2010 yılında
başlayan ve “Arap Baharı” diye adlandırılan Müslüman halk hareketlerinin
oluşturduğu yeni siyasi denklem hâlâ etkisini sürdürüyor. Kuzey Afrika ve
Ortadoğu başta olmak üzere İslâm coğrafyasında Batı kuklası diktatör rejimlere
karşı başlayan ayaklanmalar sömürgeci devletlerin kartları yeniden karmasına
neden oldu. Arap baharı, İslâm ümmetinin sömürgeci kâfirler ve onların
işbirlikçi ajanlarının baskı ve zulümleri nedeniyle bir türlü ortaya koyamadığı
gücünün farkına varması ve geleceğini tayin etme konusunda söz sahibi olduğunu
göstermesi açısından çok önemlidir.
Bu öneme binaen
sömürgeci devletler kendi nüfuzlarını korumak ve ayaklanmaların İslâmi bir
fikir ve siyasi uyanıklığa sahip bir liderliğin etrafında birleşmesinin önüne
geçmek için çeşitli üsluplar icra ederek durumu kontrol altına almaya
çalıştılar. Ne yazık ki Müslümanlara öncülük eden kimi basiretiz, kimi hain
kişi ve grupların saptırması sayesinde de başarılı oldular. Bazen Tunus’ta
olduğu gibi hızlı bir şeklide kuklaların değiştirilmesi ile devrim ateşi
söndürüldü, bazen de Mısır’da olduğu gibi uzun soluklu planlarla önce
diktatörün indirilmesi, sonra da Müslümanları demokratik iktidar tuzağına
çekerek darbe yapmak suretiyle rejimler korundu. Sömürgeci kâfirlerin bu
gayretleri domino etkisi şeklinde seyreden ayaklanmaların güçlü olduğu bazı
beldelerde dosyaların (şimdilik) kapatılmasıyla neticelendi. Ancak Libya ve
Suriye’de kriz hâlâ devam ediyor.
Biz bu makalemizde
Libya ve Suriye’de son durumun nereye gittiğini ele alacağız.
LİBYA
Arap baharının
Libya’ya sıçramasından sonra muhaliflerden oluşan Geçici Ulusal Konsey NATO’nun
yardımıyla Kaddafi’yi öldürüp Kaddafi taraftarlarına galip geldi ve Libya’nın
tamamında kontrolü ele alıp yönetimi Genel Ulusal Kongre’ye devretti. İşte
bundan sonra Libya’da siyasi bir belirsizlik ortamı oluştu. Ülkenin sahip
olduğu zengin yeraltı kaynakları Kaddafi sonrası oluşan boşluğu doldurmak için
sömürgeci kâfirleri harekete geçirdi. Libya, Avrupa ve Amerika’nın çatışma
sahası hâline geldi. Kaddafi’nin İngilizlerin adamı olması sebebiyle Libya’daki
mevcut siyasi ortamın İngilizlerin kontrolü altında olduğu bilen Amerika,
ortaya konan siyasi çözümleri baltalamak için birçok plan tertip etti. Zira
ülkede hâlihazırda oluşturulacak siyasi istikrar İngilizlerin ülkede yeniden
kontrolü ele alması anlamına gelmekteydi. Bu sebeple Amerika, 2011 yılına kadar
hiçbir nüfuzu olmadığı Libya’da krizi fırsat bilerek Halife Hafter’i sahaya
sürdü. Hafter’in biyografisi incelendiğinde onun Amerikan yanlısı bir subay
olduğu kolayca görülür. Hafter, 1987 yılında Libya-Çad savaşında esir düşmüşken
Amerika onu kurtarıp siyasi sığınma hakkı verdi. 20 yılını Virginia’da Amerika’nın
gözetiminde geçiren Hafter 17 Şubat 2011 devriminden sonra Libya’ya geri döndü.
Devrimde özellikle Bingazi şehrinde önemli rol oynadı. 2011 yılı sonunda Libya’daki
yeni askerî komutanlar, Hafter’in eski rejim ordusunun halefi olarak kurulan
Ulusal Ordu’nun yeni genelkurmay başkanı olarak seçilmesini kabul ettiler. 14
Şubat 2014’de harekete geçen Hafter, kendisine bağlı güçlerin Libya’daki askerî
ve stratejik yerleri ele geçirdiğini, Ulusal Kongre (parlamento) çalışmalarını
askıya aldığını açıkladı. Böylece Libya’da Avrupa tarafından desteklenen
Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Amerika tarafından desteklenen
Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi’nin olduğu iki hükümetli bir yapı ortaya
çıktı. Bu arada DEAŞ örgütüne bağlı gruplar, Libya’da yönetim boşluğundan
faydalanarak güç kazanmaya başladı. DEAŞ’a bağlı milisler, liman kenti Derna ve
Kaddafi’nin memleketi Sirte’yi ele geçirdi. Bu durum, “terörle mücadele ettiği”
gerekçesiyle Amerika’nın Hafter’in askerî operasyonlarını desteklemesi için bir
bahane oldu. İngiltere ve Avrupa’nın girişimleriyle BM öncülüğünde 2015 yılında
Fas’ın Suheyrat kentinde iki tarafın temsil edildiği bir anlaşma imzalansa da
yeni hükümette görev alacak kimseler konusundaki anlaşmazlık nedeniyle Hafter
anlaşmaya uymadı. Zira anlaşmaya göre silahlı güçlerin tümüyle İngiliz destekli
Başkanlık Konseyi’nin emrine girmesi gerekiyordu.
Amerika’nın Libya’daki
Hedefleri
Kuşkusuz bu konuda
birinci unsur Libya’nın zengin petrol ve yeraltı kaynaklarıdır. Libya, Afrika’nın
en büyük petrol rezervine sahip olan ve gelirinin %90’ını petrolden elde eden
bir ülkedir. Ayrıca Libya petrolü dünyanın en kaliteli ve kolay işlenen
petrolleri arasındadır. Bu durumun sömürgeci Amerika’nın iştahını daha da
kabarttığını söylemek yanlış olmaz. Diğer bir hedef ise çoğunlukla Fransa ve
İngiltere’nin sömürüsü altında bulunan Afrika kıtasına nüfuz etme isteğidir.
Amerika eğer Libya’da söz sahibi olabilirse Tunus ve Cezayir gibi İngiltere
güdümündeki, Çad ve Nijer gibi Fransa güdümündeki ülkeleri rahatsız edecektir.
Nitekim Hafter’in Trablus’a saldırı girişimlerinin Cezayir’in iç karışıklıklarla
boğuştuğu bir döneme denk gelmesi dikkat çekicidir. Zira Amerika ve Hafter,
Cezayir’in Libya’ya askerî müdahalede bulunmasından kaygı duyduğunu birçok kez
dile getirdi. Ayrıca Hafter, Libya’nın güneyine yaptığı operasyonlarla tıpkı
ülkenin doğusundaki petrol hilali bölgesini ele geçirdiği gibi oradaki petrol
sahalarını da kontrol altına aldı. Hafter bu operasyonlar ile güneydeki
paramiliter grupları Çad’a doğru süpürerek Fransa’nın Çad’daki nüfuzunu
rahatsız etmeye ve Afrika’dan gelen göçü engellemek için Libya’nın güneyine üs
kurmak isteyen Avrupa’ya baş ağrısı olmaya devam ediyor. Dolayısıyla Amerika,
2011 yılına kadar hiçbir nüfuzu olmadığı Libya’da askerî saldırılar ile Avrupa’yı
kovmayı veyahut en azından Libya’yı sömürme konusunda Avrupa’ya ortak olmak
istiyor. Mısır’daki darbeci Sisi rejimi Hafter’e yaptığı askerî yardımlar ile
Amerika’nın bölgedeki en büyük destekçisi konumundadır.
Türkiye ve Rusya’nın
Libya’ya Sokulması
Arap Baharı Libya’ya
ulaştığında o zaman başbakan olan Cumhurbaşkanı Erdoğan “NATO’nun Libya’da
ne işi var?” demişti. Ancak yaklaşık bir ay sonra işgalci NATO’nun Libya
krizi için faaliyet gösteren Akdeniz’deki deniz misyonuna beş gemi ve bir
denizaltı gönderdi. Sadece bu çelişki bile Türkiye’nin ilkeli bir duruşa sahip
olmadığını, sömürgeci kâfirlerin planları doğrultusunda hareket ettiğini
gösterir.
27 Kasım 2019’da
ise Türkiye ile Libya Hükümeti arasında Güvenlik ve Askerî İşbirliği ile
iki ülkenin uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarının muhafazasını
hedefleyen Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat
Muhtırası imzalandı. Gazetecilere açıklamalarda bulunan Erdoğan, “Aynı
şekilde Libya’da Mısır’ın ne işi var? Libya’da Abu Dabi yönetiminin ne işi var?”
dedi. Rusya’nın rolü ile ilgili olarak Erdoğan, “Libya’da, Wagner
denilen kuruluş vasıtasıyla bunlar adeta Hafter’in paralı askerleri olarak onun
yanında görev yapıyorlar. Parasını kimler veriyor malum. Böyle bir durum söz
konusu ve bütün bunlar karşısında tabii ki bizim seyirci kalmamız doğru değil.
Biz de elimizden geleni şu ana kadar yaptık ve yapmaya da devam edeceğiz.”[1]
ifadelerini kullandı. Bu anlaşma daha sonra BM tarafından tescil edildi.
Türkiye bu anlaşmayı Libya’da barışın tesis edilmesi ve Doğu Akdeniz’deki
petrol arama faaliyetlerinin bir gerekçesi olarak yansıttı.
Oysa dikkat ve
basiret ile incelendiğinde görülecektir ki, bu anlaşma Amerika’nın
telkinleriyle olmuştur. Zira o sıralarda Avrupa, çatışmaları durdurmak ve “siyasi
çözüm” adı altında Libya’daki nüfuzunu korumak için Berlin Konferansı’nı
gerçekleştirmeye çalışıyordu. Amerika, Berlin sürecini baltalamak için tıpkı
Suriye’de yaptığı gibi Rusya ve Türkiye’yi Libya sahasına soktu. Böylece Avrupa’nın
çabalarını felce uğratacak şekilde Libya ile ilgili bölgesel ve uluslararası
kartlar yeniden karıldı. Dolayısıyla Rusya ve Türkiye’nin Libya sahasına
girişi, daha düzenlenmemiş olan konferansı etkiledi. Nihayetinde konferans
olumlu bir netice vermeden sona erdi. Amerika, Rusya ve Türkiye’nin askerî
müdahalesi ile Libya sahasını Rusya ile Türkiye arasında gelgit alanına
dönüştürmeyi istedi. Erdoğan, açıklamalarında Rusya’nın Libya’daki askerî
varlığını hedef aldı. Rusya ise Türkiye’nin askerî müdahalesinden duyduğu
rahatsızlığı dile getirdi. Ardından bu açıklamaları başka açıklamalar izledi.
Türkiye ve Rusya, Libya konusunda yaptıkları anlaşmalar hakkında karşılıklı
açıklamalar yaptılar. Bu olay Suriye’de sözde karşıt bir tavır takınıp perde
arkasında hatta bazen açık açık işbirliği yapan Türkiye-Rusya entrikalarına çok
benziyor. Ayrıca Türkiye’nin para ve askerî yardım ile aldatıp kontrolü altına
aldığı Suriyeli muhalifleri Libya’ya götürmesi Serrac hükümetine olan desteğin
gerçekçi değil aldatmak ve zayıflatmak için olduğunun kanıtıdır. Tıpkı Suriyeli
muhalifleri aldatarak Amerikan uşağı Esed rejimini tahkim etmesi gibi.
Dolayısıyla Türkiye ve Rusya’nın Libya’da Amerikan nüfuzuna hizmet etmek
dışında bir rolleri yoktur. Belki savaş sonrası Libya’nın yeniden inşa
edilmesinde ticari birtakım kazanımlar elde edebilirler.
Avrupa’nın Tutumu
ve Son Durum
Avrupa özellikle de
İngiltere, Libya’da ayaklanmanın başlamasından itibaren işleri sıkı tutmaya
özen gösterdi. Amerika’nın Hafter üzerinden yaptığı saldırılara karşı savunma
pozisyonunda kalarak siyasi çözümü önceledi. Çünkü Libya’daki siyasi ortam
geçmişten gelen güçlü bağlar ile Avrupa yanlısı olduğundan siyasi çözüm tesis
edildiğinde Avrupa Libya’da hâkim güç olmaya devam edecek, Amerika’nın emelleri
ise boşa gidecektir. Bu sebeple Avrupa, 17 Aralık 2015’te Libya Siyasi
Anlaşması, 25 Temmuz 2017 Paris Banliyö Toplantısı, 29 Mayıs 2018 Paris
Konferansı, 12-13 Kasım Palermo Konferansı, 27 Şubat 2019 Abu Dabi Toplantısı,
14 Nisan 2019 Gadamis Konferansı, 13 Ocak 2020 Moskova Toplantısı, 19 Ocak 2020
Berlin Konferansı, Şubat 2020 Cenevre 5+5 Askerî Komite Toplantıları olmak üzere
9 adet siyasi çözüm girişiminde bulundu. Fakat bu girişimler Amerika’nın
çıkarına olmadığı için Hafter tarafından reddedilip akamete uğratıldı. Avrupa
ayrıca Türkiye’nin Serrac’a yönelik aldatıcı desteğini kabul ederek Amerika’nın
Hafter saldırıları aracılığıyla Avrupa üzerinde kurduğu baskıyı hafifletmeyi
düşündü. Diğer yandan Fransa’nın Hafter’in yanında yer alan pozisyonuyla
Amerika’ya yönelik öfkesini gösterdi. Zira Türkiye’nin küresel bir aktörmüş
gibi Afrika bölgesinde Avrupa’ya zarar vermek için Amerika tarafından sahaya
sürülmesi, Avrupa tarafından aşağılanma olarak kabul edildi. Kâfir Fransa’nın
Türkiye’ye karşı sert tutumunun nedeni bu öfke olmakla birlikte Osmanlı’dan
kalan kuyruk acısının yeniden hissedilmesidir de. İşte Amerika ile Avrupa’nın
ve onlara destek veren yerel ve bölgesel aktörlerin Libya sahasındaki
pozisyonları uzun süredir “bir çatışma, bir müzakere” şeklinde seyredip
gitmektedir.
Son durumun nereye
gittiğine gelince; 23 Ekim 2020’de Libyalı taraflar Cenevre’de kalıcı bir ateşkes
anlaşması imzaladılar. Aynı saatlerde Trablus’taki (batıda) Mitiga Uluslararası
Havalimanı’ndan Bingazi’deki (doğuda) Benine Uluslararası Havalimanı’na ilk
ticari uçuş gerçekleşti. Anlaşmaya göre UMH hükümetine bağlı askerî güçlerle
Hafter kuvvetlerinin kışlalarına geri dönmesi ve tüm paralı askerlerin üç ay
içinde ülkeyi terk etmesi kararlaştırıldı. Anlaşma ile ilgili Avrupa Birliği
memnuniyet açıklaması yaparken Amerika tarafından net bir açıklama yapılmadı.
Ancak Amerika yörüngesinde hareket eden Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkeler
anlaşmaya destek açıklaması yaptılar. Hafter’e bağlı Libya Ulusal Ordusu Genel
Komutanlığı heyeti başkanı Tümgeneral Muhammed el-Amimi ise yaptığı açıklamada “Başardıklarımızdan
memnunuz ve bu görüşmelerle tüm Libyalıların arzuladıkları şeyi, barış ruhunu
yayarak başardık. Üzerinde uzlaşı sağlanan koşulların uygulanmasına da destek
olacağız.”[2]
dedi.
Bu da gösteriyor
ki, Amerika gelinen noktayı başarı olarak gördüğü için müzakereleri kabul etti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise “Ateşkes anlaşması, en üst düzeyde bir ateşkes
değil. Bunun kalıcılığı ne kadar olur, zaman gösterecek”[3]
diyerek çatışma ihtimaline açık kapı bıraktı. Dolayısıyla Amerika, Hafter
eliyle bu zamana kadar elde ettiği askerî başarıları kendi siyasi elitlerini
oluşturmak için kullanacaktır. Ortam aleyhine işlediğinde ise Erdoğan’ın ima
ettiği gibi tekrar askerî saldırılara başvurması muhtemeldir. İngiltere ve
Avrupa ise siyasi ortamdaki kalıntılarına güvenmenin yanında Serrac hükümetinin
uluslararası meşruiyetinden kaynaklanan gücünü de kullanarak nüfuzunu korumaya
çalışacaktır. Bununla birlikte her iki tarafında birbirleri içinde adamları
olduğunu, menfaat karşılığında kuşatılmaya müsait olduklarını unutmamak
gerekir. Bu bağlamda Fayiz es Serrac’ın Türkiye’de olduğu bir sırada İçişleri Bakanı
Fethi Başağa’yı görevden alması, yine kendisinin önce istifa ettiğini söyleyip
daha sonra Almanya’nın ısrarı ile göreve dönmesi ve Avrupa Birliği Komisyonu’nun
Tobruk Hükümeti Başkanı Akile Salih’in üzerindeki yaptırımları bir “iyi niyet(!)”
göstergesi olarak kaldırması Libya’daki durumun ne kadar kırılgan olduğunun
alametleridir. Müslümanlar birbirleriyle savaşmayı bırakıp hep birlikte Allah’ın
ipine sarılmadıkça Libya sömürgeci kâfirlerin çatışma alanı olmaktan
kurtulamayacaktır.
SURİYE
İkinci Dünya Savaşı
sonrası Ortadoğu’da İngilizlerle nüfuz mücadelesine giren Amerika’nın desteği
ile kurulan Esed rejimi, 40 yıl boyunca Müslümanlara zindan hayatı yaşattı. Ta
ki 15 Mart 2011’de Arap Baharı/İslâmi Uyanış Deralı çocukların eliyle Suriye’ye
ulaşıncaya kadar. Kısa sürede Dera’dan Suriye’nin diğer şehirlerine yayılan
halk gösterilerine rejim, katliam yaparak cevap verdi. Durumun ciddiyetini fark
eden Amerika Esed rejimini ayakta tutmak için tüm ajanlarını harekete geçirdi.
Küresel ve bölgesel tüm aktörleri ikna ederek kendi politikasına entegre etti.
Zira Suriye, -zorba Esed’in deyimiyle- Ortadoğu’nun fay hattıydı ve kırıldığı
takdirde Fas’tan Endonezya’ya uzanan yeni İslâmi bir jeopolitik ortaya
çıkacaktı. Amerika önce İran ve ona bağlı Şii milisleri, devrimi bitirmek için
sahaya sürdü. Diğer yandan Türkiye’ye Esed rejimine reform çağrıları yaptırarak
rejime ayaklanmaları bastırması için zaman kazandırdı. Devrimin kızışıp ülkenin
her yerinde güç kazanmasından sonra muhalifleri Türkiye liderliğinde organize
ederek Esed rejiminin alternatifini hazırlamaya çalıştı. Aynı zamanda Kürt
kartını da kullanarak, PKK’nın Suriye kolu PYD’yi Suriye’nin kuzeyine
yerleştirip askerî ve siyasi olarak destekledi. Böylece Kürtlerin İslâmi devrim
safına katılmasına engel oldu. Ancak tüm bunlar devrimin bitirilmesi için
yeterli olmayınca Amerika, Irak ve İran işbirliğinde tekfircilerin Irak’taki
Ebu Gureyb cezaevinden çıkartılarak Suriye’ye girmesi sağlandı.[4]
2013 yılında Esed
rejimi düşmek üzereyken DAEŞ örgütü Suriyeli muhaliflerin ellerindeki bölgelere
saldırarak savaşın seyrinin değişmesine neden oldu. Muhalifler Esed rejimiyle
savaşırken Bağdadi örgütüne karşı da kendilerini korumak zorunda kaldılar.
Böylece Esed rejimi rahatladı. 2014 yılında ise DAEŞ örgütü Musul’u ele
geçirdi. Ve ardından -sözde- “Hilâfet” ilan etti. Bu sırada Irak ordusu hiçbir
direniş göstermeden bir orduya yetecek kadar silah ve cephanelerini de geride
bırakarak Musul’dan çekildi. DAEŞ bu sayede Suriye’deki ihtiyaçlarını Amerikan
güdümlü Irak ordusunun bıraktığı silahlardan ve Musul merkez bankasındaki
altınlardan karşılamaya başladı. Ayrıca DAEŞ, adam kaçırma, infaz ve insanlar
üzerinde uyguladığı vahşi cürümleri medyaya servis ederek dünya halklarını Hilâfet’ten
nefret ettirmeye vesile oldu. Zira Suriye halkı devrimin ilk yıllarından
itibaren kâfirlerin uykularını kaçıracak şekilde Hilâfet talep eden çağrılar
yapıyordu.
Bu süreçte Amerika,
Esed rejiminin kurucusu ve kollayıcısı olduğu için başka küresel bir devletin
Suriye’ye nüfuz etmesine izin vermedi. Amerika bu özgüven ve kontrol ile Suriye’nin
tek hâkimi olarak politikaların belirleyicisi oldu. İstediği ülkeyi meseleye dâhil
ederken istediği ülkeyi dışarıda tuttu. Örneğin krizi fırsat bilerek yeni
Suriye’den pay kapma hesabı yapan Avrupa’yı meselenin dışında tuttu. Onu sadece
DAEŞ ile mücadele eden küresel koalisyona dâhil ederek kendi nüfuzunu korumak
için Avrupa’dan askerî, siyasi ve ekonomik olarak faydalandı. Avrupa Amerika’nın
siyasetine parazit çıkarmaya çalıştığında ise mülteci kartını kullanarak onları
korkuttu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa’ya yönelik “kapıları açarım!”
tehdidi Amerika’nın bu siyasetiyle ilgilidir. Yine Amerika’nın muhaliflere
askerî yardımda bulunarak onları kazanmaya çalışan İngiliz uşağı Katar rejimine
uyguladığı abluka da bu minvaldedir. Aynı şekilde Amerika rejimin tekrardan
düşmeye yüz tuttuğu 2015 yılında Rusya ile görüşerek onu Suriye devrimine karşı
savaşmaya teşvik etti. Rusya bu teklifi kabul etti veya kabul etmek zorunda
kaldı. Çünkü Arap Baharı Suriye’de bitirilmez ise diğer zorba rejimlerin hâkim
olduğu Orta Asya’ya sıçrama ihtimali kaçınılmazdı. Devrimin Orta Asya’ya
sıçraması ise Rusya’nın bahçesinin yanması anlamına gelecek ve 20 milyon
Müslüman nüfusa sahip Rusya’nın bekasını tehlikeye sokacaktı. Nitekim Rus
yetkililer defaatle Rusya’nın Suriye’ye girmemesi durumunda rejimin bir hafta
içinde düşeceğini ve İslâmi devrimin Rusya topraklarına dayanacağını
söylediler. Bu bağlamda Rusya, İran ve DAEŞ Amerika’nın ön savunma hattı olarak
Suriyeli Müslümanlarla savaşırken, PYD de daha sonra Esed rejimine teslim etmek
amacıyla Suriye’nin kuzeyini kontrol altında tutuyordu. Türkiye ise Amerika’nın
arka savunma hattı olarak muhaliflere maddi, insani ve askerî yardım yaparak
onları “demokratik Suriye” fikrine hazırlıyordu. Böylece muhaliflerin
kalplerindeki İslâmi devrim fikri körelecek ve “barış” adı altında Amerika’nın
siyasi çözümüne sürüklenerek yeniden rejimin boyunduruğu altına girilecekti.
Nitekim Türkiye muhalifleri aldatmasının ilk meyvesini sözde DAEŞ’e karşı
Suriye’nin kuzeyine düzenlediği Fırat Kalkanı Harekâtı ile aldı. Dışişleri Bakanı
Mevlüt Çavuşoğlu harekâtı ABD ile birlikte planladıklarını itiraf etti.[5]
Bu harekât neticesinde,
uzun süredir muhaliflerin elinde olan Suriye’nin ikinci büyük şehri Halep,
savaşçıların mevzilerini terk edip Fırat Kalkanı operasyonuna katılmaları
sebebiyle Esed rejiminin eline geçti. Sonra bu harekâtları, “Zeytin Dalı” ve “Barış
Pınarı” gibi başka harekâtlar izledi. Böylece tıpkı Halep gibi muhaliflerin
kontrolünde olan şehirler birer birer Esed’e teslim edildi. Nihayetinde Türkiye’nin
siyasi etkisi altına giren muhalifler önce isimlerini, sonra bayraklarını,
sonra da hedeflerini değiştirerek İblib’e sıkışıp kalmaya razı oldular. Bu
basiretsizlik nedeniyle Suriye devrimi artık sadece “İdlib meselesi” olarak
anılmaya başladı. Türkiye’nin bu operasyonları, her ne kadar DAEŞ ve PKK’ya
karşı yapılıyor gibi görünse de asıl sebep Esed rejiminin korunmasıdır. Terör
örgütleri ise kamuoyunu ikna etmek için var edilen bahanelerdir.
Buraya kadar
yazılanlar Suriye meselesindeki ana hatlar ve sahadaki aktörlerin askerî
pozisyonları ile ilgili gelişmelerdir. Diplomasi ve siyasi çözüm açısından
yaşananlara gelince; Amerika sahada olduğu gibi masada da oyun kurma ve rol
dağıtma görevine kimseyi ortak etmedi. 30 Haziran 2012’de Cenevre’de bir
toplantı organize etti. Toplantıya BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin yanı
sıra Katar, Irak, Kuveyt ve Türkiye de katıldı. Rejimin dâhil olmayacağı bir
geçiş hükümetinin kurulması talebine Rusya ve Çin “hayır” deyince
gerçekleşmedi. (Kaldı ki Rusya ve Çin vetosu zaten rejimi dokunulmaz kılmak
için kurgulanan bir Amerikan planıydı.) Ortak bildiride “tam yetkili geçiş
hükümeti kurulması, ateşkes sağlanması, ölümlerin durdurulması, ülkenin toprak
bütünlüğüne saygı gösterilmesi” gibi başlıklara yer verildi. İki yıl sonra 30
ülkenin katılımıyla Cenevre II konferansı yapıldı ve zeminini Cenevre I’de
kabul edilen kararların oluşturduğu bir bildiri oluşturdu. Ardından beş kez
daha Cenevre görüşmeleri yapıldı.
Ancak bu
görüşmelere rağmen Esed rejimi kimyasal silah kullandığında bile Amerika’nın
himayesinde dokunulmaz olarak kalmaya devam etti. Daha sonra Türkiye, Rusya ve
İran’ın katılımıyla yedi Astana ve üç Soçi ve iki Tahran görüşmeleri yapıldı.
Burada alınan kararlar gereği Türkiye ve Rusya muhaliflerin elindeki İdlib
bölgesinde gözlem noktaları oluşturup ortak devriyeler düzenledi. Rus uçağının
düşürülmesi, Rus büyükelçiye düzenlenen suikast, Türkiye’nin 33 askerinin
katledilmesi dahi Türkiye ve Rusya arasındaki işbirliğini etkilemedi. Zira
Amerika her iki ülkeyi de kendi izni olmadan Suriye sahasından kurtulamayacağı
bir çıkmazın içine soktu. Bu çıkmazın sebebi Sovyet rüyası gören Rusya’nın
siyasi ahmaklığından, Türkiye’nin ise Amerika’ya olan bağlılığından
kaynaklanıyordu. Tüm ülkelerin ortak motivasyonu ise Hilâfet devriminin
bitirilmesi ve Suriye’de laikliğin korunmasıdır. Şimdi Suriye’de laik çözüm
için Türkiye, Rusya ve İran üçlü görüşmeleri belirli periyodlarla devam ediyor.
Ayrıca rejim ve sözde muhalefet temsilcilerinin Cenevre’de 3. tur Anayasa
komitesi görüşmeleri yapılıyor. Aslında iki taraf da esasta aynı görüşü temsil
ettiğinden müzakerelerin çok bir önemi olduğu söylenemez. Nihayetinde Amerikan
liderliğinde Cenevre’de başlayan siyasi çözüm planının yine Cenevre’de
noktalanması için müzakereler yapılıyor. Bundan sonraki süreç; tamamen dışa
bağımlı hâlde olan ve rejimi devirme hedefini kaybeden İdlib’teki savaşçıların
asimile veya tasfiye olacağı, Rusya, İran ve Türkiye’nin kullanılıp atıldıktan
sonra geri dönüş ganimetiyle veyahut bir takım ticari kırıntılarla yetinmek
zorunda kalacağı, PYD’nin rolünün sona erip Kuzey Suriye’yi rejime teslim
edeceği, -daha somut bir ifade ile- “evlinin evine, köylünün köyüne”
döneceği bir merhaleye evrilecek gibi görünüyor. Velhasıl küresel zulüm,
ihanet, kumpas ve basiretsizlik arasında sıkışan Suriye devriminin artık Allah’tan
başka kimsesi kalmadı. Zaten küfür düzenlerine karşı Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in müjdesi olan Râşidî Hilâfet’i kurmak için kıyam
edildiği ve uğruna milyonlarca canın feda edilip dağ gibi acılara göğüs
gerildiği Suriye devriminin temel sloganı “Ey Allah’ım senden başka kimsemiz
yok!” sözü idi.
Bu slogan tekrar
bayraklaştırılıp ihlas ve feraset ile mücadele edildiğinde Libya, Suriye ve
diğer İslâmi beldeler sömürgeci kâfirlerin tasallutundan kurtulup yeniden
aslına iade edilecek, Allah’ın müminlere vaat ettiği hükümranlık mutlaka
tahakkuk edecektir. Zira devrim bir fikirdir ve fikirler hak olduğu sürece asla
ölmezler.
[1]
https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54660621
[2]
https://turkish.aawsat.com/home/article/2583661/libyalı-taraflar-cenevre’de-kalıcı-ateşkes-anlaşması-imzaladılar
[3]
https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54660621
[4]
https://www.youtube.com/watch?v=ojXanUdc_zw
[5]
https://www.milliyet.com.tr/siyaset/abd-ile-birlkte-planladik-2300632
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış