Kuşkusuz bu başlık
altında bir yazı kaleme almış olmak, Müslümanların bugün yaşadığı sahipsizlik kadar
acı verici bir durumdur. Aynı şekilde İslâm’a inanan bir halka, İslâm’ın
çözümlerinin bugün de uygulanabilir oluşunu izah etmek, ağırlıklı olarak gayrimüslimlerin
yaşadığı bir beldede izah etmeye çalışmaktan daha vahimdir. Çünkü Müslümanlara
bugünkü sahipsizliğinden kurtuluşunun zaten sahip oldukları ve iman ettikleri İslâm
akidesinden fışkırmış çözümlerin uygulanmasıyla mümkün olacağını ifade ediyor
oluşumuz, ümmette var olan genel bir geçici hafıza kaybının ve hadarat kimliğinden
arızi/sıra dışı olarak ne denli uzaklaştırılmış olduğunun işaretlerini veriyor
maalesef.
Burada hadarattan
kastettiğimiz husus, bir ümmetin akidesinden/hayata bakışından kaynaklanan
mefhumlarının tümüdür ki bir hayat görüşü etrafında toplanmış ümmetin,
özünü/cevherî gücünü, kültürel kodlarını, yaşam tarzını, mutluluk anlayışını,
hayattaki vizyonunu kısacası bir ümmeti ayakta tutan değerler bütününü ifade
eder.
Öyle ki; bir ümmetin
başına gelebileceklerin en tehlikelisi hadarat kimliğini kaybetmesidir. Hadarat
kimliği herhangi bir toplumun sahip olduğu en kıymetli değerdir. Zira toplumlar
uykularını kaçıran, toplumların huzurunu bozan ve sıkıntıya sürükleyen çeşitli
felaketlerle karşılaşmıştır. Ancak hadarat kimliğini ve şahsiyetini idrak etmiş
toplum, bağlı olduğu hadarat, hayatın çeşitli şekillerdeki sorunlarına karşı
koymaya yetecek nitelikte dinamiklere ve çözümlere sahip olduğu sürece, onu
tahrik eden ve hesaplaşmaya çağıran bu felaketlere karşı koymaya güç
yetirebilir.
Velakin bu
bunalımlar ve felaketler, -toplumu bir araya getiren özünden, kimliğinden,
şahsiyetinden ve varlığının dinamiklerinden gafil olduğunda- birbiri ardına
toplumu yerle bir olmuş bir hâlde mahvedene kadar düzenini bozar. Belki de
toplumun insan hadaratları haritasından silinmesine yol açar.
Uzun tarihi boyunca
İslâm ümmetinin başına çokça sıkıntı ve bunalımlar gelmiştir. Hatta gözlerin
yaşa boğulduğu, utanç verici düşüş merhalelerinden geçmiştir. Bu tarih merhaleleri
Abbasi halifelerinin zayıfladığı dönemden beri başlayan, siyasi olarak
parçalanmaya şahit olmuştur. Ayrıca haçlı saldırıları karşısında bazı bölgeleri
düşmüştür. Hatta Moğol ve Tatar saldırıları karşısında bu bölgelerin çoğu
düşmüştür. İslâmi toplum bazı tarih dönemlerinde bazı iktisadi krizlerin ve
başka krizlerin sıkıntısını çekmiştir. Ancak bu ümmet, her tökezlemenin
ardından, başına gelen felaketle mücadele etmek ve rahatsızlık veren problem ve
bunalımları çözüme kavuşturmak üzere, sarsılmaz akidesine binaen ve akidesinin
kültürel ve teşri/yasama sistemi, hadarat şahsiyeti yoluyla, uluslararası
alandaki liderlik rolü ve hakim konumunu tekrar elde etmek üzere silkinip
kendine geliyordu. Belki de Osmanlı Devleti’nin başları, ümmetin uyuşukluk, durgunluk
ve gerileme merhalelerinden sonra geçirdiği kalkınma hamlelerinin, en bariz
olanıydı.
Bir bütün olarak
hadarat varlıklarını ortadan kaldırabilecek türden -özellikle de Moğol ve
Tatar- ümmetin başına gelen bazı felaketler olmuştur. Hadarat kimliğine ilişkin
ümmetin bir uyanıklığı olmasa bile, ümmetimiz tarih denizinin bir gemisi olarak
sonraki yüzyıllar boyunca seyrini yeniden sürdürmüştür.
Ancak 19. yüzyılın
başından itibaren bu ümmetin başına daha önce gelmeyen; felaketlerin, en büyüğü
gelmiştir. Bu, ümmetin kılıç, mızrak ve askerî gereçten başka bir şekilde
karşısına çıkabilecek bir düşman tanımadan geçirdiği yüzyıllar sonra, İslâmi
ümmeti savaş sahasına çağıran rakip bir hadaratın belirdiği zaman dilimidir.
Nitekim İslâm’ın doğuşundan ilk Abbasi dönemlerine ulaşıncaya kadar İslâmi ümmetin
giriştiği ve Yunan, Roma, Fars ve bunlardan başka diğer hadaratların İslâmi hadarat
kalesi karşısında yere serilerek yıkıldığı hadarat savaşlarından sonra, İslâmi
toplum fikrini kışkırtarak harekete geçirecek savaş sahası boş kalmıştır. Öyle ki
hadaratları Müslümanlara tarihin son hadaratı gibi görünüyordu. İslâmi ümmetin
çevresinde yalnızca cahil halklar dışında herhangi bir öneme sahip hadarat
mesajı kalmamış gibi görünüyordu. Böylece İslâmi Devlet’in, ülkeleri fethedip
bu beldeleri daru’l İslâm’a ilhak etmek üzere, cihadı
durdurduğu anda kusur işleyeceği şuuruyla birlikte, daru’l İslâm çevresindeki
halklardan birinin askerî düşmanlık yaparak oluşturabileceği herhangi bir maddi
tehlikeye karşı toplumunu korumak üzere, teyakkuz hâlinde olmaktan başka bir
durumda olmasını gerektirecek bir husus kalmamıştır.
Ancak muasır Batı hadaratının
siyasi varlıklarını kurarak, ayırt edici özelliklerini tamamladıktan sonra
tarih sahnesinde ortaya çıkması, bu ümmetin karşısına çıkan en tehlikeli meydan
okuma olmuştur. İşte bu hadarat, bu defa İslâmi ümmete meydan okuyarak, hadarat
ve kültürel anlamda savaşma girişiminde bulunan hadarattır. Düşünmede
donakalmış, fikrî canlılığın bulunmadığı, diniyle, nizamıyla, yaşama tarzıyla
ve devletinin heybetiyle iftihar ederek, geçmiş fakihler ve ulemadan
devraldıklarıyla yaşayan, varlığını sarsan düşüş faktörlerine karşı basiretsiz
bir toplumla karşılaşmış olması, bu hususta söz konusu hadarata yardımcı oldu.
Böylece bu hadaratla İslâm’a, İslâm’ın hadaratına, hükümlerine, çözümlerine,
nizamlarına ve yaşama tarzına saldıran, fikrî eleştiri ile darbe indirmeye
başladı. Nitekim bu doğal olarak, Batı hadaratının hücum durumunda, İslâmi ümmetin
ise savunma durumunda olmasına yol açtı.
Şüphesiz Batı, İslâmi
ümmetin hadarat kimliğini yok etmeyi hedeflemiştir. Zira İslâm ümmetiyle
yüzyıllar süren çatışmadan sonra, “İslâmi bir ümmet” vasfıyla savaştığı sürece İslâmi
ümmetin askeri ve maddi olarak yenilemez olduğunu kesin olarak idrak etmiştir.
Bu nedenle onu İslâmi bir ümmet hüviyetinden uzaklaştırmaya karar verildi. Bu
gaye uğrunda çeşitli araçlar benimsendi. Tesir bakımından “hadarat kaynaşması”
konusu en belirgin ve en etkililerinden biriydi.
Hadaratların doğuşu
hakkında, herhangi bir hadaratın doğuşunun ancak çeşitli hadaratların
kaynaşmasının sonucu olduğunu, bir hadaratın ancak başka hadaratlardan elde
edildiği ve öncesindeki hadaratın eseriyle zenginleştiğini, tarzları eşit
oluncaya kadar ilişkide olduğu diğer hadaratların kültüründen beslenip asimile
olduğunu, hiçbir hadaratın çevresindeki hadaratlardan soyutlanmış bir şekilde
devam edemeyeceğini, kendi içine kapandığında ise ölümüne ve yok oluşuna
hükmetmiş olacağı şeklinde tekrarlanan teraneyi sık sık dinlemişiz ve
okumuşuzdur.
İşte bu teraneye
meftun olmuş zamanın sözde aydınları ve siyasi/askerî kadroları, Batı’nın
aydınlanma felsefesini kendilerine rehber edinip, Batı’nın gönüllü hizmetçisi
olarak, İslâm ümmetinin hadarat kimliğinin yok edilmesi hedefinde etkin rol
oynamışlardır. Osmanlı Hilâfet Devleti’nin fikren zayıf düşmesi nedeniyle 18.
yüzyıl itibariyle Batı’dan sadece kanunlar ithal etmesi yeterli görülmeyip,
mesele İslâm ümmetinin siyasi varlığı olan Hilâfet’in ilga edilerek dini
hayattan ayırma esasına dayanan laik bir devlet kurulması noktasına kadar
taşınmıştır. Eğitim-öğretim sistemi de bu laiklik prensibi doğrultusunda dizayn
edilerek, İslâm ciltler dolusu kitaplarda yazılı, hayattan kopuk bir
ilahiyat/teoloji konusu yapılmış, bu sayede de İslâm, sadece mugayyebat
konularıyla ilgilenen yeryüzündeki dinlerden bir din hâline getirilmek
istenmiştir. Ne yazık ki bu nedenle günümüzde Müslümanlar, İslâmi fikirleri
anlarken veya öğrenirken tatbik edilmesi gerektiğini ve hayatlarını düzenleyici
birer esaslar şeklinde kavramıyorlar.
Bugün de İslâmi ümmetin
içinde bulunduğu bu sarsıntıdan İslâm hadaratıyla kurtulmasını engellemeye ya
da daha doğrusu geciktirmeye çalışan, siyasilerden, akademisyenlerden, ilahiyat
camiasından, sözde yazar, gazeteci ve araştırmacı etiketi ile topluma sunulan
kimselerden geniş yelpazede bir kesim her vesileyle, İslâm’ın “çağın gerisinde
kaldığı”, “günümüzde uygulanamayacağı” vehimlerini Müslümanlar arasında
yaygınlaştırma gayreti içerisindedirler. Bazıları uygulanır durumdaki sistemin
pratik deneyimler ve gerçek olaylardan fışkıran, bir sistem olduğunu dile
getirerek, şunu ortaya atmaktadır. “Mevcut sistem, pozitivist/vakıacı
kanun ve yönetmeliklerden fışkıran idari ve siyasi düzenlemelerin yanı sıra,
uluslararası anlaşmalar, uluslararası olaylar, pratik tecrübeler ve parasal
sistem bakımından ise dış düzeyde ticari işlemlerin koordinasyonunda
tüccarların kullandığı yollara, dayanmaktadır. Böylelikle, uluslararası para
sistemi de dahil olmak üzere, tamamı insan aklına, hatalarından yararlanarak
insan tecrübelerine dayanan, idari ve siyasi düzenlemelerle olmaktadır.” Bunun için de bu kimseler mevcut sistemi,
realite olarak kabul etmektedir.
Bu gibi idari,
siyasi, hukuki ve mâli kanun koyucular, herhangi bir meseleyi araştırmada
yaklaşımın, insan odaklı olması gerektiğini ve problemin insanın problemi
olduğunu, problemin mâli veya idari veya siyasi bir problem olmadığını
anlayamadılar. Problem ancak, insan olması bakımından insanın problemidir. Bu da
İnsan olması bakımından ister mâli ister hukuki ister siyasi isterse de
toplumsal olsun, insanın problemlerinin çözümü için, hakemliğine başvurulması
ve bağlı kalınması bakımından insanın yaratıcısının koyduğu hükümlerine
müracaat edilmesi gerektiği anlamına gelir. Bunların hepsi insanın problemidir
ve insanın problemi olduğu esası üzere incelenir. Bu da İslâm hükümleri ve İslâm
nizamı olarak, insanın yaratıcısının indirdiği hükümlere iman edip, bağlı
kalmayı gerektirir.
اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي
الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًاۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ
مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ۜ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُۜ تَبَارَكَ اللّٰهُ
رَبُّ الْعَالَم۪ينَ
“Şüphesiz sizin
Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra arşı kuşatan Allah'tır. O,
geceyi kendisini durmadan kovalayan gündüze örter. Güneş, ay ve yıldızları
kendi buyruğuna boyun eğmiş olarak var eden O'dur. Dikkat edin! Yaratma ve emir
O'na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah pek yücedir.”[1]
Yine şöyle
söyleyenler vardır: “Herhangi bir ortamda doğru olan nizam, başka bir ortama
geçildiğinde doğru olmayabileceğinden zaman ve mekânın göreceliliği yasasına tâbi
olan herhangi bir husus gibi, geçmişte iyi bir şekilde yürüyen sistem, belki
artık günümüzde iyi bir şekilde yürümeyecektir.”
Ancak ne var ki
herhangi bir sistem, ancak insan ilişkilerini düzenlemek ve problemlerini
çözmek ve işlerini gütmek için vardır. İnsanın problemleri ise her ne kadar
çoğalsa ve çeşitlense de, ister mâli ve iktisadi problemler, ister toplumsal ve
siyasi problemler olsalar bile, insanın problemleri olarak kalır. Allah’ın
yeryüzüne ve üzerindekilere varis kıldığı kadar eski zamanlardan beri insan
değişmedi. Allah onu eşit birer beşer olarak yarattı. Bunun için onun problemleri
insanlığıyla yani, fıtratıyla sınırlı kalmaktadır. Yani, içgüdü ve uzvi
ihtiyaçlarından kaynaklanan problemleri başkalaşmadı veya değişmedi veya da
dönüşmedi. İnsan, zaman ve mekânın göreceliliği yasasına uymak zorunda da
değildir. Zaman ve mekânın göreceliliği yasasının etkisi yalnızca vesile ve
üsluplarda olur. Problemleri çözüme kavuşturan ve işleri güden hükümler ise
değişmez. Bu yasaya tâbi de değildir. Vesile ve üsluplar ise yerine getirme
veya uygulama esnasında şer’î hükmün ya da kanunun uygulanmasını kolaylaştırmak
için bir tercih olarak seçilen, araçlar ve durumlardır.
Kuşkusuz bu
önermelerin nedeni, sömürgeci kâfir Batı ve yerli uzantılarının, 95 yıldır
arızi/sıra dışı olarak bir devleti olmasa da Batı hadaratı karşısında yegâne
alternatif bir ideoloji olduğundan, İslâm’ın, Batı’nın uykularını kaçıran bir
tehdit hâline gelmesidir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo kendileri
açısından bu tehlikeyi şöyle ifade etmektedir: “Tehlike hakkında son bir şey
söylemek gerekirse Amerika’yı tehdit eden şey, İslâm’ın tek yol, aydınlık
geleceğin ve her şeyin cevabının onda olduğuna derinden inanan insanlar
tarafından oluşturuluyor.”
Allah Subhanehû
ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يُر۪يدُونَ اَنْ يُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ
وَيَأْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُون هُوَ الَّذ۪ٓي اَرْسَلَ
رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۙ
وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ
“Allah'ın nurunu
ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Ancak kâfirler istemese de Allah nurunu
mutlaka tamamlayacaktır. Müşrikler istemese de O dini (İslâm'ı) bütün dinlere
üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur.”[2]
Evet İslâm, zaman
ve mekân ne kadar değişirse değişsin, dönüşmeyen ve değişmeyen sabit bir renge
bürünerek yaşamayı Müslümanlara farz kılmasıyla, seçkinlik bakımından kendi
dışındaki tüm hayat tarzlarından ayrılan özel bir hayat tarzıdır. Bu özel tarza
bağlı olmayı Müslümanlara öyle zorunlu kılar ki fikrî ve nefsî olarak ancak bu
belirli yaşam biçimi, Müslümanları tam bir huzura kavuşturur ve ancak onda
mutluluğu idrak ederler.
İslâm hayata
ilişkin belirli bir bakış açısını biçimlendiren mefhumlar toplamı olarak
gelmiştir. Yani genel anlamda insanın hayata dair problemlerini çözen genel
hatlar şeklinde gelmiştir. Bu genel hatlardan insanın karşılaştığı tüm
problemlere çözüm, fiilî olarak istinbat edilir. Ayrıca İslâm tüm çözümleri,
hayat hakkındaki tüm fikirlerin altında sınıflandığı ve diğer tüm fikirlerin
üzerine bina edildiği, bir ölçü olarak benimsenen fikrî bir kaideye
dayandırmıştır. Aynı şekilde, akideden fışkıran çözümler, fikirler ve görüşler,
genel hatlardan istinbat edilmiş hükümler hâline gelmiştir.
Ne var ki İslâm, insan
için fikirleri belirlemiştir ancak aklını sınırlandırmamış hatta serbest
bırakmıştır. (Böylece hak ve batılı kendisi seçebilsin.)
Ayrıca İslâm
insanın hayattaki davranışını belirli fikirlere bağlı kılmış, ancak insanı
kısıtlamamış bilakis serbest bırakmıştır. (Böylece düşük davranış ve yüksek
davranış arasında seçim yapabilsin.)
Bu nedenle Müslüman’ın
dünya hayatına bakışı iyimser, (dünyadan el etek çekmiş bir vaziyette değil,
gerçekleştirmek istediği hedefleri, beklentileri olan) gerçeğe uygun bir
ciddiyete sahip (hayali değil, insanın vakıasına uygun bir ciddiyet) bir
bakıştır ve bir gaye olmaya uygun olmayan, dünya hayatına gaye olması
bakımından değil, dünya hayatından elde edilmesi gerekenler bakımından, hak
ettiği kadar değer verme üzere oldu. Zira Müslüman, Allah’ın (dünya hayatında
var ettiği ve insanın hizmetine sunduğu) rızkından yediği ve kulları için
çıkardığı ziynetinden ve temiz/güzel rızıklarından faydalandığı, yeryüzündeki
nimetleri elde etmeye çabalarken, dünyanın ancak geçici bir yer, ahiretin ise
kalıcı ve ebedi bir yer olduğunu idrak eder.
İslâm’ın hükümleri,
insanın namaz ile ilgili konuları ele aldığı gibi, özel bir metotla alışverişe
ilişkin konuları ele alacak, zekâta ilişkin meseleleri ele aldığı gibi, yine
özel bir metotla evlilik problemlerini çözecek, hacc konularını beyan ettiği
gibi, mal sahibi olma ve harcama keyfiyetini beyan edecek, dualar ve ibadetleri
ayrıntılı olarak açıkladığı gibi, sözleşmeler ve bireyler arası muamelatı özel
bir metotla ayrıntılı bir biçimde açıklayacak şekilde gelmiştir. Cehennem
azabını ve cennet nimetlerini açıkladığı gibi hadler, cinayetler ve diğer
cezaları da açıklar. Ayrıca Allah’ın rızasını gözeterek, kendi isteği ile
hükümleri uygulamasını işaret ettiği gibi, yönetim şeklini ve metodunu da özel
bir tarzda gösterir. İnsana İslâm davetinin dünyaya taşınmasını tastamam
gösterdiği gibi, devletin diğer devletler, halklar ve ümmetlerle ilişkisini de
gösterir. İnsanlar nezdinde güzel sıfatlar olduğu için değil, Allah nezdinde
hükümlerden olmaları itibariyle, insanın yüce sıfatlarla sıfatlanmasını yükümlü
kılar.
Nitekim İslâm,
Allah ile ilişkisini düzenlediği gibi insanın kendisiyle ve diğer insanlarla
tüm ilişkilerini düzenlemesi sebebiyle, bir fikirler ve çözümler sistemi
şeklinde gelmiştir. Böylece insan, bu dünya hayatında harekete sevk eden
belirli bir etkenle (İslâm akidesi) ve sınırlandırılmış (Allah’ın emir ve
yasakları yani İslâmi mefhumlarla) belirli bir doğrultuda ve de
sınırlandırılmış belirli bir gayeye doğru seyretmekle mükellef olmuştur.
İslâm bu
doğrultudan kıl kadar sapmaları durumunda kaçınılmaz olarak biriyle
karşılaşacakları dünyadaki sert bir cezadan sakındırdığı gibi, ahiret
hayatındaki elim bir azaptan da sakındırarak insanları sadece bu hayat tarzına
bağlı olmakla zorunlu tutmuştur.
Bunun için de
Müslüman öyle belirli bir seyirle hareket eder ki bu hayatta İslâm akidesini
benimsemesinden dolayı ve İslâm’ın hükümlerine bağlı bir şekilde Allah’ın emir
ve nehiylerine itaati gereği belli bir tarzda, belli bir yaşayışla yaşar.
Bu sebeple hayatı
belirli bir şekilde anlayarak ve belirli bir doğrultuda hareket ederek
yaşamanın bu özel türü, her bir Müslüman’a yani tüm Müslümanlara kaçınılmaz bir
şekilde farz kılınmış bir husustur.
Bu yaşam tarzı İslâm
tarafından apaçık, şüphe içermeyecek bir şekilde Kitap ve Sünnet’te, İslâm
akidesi ve şer’î hükümler olarak beyan edilmiştir.
İşte bu sebeple de İslâm,
sadece ruhi din olmayıp, ilahiyatla ilgili veya kehanetçi mefhumlar (hayattan
kopuk ve hayali) da değildir. O, ancak her bir Müslüman’a veya tüm Müslümanlara
hayatlarının bir tek bu istikamete göre olması gereken, belirli bir yaşama
biçimidir.
وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ
وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرٰى لِلْمُسْلِم۪ينَ۟
“Biz Kitabı sana,
her şeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde
olarak indirdik.”[3]
Öyleyse başlı
başına hayatın tüm yönlerini kuşatan ruhi-siyasi bir akide ve hayat nizamı olan
İslâm’ın bugün hayat sahnesinde geçmişte olduğu gibi dünyanın gözünün kulağının
dikkat kesildiği merkezi konumu, fikrî liderlik, hadarat ve medeniyetin beşiği
olarak işaret edilmeyişinin nedeni, İslâm’ın çözümlerinin topyekûn uygulayıp,
yeniden tüm insanlığa huzur ve adalet mesajını yayacak İslâmi ümmetin siyasi
varlığının henüz bulunmuyor oluşudur ki bu tekrarla ifade ettiğimiz gibi,
geçici, arızi bir durumdur. Çünkü İslâmi ümmet, Rasulullah SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in Medine’de kurduğu İslâm Devleti’nden sonra, son yaşanan 95 yıl
dışında yeryüzünde siyasi varlığı olmadan bir gün geçirmemiştir.
Hilâfet’in ilga
edildiği Miladi 3 Mart 1924 tarihinde yaşanan şokun hemen ardından İslâmi ümmet,
bu durumdan kurtulmak üzere yeniden harekete geçmiş, çeşitli kalkınma
arayışlarına yönelmiştir. Çok geçmeden İslâmi ümmet, İslâmi fikirler etrafında
fikrî ve siyasi çalışma yapan bir kitleleşme ile Hizb-ut Tahrir ile
tanışmıştır. Bünyesinde yetiştirdiği nice müçtehit âlimler ve nitelikli
düşünür-siyasi gençleriyle Hizb-ut Tahrir kurulduğu günden bugüne, belirlediği
“zamana ve mekâna” yenik düşmeyen Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
metodundan zerre sapma göstermeden, karşılaşılan vakıalar hakkındaki İslâmi
görüşlerini gecikmeksizin hatta İslâmi ümmet üzerine kurgulanan senaryoları
önceden sezip İslâmi ümmete işaret ederek, türlü karalama ve engelleme
kampanyalarına, gençlerinin hapis, işkence ve türlü eziyetlerle karşılaşmasına
rağmen, yılmadan ve hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan, çalışmalarını hız
kesmeden sürdürmüş, İslâmi fikirlerin ve metodunun cisimleştiği İslâmi siyasi
bir kitle olarak, İslâmi ümmetin teveccühünü kazanmış ve İslâmi ümmet onu
bağrına basmıştır. O’nun İslâm kültüründen benimsediği fikirler, hükümler ve
görüşler sadece İslâmi ümmette, İslâmi çözümlerin bugün de uygulanabileceğine
ilişkin sağlam bir irade ve siyasi uyanıklığı açığa çıkarmakla kalmamış, kâfir
sömürgeci devletlerin siyasi ortamlarının da dikkat kesildiği, hesaba kattığı,
uykularını kaçıran küresel çapta İslâmi fikrî kalkınmanın adresi olmuştur.
Allah’ın izniyle, ümmette meydana gelen İslâmi fikrî ve siyasi uyanıklık, Allah
Subhanehû ve Teâlâ’nın vaadi ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
müjdesi olan II. Râşidî Hilâfet’le de İslâm’ın tatbiki yeniden fiilî bir duruma
yani asli durumuna dönecektir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış