geri durmuşlarsa, ihtilafsız günahkâr olurlar. Eğer güç yetirememek zannı galibine binaen geri durmuşlarsa, hâlbuki bu amelî olarak cemâatten uzaktır, ihtilafsız mazur olurlar. Çünkü güç yetirmek, bir şarttır. 

Bunun içindir ki Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker, herkesin onu yapmaya güç yetiremediğinden veya vakıasal olmadığından dolayı farz-ı kifâyedir denmez. Bilakis o, farz-ı ayndır, tam güç yetirildiğinde kâmilen, gücün eksikliğinde ise eksik ifâ edilen ve güç yok olduğunda mükelleften sâkıt olan herhangi diğer bir farzın ifâ edildiği gibi o da ifâ edilir. Emr-i Bi’l Marûf, Nehy-i Ani’l Münker fâaliyeti, ancak farz, aynî olmadıkça, onu emredenler, nehyedenler çoğalmadıkça, toplum üzerinden onu nehyetmek ve izâle etmek için her münkeri gözetleyen eşsiz gözler taaddüt etmedikçe amelî olarak tasavvur edilemez dediğimizde herhalde doğrudan uzaklaşmış olmayız.



Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz