İslâm ümmeti, İslâmi
hayatın yaşandığı dönemlerde tartışmasız yeryüzünün en hayırlı ümmeti, İslâm
Hilâfet Devleti ise yeryüzünün en güçlü devletiydi. Müslümanlar bu 13 asırlık
dönem boyunca insanlığa her açıdan örnek ve lider olmayı başardı. Şüphesiz
bunun en temel nedeni hayatlarını İslâm ile düzenlemeleri ve gelecek nesilleri
bu düzen içinde, İslâm’a uygun bir şekilde yetiştirmeleriydi.
Müslümanların İslâm’a
bağlılıkları zayıflayınca, düşmanlarımız tüm güçleri ile saldırdı.
Topraklarımız işgal edildi. Zillete düştük ve sonunda İslâmi hayatı tatbik eden
Hilâfet Devleti yıkıldı. Bu darbeden sonra tıpkı Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in hadislerinde bildirildiği gibi İslâm’ın düğümleri tek
tek çözüldü. İslâm’ın gücünü ve tesirini hissedemeyen insanlar, Allah’tan da
uzaklaşmaya başladı. İslâm’a ve Müslümanlara düşman sistem ve insanlar eliyle
de canlı cansız tüm kâinatın dengesi bozuldu, ekinler ve nesiller fesada
uğradı. İşte ben bu makalemde aile, nesil ve toplum üzerinde oynanan oyunları
ve çözümlerini anlatacağım inşaAllah.
Ailenin İfsat
Edilmesi
Hilâfet’i
kaldıranlar, kalkınmanın her türünü Batı uygarlığında aradıkları ve İslâm’ı,
geri kalmışlığın sebebi gördükleri için, 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu’nu
kabul edilip yürürlüğe koydular. Bu kanun ile İslâm’ın çerçevesini belirlediği
şer’î nikâh kaldırılıp, Batı’da uygulanan nikâh akdi resmi nikâh olarak kabul
edildi ve zorunlu hâle getirildi. Aynı şekilde boşanma, nafaka, mirasa ilişkin
şer’î hükümler yürürlükten kaldırıldı... Medeni Kanun dışında Batılıların
çıkardığı birçok uluslararası anlaşma ve kararlar da kabul edildi ve derhal
uygulandı. 1981 yılında yürürlüğe giren CEDAW, “Kadına Karşı Her Türlü
Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi” ile ömür boyu nafaka, nafakayı
ödeyemeyenlerin cezaevlerine atılması, kadın erkek eşitliğinin
mutlaklaştırılması, evlilik içi tecavüz suçu gibi düzenlemeler getirildi. Bunun
sonucu olarak alenen zina yapanlara verilmeyen cezalar, nikâhlı olan eşlere
“evlilik içi tecavüz” suçu gerekçe gösterilerek verilmeye başlandı. Aileler
perişan, çocuklar babasız, eşler kocasız, yuvalar sahipsiz bırakıldı.
Bunlar yetmedi,
Avrupa Konseyi’nin hazırladığı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin
Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” ve 6284 sayılı
kanun AK Parti, MHP, CHP ve HDP’nin fikir birliği ile 8 Mart 2012’de meclisten
hızlı bir şekilde geçirildi. Her konuda kavga eden bu partiler, her ne hikmetse
81 maddeden oluşan Batı’nın hayat tarzı ve toplum yapısının dayatıldığı bir
fesat ve yıkım sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi’nde ittifak ettiler.
Sözleşmenin kabulünden sonra ilk 4 yılda kadın cinayetlerinde yaklaşık üç kat
artış meydana geldi. Milyonlarca erkek evden uzaklaştırıldı, evlenme oranları
azaldı, boşanma oranı rekor üstüne rekor kırarak 2018 yılında 142.448’e ulaştı.
Sözde aileyi koruma adına çıkarılan bu sözleşme ve kanun aile yapısına büyük
bir darbe vurdu.
Bu sözleşme ile
gündeme getirilen “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” başta eşcinsellik olmak üzere,
aklın sınırlarını zorlayan türden cinsel sapıklıkların, LGBT diye bilinen
eşcinsel hareketlerin Türkiye’de meşru hâle gelmesi ve yasalarla güvence altına
alınmasına neden oldu. Dernekler kuruldu, vakıflar açıldı. “Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği”ni toplumun her kesimine ulaştırmak için başta Avrupa Birliği ve
Birleşmiş Milletler olmak üzere onlarca devlet, büyükelçilikler, vakıflar,
köklü sanayi kuruluşları ve yurtdışı finansmanlı örgütler gibi kapitalist
dünyanın tüm katmanları destek verdi.
Medeni Kanun,
CEDAW, İstanbul Sözleşmesi ve diğer tüm Batı kaynaklı şer projelerinin
hedefinde ailenin ortadan kaldırılması, nesillerin yok edilmesi, nüfusun
azaltılması, kapitalizmin tüketim çarkına hizmet edecek bireylerin çoğaltılması
ve bunların önünde duran din, ahlak, gelenek gibi bütün değerlerin yok edilmesi
vardı. Çünkü aileden uzak bireyler, günübirlik ilişkilerle meşgul olan, her
türlü sapık ilişkileri meşrulaştıran, cinsiyete ilişkin hiçbir ayrımı
gözetmeyen, doğurganlığı olmayan ve kendi ifadeleriyle “cinsiyetsiz bir toplum”
için elzemdir. Bu yüzden, aile ortadan kaldırılmalı, hiçbir kadın evde oturup
çocuklarla ilgilenmemeli, hiçbir erkeğin kadın ve çocukların sorumluluğunu
almasına müsaade edilmemelidir.
Sömürgeci ve
kapitalist Batılılar II. Dünya Savaşı’ndan sonra savaşlarda azalan erkeklerin
yerine iş gücü olarak kadınları “Kadın-erkek eşitliği”, “Dünyayı kadınlar
kurtaracak”, “Kadınlara özgürlük”, “Kadın hakları”, “Pozitif ayrımcılık” gibi
sloganlarla kandırdı. Kadının kişiliği değil, dişiliği ön plana çıkarıldı.
Ahlak, namus, edep, hayâ, aile, çocuk eğitimi gibi kavramlara savaş açıldı.
Özgür ve güçlü olmanın önünde baba, koca ve kardeş engel gösterilirken,
güzelliğinin, kariyerinin, rahatının önünde bir engel olarak da çocukları
gösterildi. Yuvalar yıkıldıkça kapitalizm kazandı. “Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği”ni ağzına sakız edenler kocalarından, babalarından korudukları
kadınların birçoğunu, fuhuş bataklığına mahkûm etti. Fuhuş bataklıklarında
satılmayı, bar ve pavyonlarda içki masalarına meze olmayı kadınlara reva
gördüler. Evli ve nikâhlı olanlar için “ev içi tecavüz” diye bir suç getiren
zihniyet, vergisi verilen fuhuş rezaletini devlet koruması altına aldı, geliri
kutsallaştırıldı. Bu aşağılık işleri yapan zalimler ödüllendirildi. Herhangi
bir delil olmaksızın “kadının beyanı esastır” mantığı getirildi. Bu yasal
düzenlemeler ile son 2,5 yılda 750.000 erkek evinden uzaklaştırıldı ve bir
kısmı da tutuklandı. Evden uzaklaştırılan babalar, çocuklarını göremedi, onuru
çiğnendi, toplum önünde kınandı. Tüm bunlardan sonra bilinçsizlik, alkol ve
benzeri alışkanlıkların da etkisi ile eşine ve çocuklarına zarar veren erkekler
çoğaldı.
İşte bu uygulamalar
ile eğitim görmüş, geliri yüksek ancak evlenmeyen, ağır hayat şartları altında
tek başına ezilen, yalnızlaşan, depresyon haplarına mahkûm, cinselliği
sömürülen, intihar eden, alkol ve uyuşturucu kullanımı hayli yüksek olan
kadınların ve erkeklerin çoğalmasına neden oldu. Kadını koruduklarını iddia
eden birçok Batı ülkesinde aile kurumu çökmüş, nesiller tükenmiş, insani,
ahlaki, ruhi kıymetler neredeyse bitme noktasına gelmiş, bedensel ve ruhsal
birçok hastalık ortaya çıkmıştır. HIV virüsü, Hepatit B ve C gibi ölümcül
hastalıklar, uyuşturucu kullanımı, intihar ve cinayetler, kadına yönelik şiddet
ve tecavüz oranları da sürekli artmaktadır.
Aile toplumun özü
ve temelidir. Bu yüzden İslâm, evliliğe, aile kurumuna, aile bireyleri
arasındaki ilişki ve bağlara büyük önem vermiş ve onları mükemmel bir nizam ile
tam da olması gerektiği gibi düzenlemiştir. Nitekim yüzyıllar boyunca aile,
Allah ve Rasulü’nün hükümleriyle kale gibi korunmuştur. Koruma altına alınan bu
kale, huzur, saygı ve sevgiyi içinde barındırmış, her açıdan sağlıklı
nesillerin yetişmesini sağlamıştır.
Allah, insanı en
güzel bir şekilde yaratmış ve neslin devamı için fıtratına karşı cinse karşı
bir meyil koymuştur. Dolayısıyla kadın ve erkek arasında bir çekimin olması
normal bir durum iken hem cinsler arasındaki çekim asla normal bir durum
değildir. Bu, fıtratın bozulmasıdır. Bu anormal durumun genlerle alakası
yoktur. Zira Allah insanı erkek veya dişi olarak yaratmıştır. Allah Subhânehû
ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ
مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى
“Ey insanlar! Biz sizi erkek ve dişiden yarattık.”[1]
Prof. Dr. Nevzat
Tarhan bu konu ile ilgili şunları ifade etmiştir: “Eşcinsellik insanda doğal olarak var olan bir yönelim değildir. Sosyal
öğrenme ile ve yanlış eğitimle gelişmiş bir durumdur. Biyolojik doğaya uymayan
bir sapmadır. Heteroseksüelliğin yani erkeğin kadına, kadının da erkeğe ilgi
duymasının geni vardır ancak eşcinselliğin geni yoktur.”
İşte kadın ve erkek
birlikteliklerinden kaynaklanan problemleri tedavi etmek hem kadını hem de
erkeği korumak, ancak İslâm'ın ortaya koyduğu “İçtimai Nizam” ile mümkündür. Bu
nizamın kadın ve erkek birlikteliğinden kaynaklanan sorunları en güzel şekilde
çözdüğü, on üç asırlık İslâm tarihinde ispatlanmıştır.
Nesillerin İfsat Edilmesi
Nesilleri korumak
bir toplum için ölüm-kalım meselesidir. Nesillerini koruyabilen, eğiten ve
yetiştiren toplumlar, her zaman kalkınır ve dünyaya yön verebilirler. Bu yüzden
İslâm, nesillerin korunup, yetiştirilmesini mükemmel bir şekilde düzene
koymuştur. Müslümanlar çocuklarını öyle yetiştirdiler ki namaza koşarak giden,
Kur’an öğrenip kavmine liderlik yapan, ilim ve fıkıh konusunda fakihliğe
ulaşan, ordu komutanlığı yapan ve Allah yolunda şehit olmayı arzulayan
nesillere şahit oldular. Müslümanlar bu şekilde yeryüzünün en hayırlı
nesillerini yetiştirdiler.
İşte bu hakikati
iyi bilen sömürgeci kâfir Batılı Devletler ilk olarak, ümmetin evlatlarını ve
geleceklerini inşa edecek nesilleri hedef aldılar. Hilâfet’in kaldırıldığı gün
çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile artık doğrudan başlayan Batılılaşma
sürecinde, eğitim ve öğretim laik esaslar üzerine kuruldu. “Din Kültürü”
denilen ders dışında, eğitim müfredatında ve pratikte İslâm’a dair tüm izler
neredeyse silindi. İstanbul Sözleşmesi ile binlerce öğrenciye “Toplumsal
Cinsiyet Eşitliği” anlatıldı. Ortaokul çocuklarına, birey oldukları, özgür
oldukları, her türlü ilişki haklarının olduğu, kimsenin kimseye karışamayacağı,
cinsiyet olarak gay, lezbiyen gibi sapıklıkların varlığını ve onların neler
hissettikleri, 18 yaşına kadar evlenilmemesi gerektiği ama bunun dışında her
şeyin serbest olduğu anlatıldı. “Toplumsal Cinsiyet” adının geçtiği yüzlerce
yüksek lisans ve doktora tezi hazırlandı. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
dersi zorunlu hâle getirildi...
Nesiller, Batılı
laik, demokratik, liberal ve özgürlükçü fikirlerden oluşan popüler kültürün
öğütücü nesnesi hâline getirildi. Yazılı, görsel ve sosyal medya üzerinden hep
nesillerimiz hedef alındı. Böylece Rabbini, Peygamberini, Kitabını ve dinini
bilmeyen laik, demokrat, ateist, deist, hümanist, kapitalist, popülist, egoist,
Makyavelist zihinler türedi. Bu planlı ve sinsi saldırılar sonucunda
gençlerimizin bir kısmının kalpleri katılaştı, düşünemez, idrak edemez hâle
geldi. Öyle oldu ki hayata gönderiliş gayesini, bakış açısını öğrenememiş/öğretilmemiş
bir nesil yetişti! Artık gençlerimiz, Batılılar gibi zinanın, uyuşturucunun,
müziğin, futbolun, zengin olmanın peşine düştü. Kimlik arayışı içinde olan
binlerce genç inancına, ahlakına, değerlerine yabancı isimler, müzikler,
kültür, cinsel meyillerle kendini tanımlamaya çalışırken insani, ahlaki, ruhi
değerleri terk etti...
Ateizm, deizm,
eşcinsellik, ahlaksızlık gibi bütün batıl düşünce ve davranışlar, Batı’dan
topraklarımıza gelmiştir. Eğer bu gidişe dur demezsek nesillerimiz ifsat
olacak. Dün ve bugün çocuğum söz dinlemiyor, namaz kılmıyor, oruç tutmuyor,
sigara içiyor, saygısızlık yapıyor diyorduk; Bundan sonra çocuğum dinini
değiştirdi, ateist, deist, inançsız oldu diyeceğiz! Çocuğum cinsiyetini
değiştirdi, eşcinsel oldu diyeceğiz! Sokakta artık kız mı, erkek mi ayırt
edemediğimiz, rengarenk saçları, her tarafı dövmeli, vücutlarında hayvanlara
takılan demir halkalarla gezen, yarı çıplak ucube tipli gençlerin sayısı
artacak. Uyuşturucu, alkol, hayasızlık, ahlaksızlık ve zina gençler arasında daha
da yaygın hâle gelecek ve sokaklarda her türlü iğrençlikler alenen yaşanacak.
Gençlerimizi
korumak demokrasiyi, laikliği uygulamakla değil, ancak İslâm nizamına dönmekle
olur. Şayet gençlerimize hayata gönderiliş gayelerini, nereden gelip nereye
gittiklerini, amaçlarını, kime kulluk etmeleri gerektiğini, dünya ve ahiretin
esaslarını, nasıl bir nizama uymaları gerektiğini hakkıyla öğretebilirsek, işte
o zaman geçmişte olduğu gibi bugün de gençliğimiz aslına dönecektir.
Kendilerini vahiy ile arındırıp, dinlerine sahip çıkacak ve hem kendini hem de
insanlığı kurtarmak için yeniden öne çıkacaklardır.
Toplumun İfsat
Edilmesi
İslâm Devleti
yıkıldıktan sonra yeryüzünün tamamında Allah’ın hükümleri kaldırıldı. Halkın
inancına darbe indiren milliyetçilik, cumhuriyet, halkçılık gibi inkılaplar
zorla dayatıldı. Fransa’dan laiklik, Almanya’dan ticaret hukuku, İsviçre’den
Medeni kanun, İtalya’dan ceza hukuku, İngiltere’den yönetim şekli, kopyala
yapıştır yöntemiyle ithal edildi. Mali ve siyasi birçok soruna AB, BM, NATO
gibi kurum ve kuruluşların talimatlarıyla çözümler arandı ama bulunamadı. 95
yılda üç askerî, bir post modern darbe yapıldı ve 60’tan fazla hükümet kuruldu
ancak topluma siyasi, sosyal, ekonomik, içtimai olarak istikrar sunulamadı...
Ekonomik sorunlar
sürekli devam etti ve hiç bitmedi. Yer altı ve yerüstü kaynaklarımız sömürgeci
kapitalist şirketlerin eline geçti. Devalüasyonlar, enflasyonlar bir gecede
halkı fakir, zenginleri ise daha da zengin hâle getirdi. Genel ve yerel
yönetimlerdeki yolsuzluk, ihalecilik, kaynakların eşe dosta dağıtılması, halkı
işsizliğe, yoksulluğa mahkûm etti. 2019 Temmuz’da
açıklanan verilere göre, Türkiye genelinde işsiz sayısı geçen seneye nazaran 1
milyon 65 bin kişi artarak toplam 4 milyon 596 bin kişi oldu. Asgari ücretin 2
bin TL olduğu ülkemizde, açlık sınırı 2 bin 500 TL, yoksulluk sınırı ise 6 bin
TL olarak tespit edildi. Bu maaşı halkına reva gören milletin vekilleri ise
kendi maaşlarını mecliste dakikalar içinde onaylayarak 23.500 TL’ye yükseltti.
Bu yaman çelişki, 25 yıl çalışan ve yaş sınırı sürekli yükselen emekliler için
daha da vahimdir. Emeklilerin çoğu asgari ücreti dahi hak edemedi, bu yüzden ek
işlerde maaş kesintisi ile çalışmak zorunda kaldı...
Ceza hukuku, devlet
yönetimi, devletlerarası ilişkiler gibi konularda şer’î hükümlerden eser dahi
kalmadı. Cumhurbaşkanından, muhalefet partilerine, hakimlerden halka kadar
herkes adaletin olmadığını söyledi; çözüm olarak yeni cezaevleri inşa edildi
ama bir şey değişmedi. Bugün cezaevlerinde 250.000’den fazla tutuklu ve hükümlü
var. Yüzbinlerce insan suçlu ve aranıyor, yüzbinlerce suçlunun aldığı cezanın
infazı geri bırakıldı ve yüz binlercesi de şartlı salıverme hükmü ile serbest
bırakıldı. Adalet Bakanlığı'nın verilerine göre her geçen gün suç oranları
arttı ve 2018 yılında 8 milyon 892 bin dosya açıldı. Yani neredeyse her dakika
onlarca suç işlendi ve işlenmeye devam ediyor. İnsanlar ne evlerinde ne okulda
ne işyerlerinde ne de sokaklarda, huzur ve güven içinde değil ve korkar hâle
geldi.
Sağlık sektöründe
ise ülkemiz, küresel kapitalizmin pençesinden kurtulamadı. Her yıl yenileri
için açılış yapılan şehir hastanelerine rağmen, hastaneler dolu, randevu almak,
muayene olmak ve tedavi olmak daha da zorlaştı. Yediğimiz, içtiğimiz hatta
soluduğumuz hava bile bozuldu ve hastalıklara neden oldu. Silah sektöründen
sonra kapitalizmin en önemli sektörü sağlık sektörü hâline geldi. Hastalıklara
şifa olmak yerine, hastalık üreten ilaçlar ve yöntemlerin, hastalıktan hastalık
çıkaran usullerin, para için lüzumsuz ameliyatların, insan sağlığına önem
vermeyen bir zihniyetin hâkim olduğu bir sektör hâline dönüştü.
Kapitalizm, bugün
ümmetin ve insanlığın ifsat edilmesinin esas müsebbibidir. Zaten kapitalizmin
hedefi, aileyi ve nesilleri ifsat etmek ve nüfusu azaltmaktır. Çünkü onlar insan
nüfusunun fazla olduğunu, köle ve işçi olarak çalıştırılan insanlara artık
ihtiyaç olmadığını, onların yerine robot, yapay zekâ ve makinelerin
kullanılması gerektiğini düşünüyor ve planlıyorlar. Bunun için kısırlaştırıcı
ve hastalık yapıcı aşılar, ilaçlar, kürtajın yaygınlaştırılması, salgın
hastalıklar çıkarılması, uyuşturucuların yaygınlaştırılması, yerel savaşların
tüm dünyaya yaygınlaştırılması ve “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Küresel Projesi”
gibi vahşet projelerini bir bir devreye sokuyorlar.
Bugün dünyayı
yaşanmaz hâle getiren bu zalimler, her alanda kendi isteklerinin uygulanmasını
hatta onlar gibi düşünmemizi, konuşmamızı, yaşamamızı, onların sevdiklerini
sevmemizi, uzak durduklarından uzak durmamızı, tartışma, eleştiri sınırlarını
onların çizdiği dairede yapmamızı, ürettiklerini kullanmamızı istiyorlar.
Başımızdaki yöneticiler ise bu yaşananları düzeltmek ve bu ifsat ve işgalden
kurtulmak için ellerini taşın altına koymuyorlar. “Zina yasasını Avrupa
istediği için çıkardık hata yaptık!”, “Dindar nesil yetiştireceğiz!”, “İstanbul
sözleşmesi nas değil, bizim için ölçü değildir.” diyorlar ancak bunlar için
hiçbir somut adım atmıyorlar. Faiz lobisine savaş açtıklarını söylüyorlar, ABD,
AB ve diğerlerini sert dille eleştiriyorlar, kınıyorlar ama onlarla dostluğa,
anlaşmaya devam ediyorlar. Allah’ı dillerinden düşürmüyorlar ancak, Allah’ın
hükümleri ile hükmetmiyorlar.
Sadece bir
kısmından bahsettiğimiz, aslında hepimizin bildiği, gördüğü hatta sürekli şahit
olduğu acı ve düşündürücü hâlimiz işte budur! Bütün bu sorunların, flaş
haberlerin, akıl almaz suçların, sürekli hâle gelen cürümlerin suçlusu kim? Hep
insanlar suçlandı ancak, arkasındaki asıl suçlular gizlendi. Akıllı, erdemli,
şerefli ve iman eden yüz binlerce insanı bu hâle getiren sistem ve sistemi
şekillendiren asıl güçler görülmedi, gösterilmedi. Asıl suçlunun bireyler
değil, sistemin kendisi ve sistemi yönetenler olduğu gerçeği hep gizlendi.
Büyük Âlim Takiyyüddîn En-Nebhânî’nin bu konudaki şu tespiti asıl suçlunun kim
olduğunu göstermek açısından taşı gediğine koymaktadır:
“Eğer bir toplumda suç ve günah az işleniyor ise
sorunun sebebi insandır. Eğer bir toplumda suç ve günah çok işleniyor ise
sorunun sebebi sistemdir.”
Bu yüzden yuvalar
yıkılırken, nesiller helak edilirken, toplum suç ve günahın içinde boğulurken,
insanlık uçurumun kenarında büyük bir yıkıma uğrarken bizler yeniden İslâm
davasına sarılmalı ve davayı hayatımızın merkezine yerleştirmeliyiz. İslâm
davetini 3 Mart 1924’te yıkılan Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulması için
yapmalıyız. Çünkü İslâm nizamını Hilâfet Devleti’ni kurarak uygulamadığımız
sürece bu kötü gidiş değişmeyecek!
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış