Ilımlı İslâm’dan Devlet İslâm’ına!
İslâm Hilâfet Devlet’i
ilga edilip İslâm coğrafyası parçalara bölündükten sonra Türkiye’de Cumhuriyet
rejimi Müslümanlara savaş başlatıp ceberutça düşmanlık etmiştir. Dilinden
yazısına, kıyafetinden sarığına, camisinden ezanına ve kültüründen hadaratına
kadar bu düşmanlık kendini göstermiştir. İslâm’ı anlama konusunda zaten zafiyet
yaşayan Müslümanlar ise bu durum karşısında bu yeni laik rejime kıyam
edecekleri yerde samanlıklarda Kur’an okumaya, gizli sohbetler yapmaya başlamış
ve üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi üzerlerine küfür hükümleri uygulanmasına
rıza göstermişlerdir. Her ne kadar bu rıza içtenlikle olmasa da rejime karşı
kalbî olarak buğz etmekten öteye bir şey yapmamışlardır.
Bugün geldiğimiz noktada
bazı Müslümanlar mevcut rejime karşı yapılan eleştirilere büyüklerimizin
samanlıklarda Kur’an okuduklarını hatırlatarak ölümü görüp sıtmaya razı
edilişlerini ifade ediyorlar aslında. Sanki dinimizi hayattan ayıran,
kitabımızı okumayı-okutmayı yasaklayan ve ezanlarımızı susturmaya çalışan bu
rejime karşı yapılması gereken buymuş gibi, sanki bir Avrupa ülkesinde
azınlıkmışız gibi, sanki aslan olduğunu unutan ve kendini kuzu sanan biri gibi…
Hâlbuki İslâm düşmanı bu
laik rejime kıyam etmek ya da Şeyh Sait kıyamı gibi diğer İslâmî kıyamlara
destek olmak gibi şerefli ve İslâmî bir tavır vardı. Zira Kitabımız
yasaklanınca yapılması gereken samanlıklarda Kur’an okumak değil halkının %97’si
Müslüman olan bu ülkede bu cüreti kendinde bulanlara haddini bildirmekti. Ezanı
yasaklayıp Türkçeleştirenlere sükût etmek değil hep bir ağızdan ezan ve
tekbirlerle geri adım attırmaktır. Bunun gibi daha türlü münkerlerin kaynağı
olan meclisin yerle bir edilip egemenliğin tekrar İslâm Şeriatına verilmesi
gerekirdi.
Öyleyse nasıl önceki
neslin bu vahim tavrı günümüz ılımlılaştırılmış küfür düzenine rıza göstermeye
gerekçe gösterilebilir? Laik rejimin bazı şekilsel olmaktan öte bir anlamı
olmayan İslâmî uygulamaları nasıl kabullenilebilir? Hep arkasına sığınılan
ehven-i şer mi, yoksa İslâm’da aslı olmayan ‘zaruretler haramları mubah kılar’
kaidesi mi? Aslında cevabı belli, ölümü görüp sıtmaya razı olmak. Ancak
bilinmesi gereken şu ki, mevcut rejimin derdi de zaten öldürmek değil
süründürmek. Zira laiklik rejimine göre ne başörtüsü, ne Arapça ezan ve ne de
bunun gibi kişisel İslâm’a bağlılıklar kendi felsefesine ters değildir. Bilakis
dini bireysel olarak yaşadıktan sonra inanan bir kimse ile ateist bir kimse
arasında demokratik rejime göre hiç bir fark yoktur. Çünkü laikliğin amacı dini
kalplerden, özel ve ferdî hayattan koparıp atmak değil, sosyal hayat denilen
insanlar arası ilişkilerden, yani toplumsal düzenden koparıp atmaktır. Anlamı
da budur zaten, din ve devlet işlerini dolayısıyla din ve hayat işlerini
ayırmak.
AK Parti iktidarının on üç
yıl boyunca yaptıkları esasen eksik ve yanlış alınan laiklik esaslı Demokratik
Cumhuriyet rejimini tam manasıyla almak ve getirmektir. Belki bunu yaparken
Müslüman halkın demokrasinin “nimetlerinden!” istifade etmesini istemiş
olabilirler ancak bu durum Müslümanların ağzına bir parmak bal sürmekten başka
bir anlam ifade etmez. Çünkü Müslüman olmak, çünkü Kitabımız Kur’an-ı Kerim,
çünkü Sünnet-i Seniyye, çünkü İslâm hayatın her alanında İslâm’ı hakim kılmayı
gerektiriyor. Bunun delillerini, gerekliliklerini ve tarihteki örneklerini daha
önce birçok kez çeşitli vesilelerle İslâm Ümmeti’ne ulaştırdık. Ancak Ümmetin
kara günü olan bir 3 Mart tarihini daha Halifesiz, devletsiz ve korumasız
geçirmiş olmamız ve yeni bazı gelişmeler bu konuda yeni şeyler söylememizi gerektiriyor.
Bu gelişmelere kısaca bir
göz attığımızda başkanlık sistemi tartışmaları ilk sırada gelirken AK Parti
iktidarının daha önce yaptığı başörtü yasağının kaldırılması, imam-hatip
liselerindeki kat sayı uygulamalarının iptal edilmesi, okullarda Kur’an ve
Siret-i Muhammed’in SallAllahu Aleyhi ve
Sellem seçmeli ders olarak okutulması, alkol alma saatlerinin ve yerlerinin
kısıtlanması ve Osmanlıca okutulması gibi bazı hususlar gelmektedir. Bu
uygulamalardan başkanlık sistemi, katsayının kaldırılması ve alkol alma
düzenlemelerinin İslâm ile hiç alakası yokken diğer uygulamalar İslâm’da
bulunan ancak günümüz hayatına İslâm’dan değil laiklik esasından çıkartılıp
sokulan uygulamalardır. Dikkat edilirse AK Parti iktidarına izafe edilen İslâmî
konular istisnasız özel ve ferdî hayatla alakalı şeyler olduğu anlaşılır.
Demokrasiye göre dini bireysel olarak yaşamakta hiçbir sakınca olmadığına,
hatta buna bir özgürlük olarak baktığına göre bu uygulamalar devletin İslâmîleştiğini
göstermez.
AK Parti iktidarının bazı “İslâmî”
uygulamalarına şimdiye kadar sözümüze kulak veren değerli kardeşlerimize şahsen
benim verdiğim cevaplar yukarıda özetlediğim çerçevedeydi. Ancak AK Parti’nin
şimdilerde İslâmî motifleri daha çok işlemesi, eyleme varan bazı İslâmî
söylemleri çoğaltması ve gündemin tartışılan konusu olan başkanlık sistemini
resmen istemesi bazıları için sözümüzün boşa çıktığı anlamına geliyor. Bende
sözümüze itimat edenlerin itminanı artırmak ve aklında halen AK Parti’nin İslâmcı
olabileceği konusunda “acabaları” olanlar için yeni şeyler söylemek istedim.
Evet, şimdi AK Parti’nin daha fazla İslâmî rüzgâr estirmesini nereye
bağlayacağız?
19. yüzyılın başında
Kapitalist ideolojinin fesadı yaygınlaşıp mutlu azınlığa hizmet ettiği ortaya
çıkınca temelleri daha önceleri atılan Komünist ideoloji bu duruma bir tepki
olarak daha çok savunulmaya başlanmış ve nihayetinde 1917’de ete, kemiğe
bürünerek varlık sahnesine çıkmıştı. Kapitalist ideolojinin kutsadığı ferdî
mülkiyete karşılık onu yasaklayıp devlet mülkiyetini savunuyor, özgürlükler
fikrine karşılık eşitlik ilkesini savunuyor ve kapitalist ideolojiye alternatif
bir ideoloji olduğunu öne sürüyordu. Komünist ideolojinin ferdî mülkiyeti
yasaklayıp herkesi devlete çalıştırması ve yeme-içme ve barınma gibi temel
ihtiyaçları, sağlık, emniyet ve eğitim gibi diğer ihtiyaçları ücretsiz
sağlaması Kapitalizmin yükü altında ezilen insanlara hoş geliyordu.
Böylece Komünizm hızla
yayılıp neredeyse dünyanın her yerinde Komünist partiler ve örgütlenmeler
oluşmuş ve bulundukları ülkelerde Komünizmin propagandasını yapmaya
başlamıştır. Bu propaganda özellikle işçiler üzerinde etki sağlamış ve
sendikalaşmalar çoğalmıştır. Bu durum Kapitalist ideolojiyi uygulayan devletler
için açık bir tehdit ve tehlike oluşturuyordu. 1974 yılında yazdığı “Sosyalist
ve Radikal Sol Doktrinler Komünizm, Strateji ve Taktikleri” adlı kitabında A.
Visâli Günaydın bu durumu kitabın takdiminde şöyle anlatıyor; “Hür dünya devletlerini ve memleketimizi
tehdit eder büyüklükte; ekonomik, felsefî, sosyal, psikolojik, tarihi ve kısaca
ilmî bir konu… Komünizmin ne olduğu, beynelmilel komünizmin çeşitli konulardaki
stratejik ve taktik uygulamalarını sonuçlara vararak inceleyen naçiz eserim;
Yurdumun ve hür dünyanın bu afetten masun kalabilmesine katkıda bulunabilir…” Bunun
içindir ki kapitalist devletler komünist ideoloji ile sert bir şekilde mücadele
ettiği gibi sosyal devlet fikrini daha çok ön plana çıkartmaya ve halklara
sosyal hizmetleri daha fazla sunmaya başlamıştır. Türkiye, Tunus, Mısır ve Hollanda
gibi ülkelerin yaptığı bu uygulamalar devlet sosyalizmi olarak
adlandırılmaktadır. Yani bu devletler sosyalizmden korunmak için biraz
sosyalizm uygulamışlardır. Aynı kitabın sonuç bölümünde Günaydın bu gerekliliğe
şöyle işaret ediyor; “Hür bir millet ve
memleket için ne denli büyük tehlike olduğunu belirtmeye çalıştığımız
beynelmilel komünizme karşı ilmi, metotlu olarak yürütülecek karşıt propaganda
ve slogan çalışmalarına paralel olarak; sosyal adaletsizliğin giderilmesini
hedef alacak sosyo-ekonomik radikal tedbirlere süratle gidilmesinde zaruret
vardır. Zira; komünizm, sosyal adaletin gerçekleşmediği ortamda hızla gelişme
imkanı bulur.”
Yukarıda alıntılar
yaptığım bu kitap sıradan ilmî bir kitap olmadığı gibi bir yazarın maişetini
temin etmek kastıyla satılmak üzere yazılmış bir kitap da değildir. Bilakis
1974 yılında ilk baskısı yapılan bu kitap bir devlet politikası olması için
dönemin Cumhurbaşkanına, Kara Kuvvetleri Komutanına ve Deniz Kuvvetleri
Komutanı olmak üzere çeşitli devlet kurumlarına gönderilip bu kurumlardan, yani
devletten onay aldıktan sonra basım, yayım ve dağıtımına bizzat devlet desteği
ile geçilmiştir. Hatta bu kitap Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye
Dairesinin 6 Şubat 1975 gün ve 660/01608 sayılı kararıyla öğretmen ve öğrencilere
tavsiye edilmiştir. Ayrıca dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Eşref
Akıncı, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Hilmi Fırat ve dönemin Cumhurbaşkanı
Fahri Korutürk tarafından kitabın yazarı A. Visali Günaydın takdir ve teşekkür
almıştır.
Buraya almayı gerekli
görmediğim çeşitli devlet büyüklerinin yazara verdiği cevaplardan ve yetmişli
yıllardan itibaren Komünizme karşı uygulanan sosyo-ekonomik politikalardan
Türkiye’nin devlet sosyalizmi uyguladığı açıkça anlaşılmaktadır. Yani Türkiye
sosyalizme karşı devlet sosyalizmi uygulamıştır.
Bu durumun konumuzla
alakasına gelince; günümüzde Türkiye dâhil bazı devletlerin diktaca uygulanan
Cumhuriyet rejiminden ılımlılaşmaya ve hatta İslâmlaşmaya gidilmesidir.
Özellikle Arap baharıyla ön plana çıkan Müslümanların İslâm Devleti istek ve
talebi demokratik rejimler için açık bir tehdit haline gelmiştir. Daha önceleri
bu tehdit baskı ve sindirme yöntemleriyle giderilmeye çalışıldıysa da Hilâfet
fikrini engelleyememiş, bilakis Hilâfet halkların talebi haline gelmiştir.
İslâm ile bu mücadele
esasen komünizm tehdidinden sonra ABD’nin başlattığı ve terörle mücadele
kılıfıyla yürüttüğü mücadelenin bir uzantısıdır. Batı’nın da desteklediği
ABD’nin İslâm ile mücadelesi esasen İslâm’ı yok edemeyeceğini bildiğinden O’nu
saptırma ve içini boşaltmaya dayanan ılımlı İslâm projesidir. Saptırıp asimile
edemediği İslâmî grupları ise terörist olarak niteleyip şiddet kullanarak onlarla
mücadele etmektedir. Dolayısıyla ABD’nin İslâm ile mücadelesi iki şıktan
oluşmaktadır. Birincisi, ılımlı İslâm projesi ve ikincisi de terörle mücadele.
Ilımlı İslâm projesi bir
takım cemaat ve STK’lar ile yürütülürken Türkiye’de ılımlı İslâmcıları iktidara
taşıdığından artık bu bir devlet politikası haline gelmiş ve özellikle
Türkiye’de Gülen hareketi tasfiye edilmeye başlanmasıyla birlikte bu proje
tamamen devlet eline kalmıştır. Cemaatin tasfiye edilmesi ABD’nin ılımlı İslâm
projesinden vazgeçtiğini değil devlet eliyle yürütmek istediğini gösterir.
Müslümanların İslâm Devleti talebi bu projenin cemaat ya da vakıf-dernek eliyle
değil devlet eliyle yürütülmesini gerektiriyor ki devlet İslâmîleşiyor algısı
oluşturup bu tehlike bertaraf edilsin. İşte bu yeni yöntem ılımlı İslâm’dan
devlet İslâmı’na geçiş anlamına geliyor. Arasında hiçbir fark olmasa da
bu yeni kavramın Hilâfet tehlikesine karşı daha etkili olması bekleniyor.
Sosyalizm tehdidinden korunmak için uygulanan devlet sosyalizmi ile bugünkü
durumun hiçbir farkı yoktur, ılımlı İslâm’dan devlet İslâm’ına…
Velhasıl devletin daha çok
İslâmî eylemler gerçekleştirmesi bu amaç ve plan gereğidir. Zira biliyorlar ki
Müslüman halkın taleplerine duyarsız kalmak bu taleplerin kısa vadede
gerçekleşmesine sebep olur. İslâm ümmetinin bağrında İslâm Devleti fikri hiçbir
zaman sönmemiş bilakis güçlenerek ve çoğalarak dışa vurulmaya başlanmıştır.
Artık İslâm ümmeti Hilâfet’in bir hayal olduğu yalanına kanmamakta ve el
birliği ile bu hedefe doğru ilerlemektedir. Batı ve Batı’nın eteğine yapışan
Müslümanların yöneticileri bu açık tehdit karşısında yeni fikirler icat etmenin
gayretindedirler. İşte Türkiye devletinin son yıllardaki bütün tutum ve
icraatları bu tehdidi bertaraf etmek içindir.
Peki, Müslümanların devlet
İslâm’ına karşı tutumu ne olmalıdır? Açıkça bilinmelidir ki İslâm İslâm’ın
devlete boyun büktürülmesini asla kabul etmez. Bilakis devlet İslâm’a boyun
bükmeli ve devlet İslâm’ı yerine İslâm Devleti olmalıdır. Müslümanların iktidar
olması değil İslâm’ın iktidar olması, devletin İslâm’ı kontrol etmesi değil İslâm’ın
devleti kontrol etmesi ve her şeyin İslâm’a boyun bükmesi gerektiği gibi
devletin de İslâm’a boyun bükmesi gerekir. Bundan başka bir şeye razı olmak
Müslüman için caiz değildir. Bizlere de düşen Hilâfet hakkında kamuoyu
oluşturmakla iktifa etmeyip Hilâfet’in metodu, dinamikleri ve keyfiyeti gibi
detay ve ayrıntılarında da kamuoyu oluşturmaktır. Bu da bu detay konularda
uzmanlaşmayı ve İslâm’da yönetim nizamını kuşatmayı gerektirir ki Hilâfet
hakkındaki kamuoyu mücerret bir kamuoyu olmaktan çıkıp uyanıklığa dayalı bir
somut kamuoyu haline gelsin. Kimse Müslümanların devrimlerini çalamasın, duygu
ve fikirlerini farklı yönlere kanalize edemesin ve saptırıp, aldatamasın…
Son söz olarak bütün Müslümanlara Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın hidayet ve furkan olarak gönderdiği Kitap’tan şu ayet-i celile’yi tefekkür etmelerini tavsiye ederim;
“Aldatıcılar sizi Allah ile aldatmasın.”[1]
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış