İSLÂM’IN ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BUGÜN UYGULANABİLİR Mİ?

Haluk Özdoğan

Kuşkusuz bu başlık altında bir yazı kaleme almış olmak, Müslümanların bugün yaşadığı sahipsizlik kadar acı verici bir durumdur. Aynı şekilde İslâm’a inanan bir halka, İslâm’ın çözümlerinin bugün de uygulanabilir oluşunu izah etmek, ağırlıklı olarak gayrimüslimlerin yaşadığı bir beldede izah etmeye çalışmaktan daha vahimdir. Çünkü Müslümanlara bugünkü sahipsizliğinden kurtuluşunun zaten sahip oldukları ve iman ettikleri İslâm akidesinden fışkırmış çözümlerin uygulanmasıyla mümkün olacağını ifade ediyor oluşumuz, ümmette var olan genel bir geçici hafıza kaybının ve hadarat kimliğinden arızi/sıra dışı olarak ne denli uzaklaştırılmış olduğunun işaretlerini veriyor maalesef.

Burada hadarattan kastettiğimiz husus, bir ümmetin akidesinden/hayata bakışından kaynaklanan mefhumlarının tümüdür ki bir hayat görüşü etrafında toplanmış ümmetin, özünü/cevherî gücünü, kültürel kodlarını, yaşam tarzını, mutluluk anlayışını, hayattaki vizyonunu kısacası bir ümmeti ayakta tutan değerler bütününü ifade eder.

Öyle ki; bir ümmetin başına gelebileceklerin en tehlikelisi hadarat kimliğini kaybetmesidir. Hadarat kimliği herhangi bir toplumun sahip olduğu en kıymetli değerdir. Zira toplumlar uykularını kaçıran, toplumların huzurunu bozan ve sıkıntıya sürükleyen çeşitli felaketlerle karşılaşmıştır. Ancak hadarat kimliğini ve şahsiyetini idrak etmiş toplum, bağlı olduğu hadarat, hayatın çeşitli şekillerdeki sorunlarına karşı koymaya yetecek nitelikte dinamiklere ve çözümlere sahip olduğu sürece, onu tahrik eden ve hesaplaşmaya çağıran bu felaketlere karşı koymaya güç yetirebilir.

Velakin bu bunalımlar ve felaketler, -toplumu bir araya getiren özünden, kimliğinden, şahsiyetinden ve varlığının dinamiklerinden gafil olduğunda- birbiri ardına toplumu yerle bir olmuş bir hâlde mahvedene kadar düzenini bozar. Belki de toplumun insan hadaratları haritasından silinmesine yol açar.

Uzun tarihi boyunca İslâm ümmetinin başına çokça sıkıntı ve bunalımlar gelmiştir. Hatta gözlerin yaşa boğulduğu, utanç verici düşüş merhalelerinden geçmiştir. Bu tarih merhaleleri Abbasi halifelerinin zayıfladığı dönemden beri başlayan, siyasi olarak parçalanmaya şahit olmuştur. Ayrıca haçlı saldırıları karşısında bazı bölgeleri düşmüştür. Hatta Moğol ve Tatar saldırıları karşısında bu bölgelerin çoğu düşmüştür. İslâmi toplum bazı tarih dönemlerinde bazı iktisadi krizlerin ve başka krizlerin sıkıntısını çekmiştir. Ancak bu ümmet, her tökezlemenin ardından, başına gelen felaketle mücadele etmek ve rahatsızlık veren problem ve bunalımları çözüme kavuşturmak üzere, sarsılmaz akidesine binaen ve akidesinin kültürel ve teşri/yasama sistemi, hadarat şahsiyeti yoluyla, uluslararası alandaki liderlik rolü ve hakim konumunu tekrar elde etmek üzere silkinip kendine geliyordu. Belki de Osmanlı Devleti’nin başları, ümmetin uyuşukluk, durgunluk ve gerileme merhalelerinden sonra geçirdiği kalkınma hamlelerinin, en bariz olanıydı.

Bir bütün olarak hadarat varlıklarını ortadan kaldırabilecek türden -özellikle de Moğol ve Tatar- ümmetin başına gelen bazı felaketler olmuştur. Hadarat kimliğine ilişkin ümmetin bir uyanıklığı olmasa bile, ümmetimiz tarih denizinin bir gemisi olarak sonraki yüzyıllar boyunca seyrini yeniden sürdürmüştür.

Ancak 19. yüzyılın başından itibaren bu ümmetin başına daha önce gelmeyen; felaketlerin, en büyüğü gelmiştir. Bu, ümmetin kılıç, mızrak ve askerî gereçten başka bir şekilde karşısına çıkabilecek bir düşman tanımadan geçirdiği yüzyıllar sonra, İslâmi ümmeti savaş sahasına çağıran rakip bir hadaratın belirdiği zaman dilimidir. Nitekim İslâm’ın doğuşundan ilk Abbasi dönemlerine ulaşıncaya kadar İslâmi ümmetin giriştiği ve Yunan, Roma, Fars ve bunlardan başka diğer hadaratların İslâmi hadarat kalesi karşısında yere serilerek yıkıldığı hadarat savaşlarından sonra, İslâmi toplum fikrini kışkırtarak harekete geçirecek savaş sahası boş kalmıştır. Öyle ki hadaratları Müslümanlara tarihin son hadaratı gibi görünüyordu. İslâmi ümmetin çevresinde yalnızca cahil halklar dışında herhangi bir öneme sahip hadarat mesajı kalmamış gibi görünüyordu. Böylece İslâmi Devlet’in, ülkeleri fethedip bu beldeleri daru’l İslâm’a ilhak etmek üzere, cihadı durdurduğu anda kusur işleyeceği şuuruyla birlikte, daru’l İslâm çevresindeki halklardan birinin askerî düşmanlık yaparak oluşturabileceği herhangi bir maddi tehlikeye karşı toplumunu korumak üzere, teyakkuz hâlinde olmaktan başka bir durumda olmasını gerektirecek bir husus kalmamıştır.

Ancak muasır Batı hadaratının siyasi varlıklarını kurarak, ayırt edici özelliklerini tamamladıktan sonra tarih sahnesinde ortaya çıkması, bu ümmetin karşısına çıkan en tehlikeli meydan okuma olmuştur. İşte bu hadarat, bu defa İslâmi ümmete meydan okuyarak, hadarat ve kültürel anlamda savaşma girişiminde bulunan hadarattır. Düşünmede donakalmış, fikrî canlılığın bulunmadığı, diniyle, nizamıyla, yaşama tarzıyla ve devletinin heybetiyle iftihar ederek, geçmiş fakihler ve ulemadan devraldıklarıyla yaşayan, varlığını sarsan düşüş faktörlerine karşı basiretsiz bir toplumla karşılaşmış olması, bu hususta söz konusu hadarata yardımcı oldu. Böylece bu hadaratla İslâm’a, İslâm’ın hadaratına, hükümlerine, çözümlerine, nizamlarına ve yaşama tarzına saldıran, fikrî eleştiri ile darbe indirmeye başladı. Nitekim bu doğal olarak, Batı hadaratının hücum durumunda, İslâmi ümmetin ise savunma durumunda olmasına yol açtı.

Şüphesiz Batı, İslâmi ümmetin hadarat kimliğini yok etmeyi hedeflemiştir. Zira İslâm ümmetiyle yüzyıllar süren çatışmadan sonra, “İslâmi bir ümmet” vasfıyla savaştığı sürece İslâmi ümmetin askeri ve maddi olarak yenilemez olduğunu kesin olarak idrak etmiştir. Bu nedenle onu İslâmi bir ümmet hüviyetinden uzaklaştırmaya karar verildi. Bu gaye uğrunda çeşitli araçlar benimsendi. Tesir bakımından “hadarat kaynaşması” konusu en belirgin ve en etkililerinden biriydi.

Hadaratların doğuşu hakkında, herhangi bir hadaratın doğuşunun ancak çeşitli hadaratların kaynaşmasının sonucu olduğunu, bir hadaratın ancak başka hadaratlardan elde edildiği ve öncesindeki hadaratın eseriyle zenginleştiğini, tarzları eşit oluncaya kadar ilişkide olduğu diğer hadaratların kültüründen beslenip asimile olduğunu, hiçbir hadaratın çevresindeki hadaratlardan soyutlanmış bir şekilde devam edemeyeceğini, kendi içine kapandığında ise ölümüne ve yok oluşuna hükmetmiş olacağı şeklinde tekrarlanan teraneyi sık sık dinlemişiz ve okumuşuzdur.

İşte bu teraneye meftun olmuş zamanın sözde aydınları ve siyasi/askerî kadroları, Batı’nın aydınlanma felsefesini kendilerine rehber edinip, Batı’nın gönüllü hizmetçisi olarak, İslâm ümmetinin hadarat kimliğinin yok edilmesi hedefinde etkin rol oynamışlardır. Osmanlı Hilâfet Devleti’nin fikren zayıf düşmesi nedeniyle 18. yüzyıl itibariyle Batı’dan sadece kanunlar ithal etmesi yeterli görülmeyip, mesele İslâm ümmetinin siyasi varlığı olan Hilâfet’in ilga edilerek dini hayattan ayırma esasına dayanan laik bir devlet kurulması noktasına kadar taşınmıştır. Eğitim-öğretim sistemi de bu laiklik prensibi doğrultusunda dizayn edilerek, İslâm ciltler dolusu kitaplarda yazılı, hayattan kopuk bir ilahiyat/teoloji konusu yapılmış, bu sayede de İslâm, sadece mugayyebat konularıyla ilgilenen yeryüzündeki dinlerden bir din hâline getirilmek istenmiştir. Ne yazık ki bu nedenle günümüzde Müslümanlar, İslâmi fikirleri anlarken veya öğrenirken tatbik edilmesi gerektiğini ve hayatlarını düzenleyici birer esaslar şeklinde kavramıyorlar.

Bugün de İslâmi ümmetin içinde bulunduğu bu sarsıntıdan İslâm hadaratıyla kurtulmasını engellemeye ya da daha doğrusu geciktirmeye çalışan, siyasilerden, akademisyenlerden, ilahiyat camiasından, sözde yazar, gazeteci ve araştırmacı etiketi ile topluma sunulan kimselerden geniş yelpazede bir kesim her vesileyle, İslâm’ın “çağın gerisinde kaldığı”, “günümüzde uygulanamayacağı” vehimlerini Müslümanlar arasında yaygınlaştırma gayreti içerisindedirler. Bazıları uygulanır durumdaki sistemin pratik deneyimler ve gerçek olaylardan fışkıran, bir sistem olduğunu dile getirerek, şunu ortaya atmaktadır. “Mevcut sistem, pozitivist/vakıacı kanun ve yönetmeliklerden fışkıran idari ve siyasi düzenlemelerin yanı sıra, uluslararası anlaşmalar, uluslararası olaylar, pratik tecrübeler ve parasal sistem bakımından ise dış düzeyde ticari işlemlerin koordinasyonunda tüccarların kullandığı yollara, dayanmaktadır. Böylelikle, uluslararası para sistemi de dahil olmak üzere, tamamı insan aklına, hatalarından yararlanarak insan tecrübelerine dayanan, idari ve siyasi düzenlemelerle olmaktadır.”  Bunun için de bu kimseler mevcut sistemi, realite olarak kabul etmektedir.

Bu gibi idari, siyasi, hukuki ve mâli kanun koyucular, herhangi bir meseleyi araştırmada yaklaşımın, insan odaklı olması gerektiğini ve problemin insanın problemi olduğunu, problemin mâli veya idari veya siyasi bir problem olmadığını anlayamadılar. Problem ancak, insan olması bakımından insanın problemidir. Bu da İnsan olması bakımından ister mâli ister hukuki ister siyasi isterse de toplumsal olsun, insanın problemlerinin çözümü için, hakemliğine başvurulması ve bağlı kalınması bakımından insanın yaratıcısının koyduğu hükümlerine müracaat edilmesi gerektiği anlamına gelir. Bunların hepsi insanın problemidir ve insanın problemi olduğu esası üzere incelenir. Bu da İslâm hükümleri ve İslâm nizamı olarak, insanın yaratıcısının indirdiği hükümlere iman edip, bağlı kalmayı gerektirir.

اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًاۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ۜ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُۜ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ

“Şüphesiz sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra arşı kuşatan Allah'tır. O, geceyi kendisini durmadan kovalayan gündüze örter. Güneş, ay ve yıldızları kendi buyruğuna boyun eğmiş olarak var eden O'dur. Dikkat edin! Yaratma ve emir O'na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah pek yücedir.”[1]

Yine şöyle söyleyenler vardır: “Herhangi bir ortamda doğru olan nizam, başka bir ortama geçildiğinde doğru olmayabileceğinden zaman ve mekânın göreceliliği yasasına tâbi olan herhangi bir husus gibi, geçmişte iyi bir şekilde yürüyen sistem, belki artık günümüzde iyi bir şekilde yürümeyecektir.”

Ancak ne var ki herhangi bir sistem, ancak insan ilişkilerini düzenlemek ve problemlerini çözmek ve işlerini gütmek için vardır. İnsanın problemleri ise her ne kadar çoğalsa ve çeşitlense de, ister mâli ve iktisadi problemler, ister toplumsal ve siyasi problemler olsalar bile, insanın problemleri olarak kalır. Allah’ın yeryüzüne ve üzerindekilere varis kıldığı kadar eski zamanlardan beri insan değişmedi. Allah onu eşit birer beşer olarak yarattı. Bunun için onun problemleri insanlığıyla yani, fıtratıyla sınırlı kalmaktadır. Yani, içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarından kaynaklanan problemleri başkalaşmadı veya değişmedi veya da dönüşmedi. İnsan, zaman ve mekânın göreceliliği yasasına uymak zorunda da değildir. Zaman ve mekânın göreceliliği yasasının etkisi yalnızca vesile ve üsluplarda olur. Problemleri çözüme kavuşturan ve işleri güden hükümler ise değişmez. Bu yasaya tâbi de değildir. Vesile ve üsluplar ise yerine getirme veya uygulama esnasında şer’î hükmün ya da kanunun uygulanmasını kolaylaştırmak için bir tercih olarak seçilen, araçlar ve durumlardır.

Kuşkusuz bu önermelerin nedeni, sömürgeci kâfir Batı ve yerli uzantılarının, 95 yıldır arızi/sıra dışı olarak bir devleti olmasa da Batı hadaratı karşısında yegâne alternatif bir ideoloji olduğundan, İslâm’ın, Batı’nın uykularını kaçıran bir tehdit hâline gelmesidir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo kendileri açısından bu tehlikeyi şöyle ifade etmektedir: “Tehlike hakkında son bir şey söylemek gerekirse Amerika’yı tehdit eden şey, İslâm’ın tek yol, aydınlık geleceğin ve her şeyin cevabının onda olduğuna derinden inanan insanlar tarafından oluşturuluyor.”

Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

يُر۪يدُونَ اَنْ يُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُون هُوَ الَّذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۙ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ

“Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Ancak kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır. Müşrikler istemese de O dini (İslâm'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur.”[2]

Evet İslâm, zaman ve mekân ne kadar değişirse değişsin, dönüşmeyen ve değişmeyen sabit bir renge bürünerek yaşamayı Müslümanlara farz kılmasıyla, seçkinlik bakımından kendi dışındaki tüm hayat tarzlarından ayrılan özel bir hayat tarzıdır. Bu özel tarza bağlı olmayı Müslümanlara öyle zorunlu kılar ki fikrî ve nefsî olarak ancak bu belirli yaşam biçimi, Müslümanları tam bir huzura kavuşturur ve ancak onda mutluluğu idrak ederler.

İslâm hayata ilişkin belirli bir bakış açısını biçimlendiren mefhumlar toplamı olarak gelmiştir. Yani genel anlamda insanın hayata dair problemlerini çözen genel hatlar şeklinde gelmiştir. Bu genel hatlardan insanın karşılaştığı tüm problemlere çözüm, fiilî olarak istinbat edilir. Ayrıca İslâm tüm çözümleri, hayat hakkındaki tüm fikirlerin altında sınıflandığı ve diğer tüm fikirlerin üzerine bina edildiği, bir ölçü olarak benimsenen fikrî bir kaideye dayandırmıştır. Aynı şekilde, akideden fışkıran çözümler, fikirler ve görüşler, genel hatlardan istinbat edilmiş hükümler hâline gelmiştir.

Ne var ki İslâm, insan için fikirleri belirlemiştir ancak aklını sınırlandırmamış hatta serbest bırakmıştır. (Böylece hak ve batılı kendisi seçebilsin.)

Ayrıca İslâm insanın hayattaki davranışını belirli fikirlere bağlı kılmış, ancak insanı kısıtlamamış bilakis serbest bırakmıştır. (Böylece düşük davranış ve yüksek davranış arasında seçim yapabilsin.)

Bu nedenle Müslüman’ın dünya hayatına bakışı iyimser, (dünyadan el etek çekmiş bir vaziyette değil, gerçekleştirmek istediği hedefleri, beklentileri olan) gerçeğe uygun bir ciddiyete sahip (hayali değil, insanın vakıasına uygun bir ciddiyet) bir bakıştır ve bir gaye olmaya uygun olmayan, dünya hayatına gaye olması bakımından değil, dünya hayatından elde edilmesi gerekenler bakımından, hak ettiği kadar değer verme üzere oldu. Zira Müslüman, Allah’ın (dünya hayatında var ettiği ve insanın hizmetine sunduğu) rızkından yediği ve kulları için çıkardığı ziynetinden ve temiz/güzel rızıklarından faydalandığı, yeryüzündeki nimetleri elde etmeye çabalarken, dünyanın ancak geçici bir yer, ahiretin ise kalıcı ve ebedi bir yer olduğunu idrak eder.

İslâm’ın hükümleri, insanın namaz ile ilgili konuları ele aldığı gibi, özel bir metotla alışverişe ilişkin konuları ele alacak, zekâta ilişkin meseleleri ele aldığı gibi, yine özel bir metotla evlilik problemlerini çözecek, hacc konularını beyan ettiği gibi, mal sahibi olma ve harcama keyfiyetini beyan edecek, dualar ve ibadetleri ayrıntılı olarak açıkladığı gibi, sözleşmeler ve bireyler arası muamelatı özel bir metotla ayrıntılı bir biçimde açıklayacak şekilde gelmiştir. Cehennem azabını ve cennet nimetlerini açıkladığı gibi hadler, cinayetler ve diğer cezaları da açıklar. Ayrıca Allah’ın rızasını gözeterek, kendi isteği ile hükümleri uygulamasını işaret ettiği gibi, yönetim şeklini ve metodunu da özel bir tarzda gösterir. İnsana İslâm davetinin dünyaya taşınmasını tastamam gösterdiği gibi, devletin diğer devletler, halklar ve ümmetlerle ilişkisini de gösterir. İnsanlar nezdinde güzel sıfatlar olduğu için değil, Allah nezdinde hükümlerden olmaları itibariyle, insanın yüce sıfatlarla sıfatlanmasını yükümlü kılar.

Nitekim İslâm, Allah ile ilişkisini düzenlediği gibi insanın kendisiyle ve diğer insanlarla tüm ilişkilerini düzenlemesi sebebiyle, bir fikirler ve çözümler sistemi şeklinde gelmiştir. Böylece insan, bu dünya hayatında harekete sevk eden belirli bir etkenle (İslâm akidesi) ve sınırlandırılmış (Allah’ın emir ve yasakları yani İslâmi mefhumlarla) belirli bir doğrultuda ve de sınırlandırılmış belirli bir gayeye doğru seyretmekle mükellef olmuştur.

İslâm bu doğrultudan kıl kadar sapmaları durumunda kaçınılmaz olarak biriyle karşılaşacakları dünyadaki sert bir cezadan sakındırdığı gibi, ahiret hayatındaki elim bir azaptan da sakındırarak insanları sadece bu hayat tarzına bağlı olmakla zorunlu tutmuştur.

Bunun için de Müslüman öyle belirli bir seyirle hareket eder ki bu hayatta İslâm akidesini benimsemesinden dolayı ve İslâm’ın hükümlerine bağlı bir şekilde Allah’ın emir ve nehiylerine itaati gereği belli bir tarzda, belli bir yaşayışla yaşar.

Bu sebeple hayatı belirli bir şekilde anlayarak ve belirli bir doğrultuda hareket ederek yaşamanın bu özel türü, her bir Müslüman’a yani tüm Müslümanlara kaçınılmaz bir şekilde farz kılınmış bir husustur.

Bu yaşam tarzı İslâm tarafından apaçık, şüphe içermeyecek bir şekilde Kitap ve Sünnet’te, İslâm akidesi ve şer’î hükümler olarak beyan edilmiştir.

İşte bu sebeple de İslâm, sadece ruhi din olmayıp, ilahiyatla ilgili veya kehanetçi mefhumlar (hayattan kopuk ve hayali) da değildir. O, ancak her bir Müslüman’a veya tüm Müslümanlara hayatlarının bir tek bu istikamete göre olması gereken, belirli bir yaşama biçimidir.

وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرٰى لِلْمُسْلِم۪ينَ۟

“Biz Kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.”[3]

Öyleyse başlı başına hayatın tüm yönlerini kuşatan ruhi-siyasi bir akide ve hayat nizamı olan İslâm’ın bugün hayat sahnesinde geçmişte olduğu gibi dünyanın gözünün kulağının dikkat kesildiği merkezi konumu, fikrî liderlik, hadarat ve medeniyetin beşiği olarak işaret edilmeyişinin nedeni, İslâm’ın çözümlerinin topyekûn uygulayıp, yeniden tüm insanlığa huzur ve adalet mesajını yayacak İslâmi ümmetin siyasi varlığının henüz bulunmuyor oluşudur ki bu tekrarla ifade ettiğimiz gibi, geçici, arızi bir durumdur. Çünkü İslâmi ümmet, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’de kurduğu İslâm Devleti’nden sonra, son yaşanan 95 yıl dışında yeryüzünde siyasi varlığı olmadan bir gün geçirmemiştir.

Hilâfet’in ilga edildiği Miladi 3 Mart 1924 tarihinde yaşanan şokun hemen ardından İslâmi ümmet, bu durumdan kurtulmak üzere yeniden harekete geçmiş, çeşitli kalkınma arayışlarına yönelmiştir. Çok geçmeden İslâmi ümmet, İslâmi fikirler etrafında fikrî ve siyasi çalışma yapan bir kitleleşme ile Hizb-ut Tahrir ile tanışmıştır. Bünyesinde yetiştirdiği nice müçtehit âlimler ve nitelikli düşünür-siyasi gençleriyle Hizb-ut Tahrir kurulduğu günden bugüne, belirlediği “zamana ve mekâna” yenik düşmeyen Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metodundan zerre sapma göstermeden, karşılaşılan vakıalar hakkındaki İslâmi görüşlerini gecikmeksizin hatta İslâmi ümmet üzerine kurgulanan senaryoları önceden sezip İslâmi ümmete işaret ederek, türlü karalama ve engelleme kampanyalarına, gençlerinin hapis, işkence ve türlü eziyetlerle karşılaşmasına rağmen, yılmadan ve hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan, çalışmalarını hız kesmeden sürdürmüş, İslâmi fikirlerin ve metodunun cisimleştiği İslâmi siyasi bir kitle olarak, İslâmi ümmetin teveccühünü kazanmış ve İslâmi ümmet onu bağrına basmıştır. O’nun İslâm kültüründen benimsediği fikirler, hükümler ve görüşler sadece İslâmi ümmette, İslâmi çözümlerin bugün de uygulanabileceğine ilişkin sağlam bir irade ve siyasi uyanıklığı açığa çıkarmakla kalmamış, kâfir sömürgeci devletlerin siyasi ortamlarının da dikkat kesildiği, hesaba kattığı, uykularını kaçıran küresel çapta İslâmi fikrî kalkınmanın adresi olmuştur. Allah’ın izniyle, ümmette meydana gelen İslâmi fikrî ve siyasi uyanıklık, Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın vaadi ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesi olan II. Râşidî Hilâfet’le de İslâm’ın tatbiki yeniden fiilî bir duruma yani asli durumuna dönecektir.



[1] A’raf Suresi 54

[2] Tevbe Suresi 32-33

[3] Nahl Suresi 89


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz