Bu topraklarda İslâm’ın
aleyhine alınan hiçbir karar halk tarafından desteklenmemiş ve halka
danışılarak alınmamıştı. Aksine oldu-bitti ile alınan kararlar halkın istek ve
iradesine rağmen baskı ve zorbalık ile uygulanmıştı. Ayasofya Türkiyeli
Müslümanlar için müzeye çevrildiği ilk günden itibaren sürekli bir simge olmuş “Ayasofya
açılsın, zincirler kırılsın, Ayasofya’da iki rekât namaz kılmak” ve sair
beklentiler çoğu kez bazı cemaatlerin, gençlik hareketlerinin hedefleri içinde
hep yer almıştı. Çoğu Müslüman için Ayasofya’nın açılması ve orada namaz kılmak
bir hayal ve hedefti ve bugün gerçek oldu. Bu durum, özelde Türkiyeli genelde
ise dünyanın birçok beldesindeki Müslümanları sevince boğdu. Ülke içinden ve
yurt dışından yüzbinlerce Müslüman günlerdir Ayasofya’da namaz kılmak için akın
akın seferber oldu. Zaten hiçbir Müslüman’ın Ayasofya’nın müzeden camiye
çevrilmesine karşı çıkması düşünülemezdi.
Ayasofya bir cami
olmaktan öte İslâmi hayatın, mücadelenin, İstanbul’un fethinin sembolüydü.
Sultan Fatih, İstanbul’u fethettiğinde Doğu Roma İmparatorluğu’na son vermiş,
İslâm’ı tatbik etmenin sembolü olarak Ayasofya’yı camiye çevirmiş ve ilk cuma
namazını orada kılmıştı. Ayasofya’yı daha sonra
satın alan ve vakfeden Sultan Fatih onu Müslümanların hizmetine sunmuştu.
Mustafa Kemal tarafından müzeye çevrilene kadar Müslümanlar için ulu bir
mabetti Ayasofya.
İslâm, elbette
simge ve sembollere önem verir. İslâm tarihi boyunca Müslümanlar İslâmi
sembolleri her zaman korumuş ve uğrunda ciddi bedeller ödenmişlerdir. Bu
Müslümanların İslâm’a olan bağlılıklarının bir göstergesidir. Peki, simge ve
semboller kadar bu simge ve sembollerin arkasındaki asıl mana ve esasları ne
kadar hedef hâline getirebiliyor ve bunun için mücadele edebiliyoruz? Ayasofya
fethin sembolü ise; fethin amacı İslâmi bir hayat ve İslâm nizamı için ne
yapıyoruz? Ayasofya’nın açılması Müslümanlar için yeterli mi? Yönetim, eğitim,
ekonomi, sosyal hayat, hukuk gibi hayatın birçok alanında yaşadığımız
sorunlarımızı Ayasofya’nın ibadete açılması çözebilir veya kapatabilir mi?
Ayasofya ve diğer semboller kadar İslâmi bir hayatın olmazsa olmaz esaslarını
ne kadar konuşuyor, talep ediyoruz? Bu ve benzeri soruları çoğaltmak mümkün.
Tek hedefi, tek sorunu Ayasofya olanlar için elbette sorunlar bitmiş olabilir. Ancak
hedefleri büyük olanların ulaşacakları daha birçok hedefleri var.
Ayasofya’nın
müzeden camiye çevrilmesinin hemen akabinde Hilâfet Türkiye gündemine girdi.
Özellikle Gerçek Hayat dergisinin attığı manşet ile Hilâfet tartışmaları sosyal
medyaya taşındı ve tartışıldı. Hizb-ut Tahrir’in Hilâfet ile ilgili gündeme
etki eden çalışmaları konuyu ulusal medyaya taşıdı ve tüm siyasi partiler bu
konuda açıklama yapmak zorunda kaldı. Hilâfet’in tartışılmasını bile
hazmedemeyen partiler Kemalizm ve cumhuriyete sadakatlerini göstererek Hilâfet hakkında
içlerindeki öfkeyi kustular. Kemalistler, cumhuriyete bağlılıklarını ahlaksız
söylemler ve küfürler ile savunurken İslâmi camiada konuşması, Hilâfet’i
sahiplenmesi gerekenler maalesef görmezden geldiler. Ancak her şeye rağmen Hilâfet’in
Müslümanlar için ne kadar önemli olduğu bir kez daha görüldü.
Hilâfet’in
kaldırılması ile İslâmi hayat yasaklanmış ve laik bir sistem kurulmuştu. Bu
sistem hayatın her alanında Müslümanların inanç ve nizamlarına aykırı kanunlar
yapmış, kararlar almış; zorla, baskı ile bunları uygulamaya çalışmıştı. Her
kanun nice zulümlerin yaşanmasına neden olmuş ve halk bunlara karşı çıkarak
büyük bedeller ödemişti. İslâm’ı yok etme esası üzere çıkarılan inkılap ve
devrim kararları halk nezdinde asla teveccüh görmemiş ve hep tepki ile
karşılanmıştı. Allah kelimesinin dahi yasaklandığı, camilerin kapatıldığı, Kur’an
okuyanların hapse atıldığı akla hayale gelmeyecek zulümler Cumhuriyet Dönemi’nin
zulmü olarak tarihe kazındı. Bütün bunlara rağmen Türkiyeli Müslümanlar asla
inançlarından vazgeçmediler. Her türlü zorluğa ve baskıya rağmen İslâm’a bağlı
kaldılar. Sisteme karşı hep teyakkuzda oldular. İslâmi bir sistemin varlığını
her daim arzuladılar. Fakat Müslümanların İslâmi talepleri özellikle siyasi
partiler ve birçok cemaat eliyle hep istismar edildi.
Hilâfet’in gündeme
gelmesi ile bir kez daha bazı kesimler Hilâfet’in mana ve pratiğini alt üst
ederek gerçeklere ters düşün bazı nakaratları tekrarladılar. Hilâfet’in istismarına
neden olan bu tezat iddiaların başında ise Hilâfet’in Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin şahs-ı manevisinde mündemiç olduğu iddiasıydı. Ne zaman Hilâfet
gündeme gelse birileri sürekli İslâm’ın esaslarını belirlediği ve Allah Rasulü
ile Râşidî Hilâfet’te uygulandığı şekli ile siyasi yönü olan bir Hilâfet yerine
TBMM iradesine bağlı, milli menfaatlere katkı sunacak, vatan ve millet
kavramlarına ters düşmeyen, İslâm dünyasında Türkiye’nin itibar ve gücünü
artıracak Hilâfet söylemini dillendiriyorlar. Onlara göre TBMM iradesine bağlı
bir Hilâfet şer’î açıdan değil vakıa, siyaset, menfaat ve dengeler açısından
önemli. Böyle bir Hilâfet Türkiye’nin yönetim şeklini, iktisat, eğitim, hukuk,
sosyal hayatı çok fazla etkilemeyecek ve bugünün dünyasına uygun olacak. Bu anlayış
her konuda olduğu gibi Hilâfet konusunda da Müslümanların zihinlerindeki bakış
açısını ifsat eden, Batı’ya bağımlı, İslâm’ın bakış açısından fersah fersah
uzak bir anlayıştır. Bu bakış açısı Müslümanların sisteme bakış açısını
değiştiren, sistemle barıştıran, hatta sisteme boyun büktüren, milli duyguları
kabartan, Kemalizm’in ve diğer ideolojilerin sempatisini celbeden ve İslâm’ın
siyasi yönünü, hayatla bağını koparan bir yaklaşımdır.
Öncelikle
belirtmeliyiz ki “Hilâfet TBMM’nin şahs-ı manevisinde mündemiç” sözünden
anlaşılması gerekenler çarptırılmaktadır. İlk meclis Hilâfet’in varlığını
savunuyor ve karşı çıkanlara karşı ciddi bir tepki gösteriyordu. Bundan çekinen
Mustafa Kemal ve çevresi öncelikle 1 Kasım 1922’de Saltanatı kaldırdı. Ankara Hükümeti
tüm tedbirleri alarak ve I. Meclis’i ilga edip II. Meclis’teki bazı vekiller
ile tehditler ile Hilâfet’i 3 Mart 1924’te kaldırıldı. Hilâfet’i kaldıranlar Hilâfet’in
siyasi bir liderlik olduğunu biliyor ve onu kendileri için bir tehdit olarak
görüyorlardı. Bu yüzden başta Türkiye Devleti Hilâfet makamının dayanağı
denilmiş sonra Hilâfet kaldırılarak, halife hâl edilmiş, tüm Osmanlı
hanedanlığı kadın, çoluk-çocuk dahi şafak sökünce ülkeden gönderilmişti. Ne Hilâfet’i
kaldıranlar ne de o gün Hilâfet’i savunanlar arasında Hilâfet cumhuriyetin
meclisindedir, kaldırılmamış meclise devredilmiştir, hükümet Hilâfet’in
görevlerini üstlenmiştir türünden bir şeyler söylememiş ve bu şekilde
anlamamıştır.
Zaten Batı
hadaratına bağlanmış, İslâm’ı bir nizam olarak yasaklayan bir sistemin meclisi nasıl
olur da Allah’ın hükümlerini hayatın her alanına tatbik edecek Hilâfet’i
bünyesinden barındırabilir ki? Hilâfet kaldırılmış, halife ve tüm hanedanlık
sürgün edilmişken nasıl olur da bu yetki meclise devredilmiş olabilir ki?
Meclisin laik, demokrat, cumhuriyet ve tüm beşerî ideoloji ve nizamlardan
vazgeçmeden Hilâfet’i ilan etmesi düşünülebilir mi? Bunlar İslâm’ı ve bu
sistemi bilen her akıl sahibi için açık gerçekler değil mi? Bu çelişkilere
rağmen hâlâ birilerinin, meclisin ilan edeceği Papa misali bir Hilâfet istemesi
ise zaten Batı hayranlığının ve Batı’ya benzemenin zirve noktası olan
saplantıdır. Hilâfet hakkında azıcık bilgisi olanlar Hilâfet’in, siyasi gücü
olan bir sistem olduğunu, papalık gibi ruhani bir yönünün olmadığını bilir. Hâliyle
“Hristiyanların papası var bizim de halifemiz olsun!” demek acizlik ve
cehalettir. Bizim halifemiz İslâm’ı yeryüzüne tatbik etmek ve ümmetin birliği
için olmalıdır. Bu talep diğer dinlerin uygulamalarından dolayı değil bilakis İslâm’ın
esaslarından olduğu içindir. Biz ne akide ne de nizam konusunda başka din ve
ideolojilere bakarak hareket etmeyiz. Bizim her konuda tek ölçümüz İslâm’ın
kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’tir.
Cumhuriyet Dönemi’ne
baktığımızda büyük zulümlerin akabinde Allah kelimesinin dahi yasaklanması ve
tek partili dönem ciddi sıkıntılar ile geçti. Sadece şapkanın kanunla
dayatılması örneğinde olduğu gibi âlim ve halktan binlerce insanın idam ve
çeşitli cezalar ile zulme maruz kalması Cumhuriyetin İslâm’a ve Müslümanlara
bakış açısını gösteren açık bir örnektir. Aslında bunun dışındaki diğer devrim
ve inkılaplar aynı şekilde zulmün ve baskının aracı olarak kullanılmıştı. Çok
partili sisteme geçiş ve Demokrat Parti’nin ezanın Arapça okunması konusunda
aldığı karar ve İngiltere ile Amerika arasındaki çekişmenin bir sonucu olarak
idam edilmeleri Müslümanlar nezdinde sistem içi mücadele ile bir şeylerin
değiştirilebileceği anlayışını doğurdu. Bundan sonraki süreçte siyasi partiler
ve hatta birçok cemaat bu yolu kullanarak bazı kazanımlar elde
edebileceklerini, yavaş yavaş sistemi değiştirebileceklerini topluma
anlattılar. Müslümanların İslâmi hassasiyetleri hep istismar edildi. Bu şekilde
atılan her adım Müslümanların sistemden değil sistemin bazı uygulamalarından
rahatsız olmalarına neden olmuş ve her geçen gün Müslümanların hedefleri
küçülmüştü.
O dönemde ezanın
Arapça okunması Müslümanlar için büyük bir hayaldi ve bu onlar için demokratik
bir partiyi desteklemek ve idealize etmek için yeterli oldu. Bundan sonraki
süreçte tıpkı ezanın Arapça okunması gibi imam hatiplerin açılması, katsayı
zulmünün son bulması, cemaatlerin kurslarına izin verilmesi, başörtüsü
yasağının kaldırılması gibi birçok uygulama istismar edilmiş ve bunların düzeltilmesi
ile Müslümanların sistemden razı olmaları istenmiştir. Hedefleri, idealleri İslâm’ın
insanlığı kurtuluşa çıkaracağı üzerine kurulmuş bazı Müslümanlar bu uygulamalar
ile sistemle barıştırılmıştı.
Ayasofya’nın camiye
çevrilmesi istismar edilen siyasi bir karar olsa da bu Müslümanları
sevindirmiştir. Bu karar Müslümanlara partilerin ve birçok cemaatin korku,
endişe ve vakıadan etkilenerek anlattığı “zamanı değil”, “bedeli ağır olur”,
“önce diğer camileri dolduralım”, “siyasi konjonktür müsait değil”, “acele
etmeyelim” türünden söylemlerin ne kadar içi boş, anlamsız ve yalan
olduğunu göstermiş oldu. Yine bu karar Müslümanların İslâm’a bağlılıklarını, İslâmi
şiarlara olan ilgisini de göstermiş oldu.
Bu yüzden İslâmi
sembol ve bazı uygulamaların serbest bırakılması, Ayasofya’nın camiye
çevrilmesi gibi Müslümanların tamamını sevindiren gelişmeler güzel ancak asla
yeterli olmayan gelişmelerdir. Çünkü Müslümanların hayata bakışları ve
hedefleri bir caminin ibadete açılması, yasak olan bir farzın serbest bırakılması
ve İslâm’a uygun bir kanunun çıkarılması değildir. Müslümanların amaç ve
hedefleri İslâm’ın hayatta uygulanması ve yeryüzünün tamamına davet ve cihad
yoluyla ulaştırılarak zulmün engellenmesidir. Müslümanlar bir haramın ortadan
kaldırılmasına, bir farzın ikamesine, bir zulmün son bulmasına elbet
sevinmelidir. Ancak bu sevinç onların tek istek ve talepleri değildir. Hayatta İslâm
hâkim olana kadar Müslümanlar asla mücadele ve davalarından vaz
geçmemelidir.
Ezanın Arapça
okunması, başörtüsü zulmünün kaldırılması ve Ayasofya’nın ibadete açılması gibi
güzel gelişmeler Müslümanları sevindirmelidir ancak yaratılış gayelerinden ve İslâm’ın
hayata hâkim olması amaçlarından taviz verdirmemelidir. Bunlara Müslümanlar
sevinmelidir ancak yaşanan diğer zulümleri bu yapılanlar unutturmamalıdır.
Müslümanlar yaşanan sorunlar ile değil bu sorunların sebebi olan sistemle
mücadele etmelidir. Amaçları sadece birkaç husus değil hayatın tamamındaki
zulümlerin sona ermesi olmalıdır. İslâm hayata hâkim olmadan asla Müslümanlar
razı olmamalıdır. Ezan konusu demokrasiye entegre olma meselesi değil,
başörtüsü demokratik bir özgürlük meselesi değil, katsayı zulmünün kaldırılması
bir partiyi destekleme sebebi değil, Ayasofya’nın açılması diğer zulümlerin
örtüsü değildir, olmamalıdır.
Ayasofya’nın İslâmi
hükümler ile hükmedilmeden sadece namaz kılmak için açılmasının fetihle,
Avrupa’ya kafa tutmakla bir ilgisi olamaz. Yıllarca ellerinde imkân olduğu hâlde
Ayasofya’yı açmayan tüm hükümetler bundan mesuldür. Ancak bundan daha büyük
mesuliyet ise yönetim, eğitim, ekonomi, ictimai nizam, hukuk gibi tüm alanlarda
İslâm’ın uygulanmasıdır. Bunların olmadığı bir yerde zulüm olacaktır ve
Müslümanlar bu zulümlerin olduğu zamanda asla bazı şeylere razı olarak
yaşananlara karşı sessiz kalamazlar.
Yapılması gereken
Lozan Antlaşması’nın imzalandığı gün Ayasofya’da namaz kılmak değil Lozan ve
diğer tüm anlaşmaları iptal etmektir. Batı’ya karşı olmak Batı’dan alınan
anayasa, kanun ve sistemi reddederek İslâm’ın esaslarına bağlanmaktır. Yapılması
gereken başörtüsünü serbest bırakmak değil İslâm’ın bütün emirlerini tatbik
etmek ve bütün haramlarını yasalar ile engellemektir. Allah’ın rızasına ulaşmak
için Râşidî Hilâfet Devleti’ni ilan etmektir.
Ancak Râşidî
Hilâfet Devleti kurulduğunda Kâbe, Mescid-i Nebevî, Mescid-i Aksa, Ayasofya ve
tüm mescitler ve mekânlar asıl zincirlerden kurtulmuş olacak. Ancak o zaman
insanlık zulümlerden beri olacak, İslâm yeryüzünü yeniden adalet ile
dolduracaktır. O zaman yeniden fetihler gerçekleştirilecek, İslâm orduları
yeniden Allah Rasulü’nün müjdeleri üzerine fetihleri gerçekleştirecektir.
İslâm’ı yeryüzüne
hâkim kılmak demokrat, liberal, Kemalistlere nasip olmayacaktır. Bu ancak
sadece İslâm akidesi ve hayata dair tüm nizamlarına bağlananların eliyle
olacaktır. Bu ise ancak samimi ve ihlaslı Müslümanların eli ile olacaktır. O
gün din yalnız Allah’ın olacak ve İslâm, davet ve cihad yoluyla âleme
taşınacaktır. İşte o zaman Müslüman gerçek bir sevinç yaşayacaktır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış