Yine bir kısım demokrasi
meraklıları için şenlik havasında geçen bir seçim maratonuna şahit oluyoruz.
Sokaklar parti bayrakları ile zaten olmayan estetiğini iyice kaybedip mide
bulandırıcı bir hal alınca, yüksek sesli otobüslerin kulağımızda bıraktığı inilti
ile seçime dair ne varsa hepsine karşı nefret hissi hâsıl oldu. Bir de üstüne
vaatler ve reklamlar ile halkın düşünce dünyasına pranga vurulunca böylesi bir
atmosferi şenlik havasında yaşamak ancak hipnoz olmuş beyinlerin ürünü olsa gerektir.
Çok partili dönemlerin başından beri seçim yarışında otobüslerin tepesinden
güller dağıtmak, el sallayarak selamlamak, halktan biriymiş gibi gözükmek adına
samimi ve yakın mesafeli görüntüler vermek, tokalaşmak, hediyeleşmek ve esnafa
güzel sözler söylemek, ardından ciddi vaatler vermek, uzun vadeli hedefler
koymak, pembe tablolar ve heyecanlı senaryolar çizmek alışkanlık oldu
diyebiliriz. Sonra rakipleri aşağılamak, hakaretler yağdırmak, projelerini
küçümsemek ile devam eden mitingler yapılır. Özellikle mitinglerdeki katılım
oranı, seçim anketlerindeki abartılı sonuçlar psikolojik savaşın diğer
argümanları haline gelir. Özellikle liderlerin diksiyon ve hitabet gibi
konulara önem vermesi, ses tonunu kendisini dinleyen kalabalıkların tepkisine
göre ayarlaması ise bu rekabetteki teknik detaylardır. Sonrasında kazananlar ve
kaybedenler alışageldiğimiz cümleler sarf ederler. Kazananlar balkon
konuşmalarında oy veren vermeyen herkesin sesi olacağına söz verirken,
kaybedenler bir sonraki seçime daha iyi hazırlanmaları gerektiğini
dillendirirler. Ama genelde kaybedenler % 1 oy bile arttırmış olsalar bunun da
başarı olduğunu düşünürler ve koltuklarını bırakmazlar. Sonra kısa sürede
vaatlerin unutturulması sağlanır. Toplum bilimciler harekete geçer ve hangi
siyasi parti iktidara gelmiş ise onun dümenini döndürür ve halkın afallamasını
sağlarlar. Seçimlerden sonra ekonomik göstergeler kısa süreliğine normale dönse
de kamuoyunu istedikleri şekilde değiştirebilen medya patronları sayesinde
hükümetler kendi bildiklerini okumaya devam eder. Geçmişten kalan borçlar
gündeme gelir, ardından akaryakıtta, toplu taşımada ve birçok vergide yeni zam
düzenlemeleri yapılarak bu açığın kapatılacağı söylenir. Devletin yapmak
zorunda olduğu iktisadi iyileştirmeleri fertler ceplerindeki sınırlı gelirden
fedakârlık ederek yapar hale gelir. Havada uçan projelerin yerine havada uçan
paraların nasıl stoklanacağı ve 4 yıl gibi kısa bir zamanda ne kotarsak kârdır
hedefi üzerinde çalışılır. Turgut Özal’ın; ‘benim
memurum işini bilir’ tavsiyesinden sonra gerçekten de her dönemin bürokrasi
memurları işlerini daha iyi öğrenerek yapmaya başladılar. Sonra bu iş ile
ilgili savunma mekanizmaları geliştirdiler ve bunda oldukça ilerlediler. Son
örneğini AKP milletvekili Mehmet Metiner’de görmekteyiz ki o, akrabasını gözetme
ile ilgili Cuma namazından önce okunan Nahl Suresi 90. ayeti de kendince delil
olarak kullanır. Bunun gibi inşaat ihaleleri, özelleştirmeler, kamu malının
kiralanması, yatırımcılar ile masaya oturmalar, yurt dışından gelen zengin
misafirlere ülkenin önemli gelir kaynaklarını emanet etmeler gibi bir takım
icraatlar hayat bulmaya başlar. Eğer hükümet değişmişse geçmiş hükümetlerin
kalıntılarını temizleme, bürokrasiyi yeniden dizayn etme, eğitimde, hukukta,
sağlıkta yeniden reformlar yapma gibi birçok anayasal konuda yap-boz oynanarak
dönemin sonuna gelinir. Ve istisnasız her seçim dönemi böylesi bir süreç
izleyerek sürer gider…
Bu sürecin üzerinde
durmamızın asıl sebebi şüphesiz ki, özelde seçim dönemi içinde bulunduğumuz
Türkiye olsun, genelde de dünyanın ekseriyetinde yaşanan seçimler olsun
sahnelenen oyunun hep aynı olmasını ifade etmek içindir. Bir takım insanların
senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini yaptığı bu oyunda oyuncular tebaa olmak
zorundadır. Zira bu oyun bir ‘halk tiyatrosudur’ ve ne yazık ki tüm oyuncular
bu oyunları gönüllü olarak oynamaktadır. Bu bakış açısıyla ‘seçim’ kavramını şöyle tanımlayabiliriz: “Önceden belirlenmiş olan yöneticiyi halka
seçtirmek.” Komünist
Joseph Stalin toplumun düşüncelerinin önemsiz olduğu bir dünya düzeninde seçim
vakıasını şöyle tarif ediyor: “Halk sınıfı oy vererek seçimi belirlemezler,
oy sayımı yaparlar.” İrlandalı
yazar George Bernard Shaw ise önemli
bir tanımlama yapıyor: “Demokrasi yolsuz birileri ile biraya
gelmek beceriksiz birçok kişiyi temsilen hükümetin şekillenme biçimidir.
Seçim, kan davası hariç verilen bir savaş kadar kötü ve nefret edilecek
bir ahlaki ortam olup, her ruhun içinde bulunduğu bir çamur banyosudur.” Bu
tanımlamalar somut yaşantılar sonucunda ortaya çıkan gerçeklerdir. Zira seçimlerin
bir kampanya olarak adlandırılması ile birlikte halkı bu kampanyanın ‘oy’uncağı
haline getirenler kazanmak için miting meydanlarından tutun da seçim
sandıklarına, oy sayımından tutun da menfaat pazarlığına kadar birçok alanda bu
‘oy’uncağın etinden, sütünden istifade etmişlerdir. Peki sonra, halk bu ‘oy’unu
gönüllü oynadığı için balından, kaymağından bir gram tatmamış, bütün kazancı
‘oy’unun yönetmenlerine bırakmıştır.
Kısa bir hesap
yaptığımızda ortaya çıkacak tablo daha da netleşecektir. İlk sıralardan
milletvekili olmak isteyen adaylar gerekli başvuru için partilerine ciddi
oranda yardımda(!) bulunurlar. Aday olabilirlerse gerekli seçim çalışmaları
için belli harcamalar yaparlar. Seçim bürosu kiralamak, el ilanı basmak, otobüs
kiralamak, mitingler düzenlemek vb. tüm bunlar toplandığında partisi tarafından
kesinlikle milletvekili olacağı vaat edilen bir adayın 500 bin TL’den fazla bir
parayı gözden çıkarması gerekmektedir. 2015 yılı milletvekili maaşının 15.000
TL olduğu bilindiğine göre 4 dönem için kazanılacak toplam maaş 720.000 TL
olmaktadır. Yani aslında alınacak toplam maaş ile harcanan toplam para arasında
ciddi bir makas yok. Hal böyle iken bunca hengâme, masraf ve koşturmaya değer
mi? Türkiye’de milletvekili olmanın ne demek olduğunu bilenler için tabii ki
değer. Zira mevcut sistem içerisinde bir insanın halkına vekillik yapmak,
hizmet etmek için bu kadar harcama yapacağını düşünemeyiz herhalde.
Bir başka hesap da
yöneten ve seçen arasında yapılabilir. Söz gelimi AKP ilk seçiminde yüzde 34 oy
oranı ile tek başına iktidar oldu. Aslında kendisine oy vermeyen yüzde 66’lık
bir kesimin de iktidarı olmuş oldu. Hatta bu yüzde 66’lık kesimden hiçbir
yürütme temsilcisi olmamasına rağmen. Zaten bu yöneten-seçen ilişkisi
demokratik seçimler için çok da önemli değildir. Hatta demokratik laik ülkelerde
yapılan seçimlerde hiçbir şey çok önemli değildir. Önemli olan şeyin ne
olduğunu oldukça demokrat ve laik olan Süleyman Demirel’den öğrenebiliriz. “Benim
için kazanan partiden çok demokrasinin kazanmasıdır. Oy kullananların artması
sevinmem için yeterlidir.” (2002 seçimlerinde AKP’nin kazanması sonrasında
verdiği röportajdan alıntıdır.)
Bu yüzden yerel veya
genel seçimler halkın yöneticisini seçme sınavı olmaktan çok demokrasinin
işlerliğini koruyup koruyamadığını gösteren bir sınavdır. Bu sınavın kazanan ve
kaybedeni hiçbir parti veya zümre değil bilakis demokrasinin kendisidir. Çünkü
herhangi bir grup veya zümre demokrasinin kendisine verdiği özgürlükler ile
seçimlere dâhil olursa onun çizdiği yoldan sapmadan, gösterdiği hedefe emin
adımlar ile ilerleyerek netice aramak zorunda kalacaktır. Aksi takdirde demokrasinin
kirli elleri ile yok edilmesi kaçınılmazdır.
Seçmenin seçilenin
‘oy’uncağı haline getirildiğinin bir başka kanıtı da miting meydanlarındaki kalabalıkların
neden ve niçin orada bulunduklarını sorgulamaktan aciz oluşlarıdır. Zira parti
başkanının konuşmalarındaki mesajlar çok önemli değildir. Mühim olan onun
sesini nerede yükseltip, nerede alçalttığıdır. Zaten oraya katılan topluluğun
bayrak sallamak ve slogan atmak dışında üzerine bir yükümlülük verilmemiştir.
Topluluk sayılarının çokluğu partiler arası yarışın da bir göstergesi ve
aracıdır. Jean Jacques Rousseau içinde
bulunduğu topluma ithafen söylediği söz bunu destekler niteliktedir: ‘‘İngilizler özgür olduğunu düşünürler. Oysa
onlar sadece parlamento üyelerini seçerken özgürdürler.”
Şunu açıkça
söyleyebiliriz ki, demokrasilerde bütün politikacılar gelecek seçimi düşünürler.
Bütün plan ve projelerini gelecek seçimi kazanmak için yürütürler. Ama gerçek
devlet adamları gelecek nesilleri düşünür ve bütün plan ve projelerini gelecek
nesilleri kazanmak için yürütürler. Gerçek devlet adamı ile günümüz
politikacılarının arasındaki belki de en küçük fark seçim odaklı ya da nesil
odaklı olabilmek. Yakınlarının maslahatlarını gütmek ya da toplumun
maslahatlarını gütmek…
Siyaseten seçim yapılan
ülkeler dünya siyasetinde rol oynayan devletlerinin cazibe merkezi haline
gelirler. Örneğin uydu bir devletin yapacağı seçimler uydusu olduğu devletçe
asla riske atılmazlar. Yönetici olacak kişinin bilgi ve iradeleri dışında
birisinin olmasına müsaade etmeyecekleri gibi bunu hissettiklerinde dahi darbe
ve iç savaşlarla o ülkenin tepesine balyozu indirirler. Bu yönüyle seçimlerde
hangi partinin kazanacağı ya da kazandığı konusunda oyalanmak boşunadır. Eğer
seçimin kazanan partisi konuşulacaksa siyaseten derin bir tahlil ve yorumlama
yapmak gerekecektir. Çünkü bu partinin hangi sebeplerden ötürü kazanmasına
müsaade edilmiş ve ne yapması istenecektir? Yine burada Amerikalı yazar H. L. Lencken’in tespiti oldukça
önemlidir: “Her seçim çalıntı malların önceden açık artırma ile
satışa çıkarılmasıdır.”
Toplumların seçim ile
ilgili tuttukları nokta genelde alternatif arama veya denenmemişi deneme gibi
noktalardır. Hâlbuki alternatif olarak gösterilen partiler gerçekte
alternatifsizliğin ürünüdür. Sistem içi yüzlerin ve isimlerin değişmesi fakat
sistemin işleyişine herhangi bir müdahalenin olmaması çaresizliğin ürünüdür.
Mesela düşman ordusunun içerisinde sizin güvenliğinizi sağlayacak bir komutanın
seçildiğini düşünün. Yine sömürgeci bir devletin belirlediği liderlerden size
birisini seçmeniz gerektiğini düşünün. Ya da ifsat ediciler olarak size
düşmanlık eden bir zümreden bu ifsattan sizi kurtaracağını vaat edecek bir
kurtarıcının seçildiğini düşünün. Sonra tüm bunlar yaşanmamış gibi bir başka
zamanda yine aynı zümrelerce karşınıza koyulan tercihlerden birini seçeceğinizi
düşünün ve böylece ‘oy’alanın. İşte size alternatif olarak sunulan tercihler ve
seçme hakları…
Eğer Müslümanların
yaşadığı bir beldede seçilen liderler kendi topraklarında NATO zirvesi yapıp
kendi kardeşini düşman unsur olarak kabul ediyorsa, yine kendi topraklarında
sömürgeci oyunu oynuyor ve servetlerini peşkeş çekiyorsa, halkının ekseriyeti
ifsat ve bozgunculukta zirveye oynuyorsa bu söylediklerimizin doğruluğunu
ispatlamaz mı? Peki bütün bu fesadı halkının razı olacağı bir kalıba sokmayı
nasıl başarıyorlar? Tabii ki bunun en güzel yolu halkın seçimine sunmaktır zira
onlar bu yolla şöyle demek istiyorlar: “Kabulleneceksiniz; siz seçtiniz.” Hâlbuki alternatif arayan insanlar çözüm odaklı, köklü, kapsamlı
ve doğru neticeler alacak bir şekilde hedefler koymalı ve bu hedefler
doğrultusunda alternatifler aramalıdır.
İnsanlar onlarca yıl
yüzlerin ve isimlerin değişmesine rağmen devlet ve toplum seviyesinde herhangi
bir kalkınma görünmediğinde buna engel olan sebepleri ortadan kaldırarak
yepyeni bir sistemin arayışına yönelmeli değil miydi? İyi bir yöneticinin yol,
köprü, hastane, AVM vb. gibi yapılarla belirlenemeyeceği fakat toplumun
fikirlerini, hedeflerini ve ideallerini yükseltebilen liderlerin başarılı
liderler olduğunu kabullenmek zorundayız. Bizler yüksek ideal olarak yolları,
köprüleri ve inşaatları hedefe koyuyorsak üzerimizdeki ifsadı ve köhnemişliği
ortadan kaldırmamız çok da olası görünmeyecektir. Konuyla ilgili Amerikalı
senatör Marco Rubio’nun şu sözü oldukça önemlidir: “Liderlik bir anket ya da
seçimle ölçülemez. Zamanla ölçülür. 20 yılda, 20 günde değil.”
Sonuç olarak özelde
Müslümanlara sözümüz şudur; sizler Hz. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem gibi, Hz. Ömer RadiyAllahu Anh gibi Halife Mu’tasım ve II. Abdulhamid gibi sözde
değil özde liderlerin yöneticiliğini tatmış, onlarla izzet bulmuş, onlarla
adaleti ve kalkınmayı gerçekleştirmiş bir ümmetin devamısınız. Size amelleriyle
onları hatırlatmayan seçim liderlerine asla tevessül etmeyiniz. Eğer bu
seçimlerle böylesi liderlere kavuşamayacağınızı anladıysanız artık bu seçimlere
de asla katılmayınız. Size alternatif olarak akidenizin hakimiyeti yetecektir,
onu yeryüzüne hakim kılmak için mücadele edin ve Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın nizamı ile yöneteceğine söz verecek, onun
hükümleri ile hükmedecek ve O’nun hakkını yerine getirecek Halife adayları için
seçim yapın. Hedeflerinizi yüksek tutun ve asla aldanmakta ısrar etmeyin. Aksi
takdirde demokratik seçimlerin ‘oy’uncağı olmaya devam eder durursunuz.
Buhârî ve Müslim’in
ittifakla naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber, “Mümin aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz.”[1]
buyurmuştur.
Bir başka hadis-i
şerif’te şöyle buyurmuştur: “Mü’minin
ferasetinden korkun zira o Allah’ın nuru ile bakar.”[2]
Âlimler bu hadisleri Enfal Suresi 29. ayetin tefsiri olarak yorumlarlar. Ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Ey İman edenler! Allah’tan korkarak hareket eder de takva
dairesinde bulunursanız Allah size hakkı bâtıldan ve doğruyu eğriden ayıracak
bir kabiliyet, bir nur verir.”
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış