İlk insan ile
birlikte ilk vahiy de insanoğullarına verildi. Her kavme bir peygamber
gönderildi. İnsan bu dünyada vahye tabi olup olmama konusunda hep imtihan
edildi. En son Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile son din kâmil
şekilde indirilmiş oldu. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem
hayatta iken ilk İslâm Devleti’ni kurdu ve İslâm’ı Medine’de tatbik etti. Davet
ve cihad yolu ile İslâm Arap Yarımadası’na ulaştı. Sonra raşid halifeler, Emevî,
Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı ile İslâm yeryüzünde 13 asır boyunca tatbik edildi.
Osmanlı Hilâfet Devleti 3 Mart 1924 tarihinde kaldırılınca Müslümanlar her
konuda sıkıntı yaşamaya başladı...
Allah’ın hükümleri
ile yönetim yasaklandı, beşerî kanunlar uygulanmaya başlandı. Müslümanların
beldeleri işgal edildi ve onlarca parçaya bölündü. Türkiye’de tek partili dönem
Müslümanların kıyıma uğradığı dönem olarak tarihe geçti. Allah demek dahi bu
topraklarda yasaklandı. Camiler ahırlara çevrildi, Kur’an’lar toplatıldı.
Halkın inancına darbe indiren “inkılaplar” zorla dayatıldı. Medreseler
kapatıldı, alfabe değiştirildi. Bunlara itiraz eden Müslümanlar yargılandı,
ağır cezalara çarptırıldı...
Bunca zulüm
Müslümanları öz yurtlarında garip, kendi topraklarında mazlum hâle getirmişti.
Bu durum karşısında Müslümanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Ancak İslâm her
zaman için hayata etki eden bir dindi ve Müslümanlar içinde İslâm’ı doğru
anlayan, anlatan insanlar her zaman vardı. İşte bu insanlar laik devletin izin
verdiğinden daha fazlasına talip olmak istediler. İngilizlerin desteklediği
laik, Kemalist sistemin zulümlerine boyun eğmediler. Laik cumhuriyetin tüm
uygulamaları Müslümanları dışlıyordu ancak Müslümanlar yılmadılar, değişik
yollarla mücadele ettiler. Her inkılaba karşı canlarını feda edecek kadar cesur
ve samimi hareket ediyorlardı. Bu yüzden inkılaplar Müslümanlara rağmen ve çoğu
zaman kan üzere gerçekleştirildi ama Müslümanlar yılmadılar. Kur’an okumak
yasak olduğu hâlde hapse girmeyi göze alarak Kur’an okuyorlar, okutuyorlardı.
Şapka kanunu çıkarıldığı hâlde sarık
sarmaktan vazgeçmediler. Başörtüsü yasaklandığı hâlde okulu terk ettiler ama
başörtülerini terk etmediler...
Özellikle 1960’lı
yıllardan itibaren tercüme eserlerinde telif edilmesi ile birlikte İslâm’ın
ibadetlerden ibaret olmadığı, hayata dair çözümlerinin, nizamlarının olduğu
Müslümanlar arasında yaygınlaştı. İslâm’ın bir nizam olduğu, İslâm Devleti’nin
kurulması gerektiği, İslâm’ın hayat ile ilgili çözümleri konuşulmaya,
tartışılmaya başlandı. Hatta 1960’lı yılların ortasında Hizb-ut Tahrir ve Hilâfet
Türkiye’nin gündemine girmişti. 1970 ile 1980 yılları arasında Müslümanların
yepyeni tasavvurları oluşmuştu. Bu dönemde Müslümanların en temel hedefleri İslâm
ümmetinin birleşmesi ve bir İslâm Devleti’nin kurulmasıydı...
Müslümanların
çabaları bir uyanışa dönüşmüş, belirli idealler hedefler belirlenmişti.
Müslümanlar iktidara gelecek, Allah’ın hükümleri ile hükmedeceklerdi. Çünkü
kurtuluş İslâm’daydı ve hak yol İslâm yazılacaktı. Kur’an ve Sünnet hayata
taşınacak, yeniden İslâmi bir hayat başlatılacaktı. Kemalizm’in zulmü son
bulacak, adil bir düzen kurulacaktı. Kimseye haksızlık edilmeyecek, Ömer RadiyAllahu
Anh’ın adaleti tesis edilecekti. Ekonomide sistem değişecek, kapitalist
sömürü çarkı son bulacaktı. Faizsiz bir sistem kurulacak, ağır sanayi hamleleri
başlatılacaktı. İşçinin, çiftçinin hakkı korunacak, kimse fakir olmayacaktı. Kemalizm’in
okları ırkçılık ve milliyetçilik kabul edilmeyecek, tüm Müslümanlar bir ümmet
olarak kardeş olacaktı. Filistin, Keşmir, Afganistan ve tüm beldeler bizim
beldelerimiz olacaktı...
Müslümanlar,
kendilerine zulmeden devlet ile nasıl mücadele edilmesi gerektiğini, partilerin
durumunu, yasa koymayı, oy kullanmanın hükmünü, siyasete nasıl bakılması
gerektiğini, Müslümanların önceliklerinin neler olması gerektiğini tartışmaya
başladılar. İlk başta şerrinden Allah’a sığındıkları sistemin imkânlarını kullanmak
istemediler. Daha sonra verilen fetvalar ile sistemin de kolaylaştırıcı
yaklaşımları ile yavaş yavaş imkânlardan faydalanmaya başladılar. Bunun için
Müslümanlar örgütleşti, siyasi partiler, dernek ve vakıflar kurdular. Okullar, dergiler, gazeteler ve TV kanalları
açtılar. Her şeye rağmen umutları, heyecanları vardı. İman varsa, imkân da
vardı. Tüm zorlukları aşabileceklerine inanıyorlardı. Gecelerini gündüzlerine
katmışlar ve ciddi fedakârlıklarda bulunuyorlardı...
Müslümanlar
kazandıkça biraz daha fazla kazanmak istediler, daha fazla kazanmak için
fikirlerinden, metotlarından daha fazla taviz vermeye başladılar. Yaptıkları
işi cihad olarak görüyorlardı ve devlet daru’l küfür olduğu için savaş
meydanında her şey mubahtı. Her adım için kendilerine göre gerekçeler
oluşturdular. “Müslüman güçlü olmalıdır.” Denildi, önce yerel yönetimlerde
sonra merkezi yönetimlerde güç sahibi oldular ancak yönetimde Allah’ın
hükümlerini tatbik etmediler. Aksine laik Kemalist zihniyetin yerine demokratik
zihniyete büründüler. “Önce köşeleri kapmak gerekir.” denildi köşeleri kapmak
için köşelerdeki insanlar gibi konuştular, yaşamaya başladılar zamanla onlardan
bir farkları kalmadı. “Allah Müslümanların üstünde en güzel nimetini görmek
ister.” denildi zenginliklerin artırılması, kapitalist zihniyetin yaptıklarını
yapmak için vicdanlar rahatlatıldı. “Biz yapmazsak başkası yapar.” denildi
böylelikle her iş normal hâle getirildi. “Paranın dini imanı olmaz.” denildi
helal, haram birbirine karıştırıldı. Hudeybiye Anlaşması, Yusuf Aleyhi’s
Selam örnek gösterildi siyasi partilerin yaptığı bütün haramlar hatta
akideye dair bakışlar değiştirildi. Düşmanın silahı ile silahlanın sözü hadis
kabul edildi ve kâfirlerle yapılan bütün ihanetlere kılıflar bulundu. Takiyye
bu mücadelenin esası kabul edildi ve kimlikler gizlendi, yalan yanlış her şey
konuşuldu. Zamanın değişmesi ile hükümler değişir mantığı ile İslâm dışı
hükümler savunuldu hatta uygulandı ve çoğu buna ses bile çıkarmadı. Her işe,
her söze, her duruma bir fetva bulundu, insanlar kandırıldı, vicdanlar
rahatlatıldı ve dahası...
Müslümanlara hizmet yolunda bir araç olarak kullandıkları sistem, yavaş
yavaş kendisi elde edilmesi gereken bir amaç hâline geldi. Öyle oldu ki Ak Parti 2002’de
tek başına iktidar olunca kendini İslâmcı görenler demokrat olduklarını,
demokrasinin tek kurtuluş reçetesi olduğunu söyleyerek geçmiş söylemlerini
yalanladılar. Yerel ve genel seçimlerde aday olmak, makam, mevki ve ihale
peşinde meclis koridorlarını aşındırmak için sıraya girdiler. AK Parti’nin
2007’de 27 Nisan e-muhtırasına karşı dik durması, 2009’daki “One Minute”,
2010’daki Mavi Marmara olayı ve Anayasa referandumu savrulmayan birçok İslâmi
grup için sisteme meyletme gerekçesi kabul edildi.
1960’lı yıllardan
bugüne kadar geçen 60 yıla dönüp baktığımızda Müslümanlar para, imkân, güç,
makam elde ettikçe değiştiklerini, sistemin ise daha kalıcı hâle geldiğini
görüyoruz. Bir araç olarak görülen siyaset ve dahası zamanla bir amaç hâline
getirildi. Değiştirilmesi gereken sistem değişmedi daha da kalıcı hâle geldi ve
Müslümanlar sistemi savunur hâle getirildi. Değişmemesi gereken Müslümanlar ise
sürekli savruldu, tavizler verildi ve esaslarından uzaklaştı. Başlangıç
noktasından gelinen nokta birbirinden o kadar farklı idi ki değişen sadece
partiler, cemaatler değil Müslümanların içinde bulunduğu koca bir toplum
olmuştu!
Gelinen noktada
kendini İslâmcı görenler, artık kendi yaptıklarından rahatsız olduklarını ifade
eder hâle geldiler. 1980’li yıllarda yaygın kullanılan her iktidar kendi
zenginini oluşturur mantığı AK Parti ve İslâmcılar içinde bir hakikatti.
Kapital sermayeye karşı gelinecekti ancak yakınlara tanınan imtiyaz ve nice
yolsuzluklarla yeni bir sermaye sınıfı oluşturuldu. Sonra gelen gideni aratır
mantığı birçok alanda dillendirildi. Adalet sarayları el değiştirdi, dün
Kemalist laik kesim zulmederken bugün demokrat muhafazakâr kesim zulmeder hâle
geldi. Gerekçeler değişse de zulüm değişmedi. Daru’l Erkamlarda başlayan
mücadele beş yıldızlı otellere, saraylara, villalara taşınamadı. Önce evler
sonra arabalar daha sonra mahalleler ve en sonunda düşünceler değiştirildi.
Mücahitler ilk önce
sandık müşahiti daha sonra da müteahhit oldular. AVM, büyük mağazalar,
markalar, modalar takip edildi hayat tarzları değiştirildi. Ahiret merkezli
yaşamayanlar dünyaya yöneldi ve ellerindekini kaybetmekten hep çekindi, korktu.
Başlar kapatıldı ama tesettürlülerin sayısı azaldı. Sözde faizsiz bankacılık çoğaldı
ama faiz yiyenlerin sayısı daha da çoğaldı. Ümmetçi olan abiler, hocalar ulus
devletçi, milliyetçi, liberal, demokrat, modernist oldu. Düşman görülen
simgeler, kavramlar, fikirler kabul edildi. Hatta Kemalizm eleştirisi yapmak
yasaklandı, gerçek Atatürkçü olmak için yeni tanımlamalar yapıldı, Anıtkabir
ziyaretleri düzenlendi. Şer’î hükümlerin yerini dünya standartları, şartlar,
imkânlar aldı. İslâm’a aykırı davrananlar reel politikçi, akıllı, siyaseti
okuyan, zamanın ruhuna uyan, planlı olarak nitelendirildi ancak partiye,
cemaatin kurallarına, lidere karşı gelenler ihanet ile suçlandı. Kendi elleri
ile şekil verdikleri zulüm sisteminde artık dünkü dava kardeşlerine bile yer
yoktu. Aynı dava için yola çıkanlar “Bu ülkede bize ekmek yok” diyecek duruma
düştü. 40-50 yıl iktidar olmak için her şeyden yavaş yavaş taviz verenler,
kendilerini yok edenler keşke iktidar olmasaydık, iktidar bize yaramadı,
dünyaya daldık demeye başladılar.
En zor zamanlarda,
zor şartlarda büyük samimiyet ve fedakârlıkla verilen mücadeleler
kaybedilmişti. Verilen sözler tutulmamış, Allah ve Rasulü’nün emir ve nehiyleri
unutulmuştu. Taviz tavizi doğurmuş zamanla tavizler esas kabul edilmişti. Zulme
karşı gelmek için yola çıkanlar zalim olmuştu...
Hani söz vermiştik âlem-i
ervahta
Yaratıcı rızık
verici ve yegâne kanuna koyucu olarak
Allah’tan başka
İlah önder olarak da Onun Rasulü’nden başkasını tanımayacaktık
Hani söz vermiştik
Erkam’ın evinde,
Hangi şart ve
ortamda olursa olsun İlay-ı Kelimetullah misyonunu yürütecek
Musibetlerden yılmayacak
hiçbir tehditten korkamayacak,
Gerekirse ölümlerin
en güzeline talip olacaktık
Rabbani davayı
elden ele gönülden gönüle balçıkla sıvanmayan hakikat güneşini
Cihadsız ve
şehadetsiz bırakarak lekelemeyecektik
Hani söz vermiştik
Medine’de
Hani söz vermiştik
dünya kardeşliğinin en güzel teşekkül etmeye başladığı Medine’de
Kıyamete kadar tüm Müslümanlar
kardeş olacaktı
Komşusu aç iken
yatan bizden değil düsturuna
Evrensel komşuluk
bildirisine
Kardeşliğin en alt
eşiği olarak bakacaktık...
İşte bu dizeler tam
da bugüne İslâm’dan taviz veren, kendi davalarının gereklerini terk eden
partiler, cemaatler için yazılmıştı.
Neden verilen
sözler tutulmadı, unutuldu. Müslümanlar neden bu kadar dinlerinden,
davalarından uzaklaştı. Nasıl bu hâle gelindi?
Tarih tekerrürden
ibarettir. İlk insanla başlayan hak-batıl mücadelesi kıyamete kadar devam
edecektir. Hak ehli davalarına sahip çıktıkları ve hâkim kıldıkları sürece
Allah’ın izni ile galip geldiler, geleceklerdir. Ancak Müslümanlar davalarına
sahip çıkamadıkları her dönem hem dünyada hem de ahirette sıkıntılı bir hayat
yaşadılar, yaşayacaklardır.
Allah’ın dinine
yardım etmeyen, bu davayı canından, malından, namusundan daha üstün
tutmayanlara Allah’ın bir vaadi yok. Böyle olanlar İslâmi bir cemaat ile
çalışsalar da sohbetlere gitseler de zaman içinde yolda dökülecekler...
Müslümanlar bu yola
çıktıklarında duyguları, niyetleri İslâmiydi ancak fikirleri, metotları
maalesef karma karışıktı. Nasıl bir kitle, parti olmaları gerektiğini
bilmiyorlardı. İslâmi bir mücadelenin nasıl bir metodu olması gerektiğini
bilmiyorlardı. Tamamen vakıaya bir tepki olarak hareket etmişlerdi. Vakıa
değiştikçe kendileri değişti ve güçlü olan zayıf olanı sürekli zayıflatmıştı...
O hâlde meselemiz
her şeye rağmen köşeleri kapmak, tek başına iktidar olmak, sayıları artırmak,
makam ve para elde etmek değildi. Evet elimizden alınan bir şeyler vardı ancak
o alınan şeyler bu saydıklarımız değildi. Bizim en büyük kaybımız Allah rızası
için yaşamak ve şer’î hükümlere uygun hareket etmekti. İslâmi bir hayat ve Hilâfet’i
kurmak için Allah Rasulü’nü her yönü ile örnek almaktı. Taviz verilmesi gereken
şey dinimiz ve davamız değildi. Bizi biz yapan, Allah’ın yardımına mazhar kılan
tek şey Allah’ın dinine, O’nun istediği şekilde yardım etmemizdi. Bu bizim
varlık nedenimizdi. Bugün kaybettiğimiz, tekrar elde etmemiz gereken şey işte
tam da buydu!
O hâlde yeniden
Erkam’ın evinde söz vermeliyiz. Allah’ın vahyinden başkasına tabi olmamaya ve İslâmi
bir hayatı inşa etmeye. Tek liderin Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem
olduğu bir kitle, parti oluşturmaya ve O’nun Sünneti’ni takip etmeye söz
vermeliyiz. Her ne olursa olsun, kim ne derse dersin, hangi köşe kapılır veya
kaybedilirse kaybedilsin asla şer’î hükümlerden taviz vermemeye. Hedefimiz
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in tüm insanlığı kurtarmak için
kurduğu ve kurulacağını müjdelediği Râşidî Hilâfet olmalı...
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış