“Allah’ın izniyle
korona virüsle savaşı kazanacağız. Ardından da yeni bir dünya gerçeğiyle karşı
karşıya kalacağız. Bu sebeple salgın sonrası dönem için hazırlık yapmalıyız.”
Bu sözler Türkiye
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait. Burada bahsi edilen vakıanın özelde Türkiye,
genelde ise tüm İslâm ümmeti için mukadder olacağı varsayımından hareketle “yeni dünya düzeni” kavramından
kastedilenin ne olduğu belirsizliğini korumaktadır. Salgın sonrası dönem ile
salgın öncesi dönem arasında nasıl bir değişim ve dönüşümün yaşanacağı, hangi
esaslar üzerinde sistemlerin revize edileceği, bu inovasyonun İslâm ümmetine
fayda mı yoksa zarar mı getireceği, kimi heterojen devletlerin
(Irak-Sudan-Lübnan-Suriye) bu süreçten nasıl çıkacağı muğlak sorular arasında
yer almaktadır.
Her ne kadar “temassız
dış ticaret”, “çok modlu taşımacılık”, “sağlıkta dönüşüm”, “ülkeler arası
dayanışma esasları”, “ekonomik sistemlerin yeniden dizayn edilmesi” gibi
üzerinde spekülasyonların yapıldığı alanlarda yoğunlaşsa da vakıanın tüm
bunlardan çok daha kapsamlı ve çok daha geniş yelpazede değerlendirilmesi
gerektiği kanaatindeyim. Konu bu yönüyle farklı açılardan ele alınmalıdır.
Yeni dünya düzenine Türkiye ne ile girecek?
Son yüzyılda
devletlerin politik ve ekonomik ilişkilerinin esasını teşkil eden kapitalist
ideoloji, devletlerarasındaki ilişkileri de güç esasına göre dizayn etmiş
görünüyor. Bu devletler, iç ve dış siyasette bağımsız gibi görünse de “derin
güçler” adı verilen bir kısım
araçlarla söz sahibi sömürgeci devletlerin güdümünde muayyen ve tahdit edilmiş
bir esasa göre seyretmektedirler. Bu yönüyle sömürgeci devletlere bağlı olan “uşak devlet” profiline sahip bu devletler, salt kendi imkânlarıyla “razı
olmadıkları sistemlere alternatif” sitemler oluşturamaz, ilgili çalışmaları
yürütemez, itiraz edemez ve yeniye dair planlama yapamazlar. Zira tüm bu işleri,
layıkıyla kendilerince sömürüldükleri devletler yapmaktadırlar.
Kısmi çözümler de
sunamazlar. Örneğin Erdoğan’ın “Krizin çözümü İslâm İktisadıdır!”
sanal söylemi buna örnek verilebilir. Hakikat şu ki korona sonrası iktisadi
bunalımın gerçek çıkış yolu ancak İslâm’ın iktisadi sistemini uygulamakla
mümkündür. Erdoğan’ın bu sözü doğru ve yerinde bir sözdür. Ancak tüm iktisadi
esaslarını kapitalist devletlerin zayıf ve çöküş hâlindeki para sistemlerine
entegre etmiş olan bir ülke olmamız yönüyle, bu kısmi çözüm önerisi politik ve
sloganik bir cümle olmaktan öte geçmemiştir. Nasıl olsun ki! Sistemin tüm
çarkları kapitalist esasa dayalı iken, ekonomisinin altın esasına dayalı İslâmi
sistem olması beklenebilir mi!
Daha da ötesi
korona gerekçesiyle “dijital ve sanal para”ya yönelik geliştirilmesi düşünülen
yeni ihtiyaç tanımlamaları, çipli ve sanal alışveriş uygulamaları, insani ve
sosyal ilişkilerde daha derin pratik sonuçlar doğuracaktır. Bu da sürekli
izlenen ve kontrol edilen, toplumsal ihtiyaç ve bu ihtiyaçlara kısa sürede
cevap verecek olan kapitalist sermayedarların şirket portföylerinde çeşitlilik
oluşturacak ve arz talep dengesinin zaman içinde kapitalist sistemin lehine
dönmesine yol açacaktır. Bu yönüyle dolar başta olmak üzere sömürgecilerin para
sistemlerine bütünleşmiş ticari taahhütlere son verilmediği müddetçe
Türkiye’nin “yeni sistem” söylemleri çok güdük kalacaktır. Amerika-Çin
geriliminden beslenen bir ekonomik kırılganlık güçlü sloganlarla
düzeltilemeyecek kadar kaypak kalmaya devam edecektir.
Eğitim sisteminde
ise korona sonrası süreçle alakalı olarak geliştirilen yeni eğitim planı “bireye
özel sanal eğitim” söylemleri ile şekillenmeye başlayacak. Oysa mesele
pedagojik veya androgojik eğitim modelleri değil, eğitim sisteminin üzerine
oturtulduğu kültürel kaynaklar ve sağlıklı bilgi sorunu, müfredat sorunudur. Nitekim
son yüzyıldır özellikle Türkiye’nin Batı’ya endeksli eğitim sistemi
Müslümanları hümanist, bencil ve hırslı bireylere dönüştürmüştür.
Başta ekonomi olmak
üzere eğitim, sağlık, sosyal ve siyasal düzen güdümlü ve entegre olduğu
müddetçe “yeni sistem” ile kastedilen şeyin kapitalist dünyanın bir çarkı
olmanın ötesine gidemeyeceği aşikârdır. Özellikle de bu ülkede iktidar sahiplerinin
cumhuriyet ve demokrasi sevdası bitmediği sürece bu vahim hâl son
bulmayacaktır.
Rejimin cumhuriyet karnesi, bu ümmeti yeni sistem
arayışına itmelidir
Erdoğan’ın “Cumhuriyet
bir kopuş değil bir devamlılık ve yeni bir başlangıçtır.” sözü cumhuriyetin Müslümanlara
yaşattığı son yüzyıldaki derin hasarı ve acıları görmezden gelen zihniyet adına
söylenmiş- dahası zımnen Müslümanlar adına söylenmiş- çok acı bir sözdür.
Oysaki cumhuriyet, kurulduğu günden bugüne değin Türkiye’de Müslümanlara
yönelik kültürel, ekonomik ve siyasi sömürünün bir aracı olmuştur. Cumhuriyetin
ilk yıllarında Şer’iye, Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekillikleri
kaldırılmak suretiyle medreselerin kapısına kilit vurulmuş, problemleri şeriata
göre fasl eden Şer’iye mahkemeleri kapatılmakla da Batı hadaratından kaynaklı
kanunların ülkede hükümferma olmasına zemin hazırlanmıştır. Tevhit-i Tedrisat Kanunu
uygulanarak tek tip ve Batı kültürüne entegre edilen laik eğitim zorla uygulama
sahasına konulmuştur. Bu ümmetin İslâm’la bağını koparmak adına Arap alfabesi
re’f edilmiş ve yerine doğu Avrupa’dan devşirilmiş Latin alfabesi
getirilmiştir. Bütün bunlar Müslümanların faydasına mıydı? Bütün bu
uygulamalar, İslâm’dan kopuş değil miydi?
Şapka kanunu ile
İskilipli Atıf hocaları asan bu zihniyet değil miydi? AK Parti sözcüsü Ömer
Çelik’in ifadesiyle göz bebeği olan bu cumhuriyet sistemi, Hıyanet-i Vataniye Kanunu
ile İstiklal Mahkemeleri’nde binlerce âlimi asmadı mı? Takrir-i Sükûn Kanunu
ile sükûneti korumak ön gerekçesiyle, bu jakoben ve dayatmacı zihniyete reddiye
yazanlar ömür boyu cezaevlerine hapsedilmedi mi? Verilen kararların çoğu “sanıkların idamına tanıkların bilahare
dinlenmesine” cümlesiyle bitiyordu. Hâl böyle iken cumhuriyetin “kazanım” olduğunu kim iddia edebilir?
Dolayısıyla son
yüzyılda Ceza ve Medeni Kanun gibi içtimai alanda toplumun esasi iki ana sütun,
bize ve kültürümüze uzak Batı’dan ihdas edilmiş küfür kanunlarıydı. Bugüne
gelindiğinde ise aynı zihniyet sahiplerinin bu fasit nizamı canla, başla
uygulamaya çalıştıklarını üzülerek ifade edelim.
Yeni dünya düzeni ve Türkiye’nin rolü
Şimdi asıl soru şu;
hâlihazırda iktidarı elinde bulunduran ve laik cumhuriyetin tüm esaslarını bu
coğrafyada Müslümanlara tatbik eden AK Parti yönetimi korona sonrası yeni dünya
düzenine hangi proje ile çıkabilir sizce? Korona sonrası için şimdiden Avrupa
Birliği’nin birlik dinamikleri sorgulanırken, NATO denilen tetikçi silahlı
gücün varlığı ve kalıcılığı tartışılırken, küresel kurum ve kuruluşların
işlevsizleştiğinden bahsedilirken, sözde evrensel hukuk normlarının revize
edilmesi, ulus devletçiklerin kapalı kutuya dönüşeceğinden söz eden dünyaya
hangi yeni ve güçlü sistemle çıkacağız? Asıl sorun budur?
Türkiye’nin korona sonrası tek şansı ve yeni dünya
düzeni “Hilâfet”
- Irkçılığın
Panzehri: Tek Ümmet
Bütün dünyada
ırkçılığın yaygınlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Amerikalı siyahi George
Floyd'un polis tarafından öldürülmesi sonrası tüm eyaletlerde başlayan protesto
gösterileri daha sonra birçok Avrupa ülkesine sıçradı. Etnik kimlikler
üzerinden toplumun bir kesimine yönelik ötekileştirici devlet politikaları,
toplumlarda muaveneti ve vahdeti ortadan kaldırmaktadır. Birçok Avrupa ülkesi
bu sorunsalı yaşamaktadır. Özellikle korona ile birlikte “bencil yaklaşımlar”
bu fay hatlarını daha da derinleştirmiş ve aradaki mesafeleri daha da açmıştır.
Oysa Râşidî Hilâfet
Devleti’nde ise “insani yön” daha bariz olduğu için insancıl ve merhametle
muamele devlet politikası olacaktır. Ne sadece bireyi ön plana alan ve toplumu
hiçe sayan kapitalist devletlerin ne de bireyi yok sayan ve devletin bekasını
varlık sebebi sayan komünal devletlerin insanlığa sunacağı sağlıklı çözümleri
yoktur. İslâm ideolojisinin tatbik sahasına gelmesiyle birlikte “Komşusu
açken tok yatan bizden değildir.” düsturu ile toplumda “kardeşlik”
hukuku esas alınacaktır. Gayrimüslim olan kimselere ise tebaanın fertleri
nazarıyla bakılacak ve adaletle muamele edilecektir.
Zira Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır. [وَمِنْ
اٰيَاتِه۪ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ
وَاَلْوَانِكُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِلْعَالِم۪ينَ] "O’nun (varlığının ve kudretinin)
delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve
renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için
ibretler vardır."[1]
Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi ve
Sellem "Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise
topraktandır. Herkes atalarıyla övünmekten vazgeçsin…"[2]
buyurmaktadır.
Yine Hz. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem "Irkçılık
davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden
değildir."[3] buyurarak
tek bayrak (tevhit bayrağı) altında buluşan toplumların milliyetçi esasa göre
bir arada bulunamayacağını ifade etmektedir.
- Hilâfet’te
Hesaplaşma değil adalet vardır
Hukuk düzeninin
tefessüh etmesi belki de sistemlerin en büyük yıkım gerekçesidir. Halkların
devletlerine güvenmesi o devletin ayakta kalmasının tek gerekçesidir. Güvenin
birincil ve en önemli sütunu ise adalettir.
Bir beldede adaletsizlikten söz ediliyorsa bilinmelidir ki bunun sebebi o
beldede birbirinin sırtına basarak yükselen, birinin diğerini hiçe sayarak
yükseldiği ve ötekinin mutsuzluğundan mutluluk devşiren zalimlerin olduğu
gerçeğidir. Zulmün olduğu yerde adam kayırma, gelir adaletsizliği, haksız
kazanç ve adil olmayan yargılama var demektir.
Buyrun dünyaya
bakalım…
Dünya sermayesinden
en çok paya sahip 380 kişiden sadece 1 kişi tek başına 9 milyon insanı
doyurabiliyorken Türk parasıyla 1 lira bile tutmayan Malaria aşısını yaptıramadığı için günde 2 binden fazla Afrikalı
insan hayatını kaybediyor.
Dünya nüfusunun en
zengin %20’lik kesimi, yer altı ve yer üstü kaynaklarının %90’ına hâkim iken,
1.2 milyar insan günde sadece 1 dolar ile geçinmek zorunda!
FAO (Dünya Tarım
Örgütü)'nün raporlarına göre dünyada aşırı tüketim yaptığı için hastalanıp
ölenlerin sayısı, eksik beslenmeden dolayı ölenlerin sayısından iki kat
fazla... Bu söylediğim cümleyi tasavvur edebiliyorsunuz değil mi? Türkiye’de de
durum farklı değil…
Râşidî Hilâfet
Devleti ise [كَيْ لَا
يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْاَغْنِيَٓاءِ مِنْكُمْۜ] “(Servet)
içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmasın diye böyle
hükmedilmiştir.”[4] ayeti
mucibince kamu mülkiyetine tabi olan malların tekelleştirilmesine müsaade edilmediği
gibi, Müslümanların servet edinmesine mani -kamu mülkiyeti sınıfına girmeyen-
her türlü ticaret de serbest bırakılır. Böylelikle ferdî mülkiyete tabi
mallardan kazanç vesilesi edinilmesine olanak sağlandığı gibi, her yıl devlet
eliyle zenginlerin zekât mallarından fakirlere de dağıtılmak suretiyle, zengin
ve fakir arasında yaşam olanakları açısından oluşacak derin uçuruma da mani
olmaktadır…
Râşidî Hilâfet
Devleti’nde insan fıtratına uygun cezai müeyyideler tatbik edilmek suretiyle
toplumsal huzur ve refah garanti altına alınmaktadır. Hırsızlık, zina ve
cinayet gibi suçlarda dünyada mevcut olan sistemler, caydırıcı cezalar
uygulamadıkları için bu suç oranları gün geçtikçe yükselmektedir. Oysaki İslâm,
tüm bu sorunları esastan ele almış ve çözüme kavuşturmuştur. Utanma, pişmanlık
ve fıtri meyiller dikkate alınmak suretiyle cezaların türü ve çerçevesi
toplulukların gözü önünde, şeffaf yargılama ile vuzuha kavuşturulmuştur. Öyle
ki hırsız için elinin kesileceği korkusuyla ve yakın akrabaların ve toplumun
şahitliğinde elinin kesileceği utancı ile bu fiili işlememe eğilimi
oluşmaktadır. Aynı şey zina ve haksız yere işlenmiş cinayet fiillerinde de vardır.
Hâlbuki kapitalist Batı ve onları taklit eden halkı Müslüman olan ülkelerde ise
her geçen saat cinayet, hırsızlık ve zina gibi yüz kızartıcı fiiller
işlenmektedir. İslâmi yönetim sisteminde olduğu gibi caydırıcı kanunlar
bulunmadığı için ve insanlar işledikleri suç oranında mübadil bir ceza
almadıkları için adeta o fiil, verilecek cezaya nazaran daha cazip gelmektedir.
Bu da suç oranlarını artırmaktadır. Örneğin 100 bin TL çalan bir birey suçu
ispatlansa bile çok kısa süre cezaevinde kalmakta ve salıverilmektedir. Bu da
hırsızlığı kötü bir fiil bile olsa onun nazarında adeta cazip bir meslek hâline
getirmektedir. İşte İslâm ceza hukuku tatbik edildiğinde ise tüm bu sorunlar
köklü çözüme kavuşmuş olacaktır.
İmkân-Olanak ve uluslararası dengeler açısından
Türkiye’nin Hilâfet’i kurma potansiyeli
Korona sonrası
güçlü bir siyasal sistem arzu ediliyorsa Türkiye’nin bu potansiyele her açıdan
müsait bir ülke olduğu bilinmelidir.
Türkiye yer üstü ve
yer altı kaynakları açısından güçlü bir ülkedir. Rezerv yönünden, başta bor,
bentonit, perlit, manyezit, mermer, pomza, feldspat, alçı taşı, stronsiyum ve
kalsit olmak üzere birçok zenginliği bulunmaktadır. Özellikle 3 milyar ton
rezerv ile dünya bor ihtiyacının %72’sini tek başına karşılamaktadır. Bor
madeninin nükleer santraller, savunma sanayi ve endüstride yaygın bir kullanım
alanı vardır. Türkiye zengin bor madeni varlığı ile bu alanlarda tek başına
güçlü bir direnç merkezi oluşturabilir.
Türkiye feldispat
adı verilen izoform bir bileşiğin de %23’ünü elinde bulunduruyor. Peki bu maden
ne işe yaramaktadır? Özellikle cam ve seramik sanayisinin ham maddesi olan bu
bileşik önemli bir ihracat ürünü olması yönüyle ciddi bir ekonomik girdi
kaynağıdır.
Türkiye
topraklarında bulunan tahmini altın miktarı ise 6 bin 500 tondur. Oysa bu
rezervin sadece pratikte 700 tonu işlenmiş vaziyettedir. Üstelik siyanürle
işleme olanağı bulunmadığı için yurt dışından Batı şirketlerine %49 hisse ile
satılmış birçok altın yatağı bulunmaktadır. Eskişehir, Uşak ve İzmir başta
olmak üzere birçok ilde hâlen Kanada şirketlerinin maden arama izinleri
bulunmaktadır. Oysa altın bir ülkenin en önemli ekonomik değeridir. Bu madenin
kâfir Batılılara ait şirketlerin ortaklığında işletilmesi büyük bir ekonomik
kayıptır.
Türkiye’de 860 bin
ton kurşun, 2.3 milyon ton çinko rezervi olduğu da ifade edilmektedir. Kurşun
madeni birçok nükleer santralde radyasyon engelleyici olarak kullanılmaktadır.
Maalesef yine Ankara’da ofisleri bulunan Kanada merkezli Pasinex Şirketi gibi
şirketler eliyle bu madenlerimiz de heba olmaktadır.
Daha
sayamayacağımız yer altı kaynaklarının yanı sıra üç tarafı denizlerle çevrili
olması da deniz gücü açısından birçok avantajı beraberinde getirmektedir.
Boğazlar yoluyla her yıl tonlarca yük gemisi ve askerî malzemenin de geçiş
güzergâhında yer almaktadır. Bu da stratejik ve jeopolitik bir üstünlük
sağlamaktadır.
Genç nüfusu
sayesinde kara gücü ile dünyanın sayılı ordularından birine sahip olan Türkiye,
aynı zamanda coğrafik ve iklim özellikleri açısından ise kıtalar arası
ticaretin de merkezi konumundadır.
İşte tüm bu
saydığımız askerî, stratejik, yer altı ve yer üstü zengin kaynaklar, her açıdan
Türkiye’nin elini güçlendirmesi gereken unsurlardır. Oysa son yüz yıldır
Türkiye kaynaklar açısından sömürülmüştür. Stratejik konumu ve jeopolitik gücü,
Batı’ya ait politik projelere kurban edilmiştir. Yer altı kaynakları, uluslararası
Batılı şirketlerin kullanımına açılmıştır.
Râşidî Hilâfet
Devleti bir sistem olarak tatbik edildiğinde tüm bu avantajlar ümmetin
maslahatı için kullanılacaktır. Ne kâfir Batılıların istekleri ne de hesapları
bu coğrafyada yer bulmayacaktır. Kamuya ait tüm mallar devlet tarafından
işletilerek halka ekonomik anlamda refah seviyesini yükseltecek bir kaynağa
dönüşecektir. Stratejik konumu, kâfirlerin Müslümanlar üzerindeki
hegemonyalarına engel olacak bir bent görevi görecektir. Askerî gücü Müslümanların
beldelerinde kan döken kâfir orduların korkulu rüyası hâline gelecektir.
[قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ
اللّٰهُ بِاَيْد۪يكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ
قَوْمٍ مُؤْمِن۪ينَۙ] “Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları
cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun
kalplerini ferahlatsın.”[5]
Tüm bu açılardan
Türkiye’nin, değişen yeni dünya düzenine Hilâfet ile girmekten başka hiçbir
alternatifi yoktur.
[1]
Rum Suresi 22
[2]
Tirmizi, Tefsir, Hucurat Suresi
[3]
Müslim, İmare, 53
[4]
Haşr Suresi 7
[5]
Tevbe Suresi 14
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış