İslâm kültürünün kaynakları Kuran, Sünnet, Sahabe’nin icmaı ve şer’î
kıyastır. Müslümanlar bu kaynaklara
bağlı kaldıkları, hayat nizamı olarak tatbik ettileri sürece asla mağlup
olmadılar ve izzetli yaşadılar. Kâfirler, Müslümanların bu gücünün İslâm’dan kaynaklı
olduğunun farkına vardılar ve Müslümanlar ile İslâm arasına engel çekmek için
harekete geçtiler. Savaş meydanlarında yenemedikleri Müslümanları bâtıl
fikirler ile etkileyip yenebileceklerini düşündüler. Bu yüzden başta hadis, usûl,
fıkıh, tefsir, tarih, dil gibi birçok konuda çalışmalar yaptılar. Bu
çalışmaların neticesinde Allah katından Kur’an’dan başka bir vahyin inmediğini,
Sünnet veya hadislerin uydurulduğunu, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in sıradan bir insan
olduğunu, Kur’an’ın Sünnet olmadan da anlaşılabileceğini, hadis, usûl, fıkıh,
siyer, tefsir, tarih gibi İslâm kültürlerinin ve bu kültürü bizlere ulaştıran Sahabe,
Tabiin ve diğer nesillerin gerekli olmadığını, Kur’an’ın ahlak kitabı olduğunu,
geçmişte uygulanan hükümlerin bugün uygulanamayacağını iddiları ederek
iftiralar attılar.
Müslümanlar bu saldırılara karşı dikkatliydiler
ve İslâmi hayatın etkisi ile bunlardan etkilenmediler. Ancak ne zaman
Müslümanların birliği dağıldı, Osmanlı Hilâfet Devleti yıkıldı, kâfirler tüm
değerlerimize pervasızca saldırdı, değerlerimizi koruyacak bir güç kalmadı. İşte
bundan sonra bu iftiralar Müslümanlar içinde etkili olmaya başladı. Bu etkinin
bir sonucu olarak İslâmi kültür kaynaklarını kabul eden gelenekçilere karşı bu
kültürü kabul etmeyen modernistler ortaya çıktı. Gelenekçilik, İslâm kültürünü kabul eden, geçmişi yok saymayan, Kur’an,
Sünnet, icma, kıyas, usûl, fıkıh, tefsir, siyer gibi kaynakların İslâm’dan
olduğunu, geleneğe bağlı kalmanın kurtuluş olduğunu, bunun dışında bir
anlayışın İslâm’a aykırı olduğunu, İslâm’ın ancak bu şekilde yaşanabileceğini
söyleyen kesimdir. Bu anlayış Müslümanların geneli tarafından kabul edilen ve
sahiplenilen bir anlayıştır.
Modernizm ise Avrupa’da ortaya çıkmış, geleneksel kültürün ve sosyal
hayatın artık ömrünü tamamladığını, bundan dolayı sanattan edebiyata, dinden
hukuka kadar her şeyde, eskiye ait olanı bir kenara bırakıp yeni bir kültür
inşa etmenin gerekliliği esasına dayanır. Modernist kültür ve bu kültür üzerine
bir toplum inşa etmenin öncelikle insanların, tarih ve gelenekle tüm bağlarının
koparılması gerektiğini, bunun ancak böyle gerçekleşeceğini savunurlar.
Modernizm esaslarını oryantalizmden alır. Oryantalizm, Doğu toplumlarının
kültür, dil, din ve halklarının incelendiği Batı kökenli ve Batı merkezli
araştırma alanlarının tümüne verilen ortak isimdir. Genel olarak oryantalizm, tüm
Doğu toplumlarını kapsamakla birlikte, özelde İslâm dünyasının kültürel ve
toplumsal kodlarını çözmek ve bu kodlar üzerine toplumların nasıl
dönüştürüleceğine dair çalışmalar yapmaktadır. Özellikle 19. yüzyılda,
çoğunluğu Yahudi ve Nasrani din adamlarından ve Batılı ülkelerin istihbarat
elemanlarından oluşan oryantalist kadronun, İslâm aleyhine yapmış oldukları
çalışmalar ve ortaya koydukları tespitler, günümüz modernistlerinin ve Sünnet
inkârcılarının lojistik deposu görevi görmüştür. Son yıllarda bu çalışmalar
bazı entellektüeller tarafından sahiplenilmiş ve bazı devletlerinde desteğiyle
tüm Müslüman halk üzerinde uygulanan sosyal/toplumsal bir proje hâline
dönüştürülmüştür.
Yaklaşık yüz yıldır devam eden gelenkçiler ile modernistler arasındaki
tartışmaların arasında kaybolan ilim ve unutturulan İslâmi hayat konusu
toplumun gerçekleri görmesinin önünde büyük bir engel olarak duruyor. Bu öyle
bir tartışma hâline geldi ki insanlar İslâm’ı tartışmalar üzerinden öğrenir oldu.
Akli çıkarımlar, mantık veya kural ve kaideler üzerinden yapılan bu tartışmalar
insanların İslâm’ı anlamasına katkı sunmadı. Toplumlar bu tartışmalardan hayat
sorunlarına dair bir çözüm de bulamadı. Felsefe, mantık, yorum üzerinden
yapılan bu tartışmalarda amaç her ne kadar diğer kesimi ikna etmek olsa da
ilmin ortaya çıkmasına, bu ilim ile amel edilmesine, İslâmi çözümlerin tespit
edilmesi ve tatbik edilmesine değil, kısır tartışmalar yoluyla gayri İslâmi
düşüncelerin yerleşmesine vesile oldu.
Modernistler, geleneksel düşünceye sahip olduğunu söyleyen bazı kesimlerin
ifrat ve tefrit diyebileceğimiz yaklaşımlarını sıçrama tahtası yaptılar.
Onların zayıf delillerini, yorumlarını, tahrif boyutuna ulaşmış uydurmalarını İslâm
kültürü gibi göstererek geleneğin tamamına saldırdılar. Bu kesimlerin varlığı
onları insanlar nezdinde meşrulaştırdı. Mesela; tövbe alarak veya el öperek
cennete girmeyi, kurtarıcı bekleyen ama dünyadan elini eteğini çeken anlayışı, mezarlardan
medet umanları, teknolojiye karşı çıkanları örnek göstererek geleneğin yanlış
olduğunu ıspatlamaya çalıştılar. Gelenekçilerin çoğunluğu ise onları İslâmi
esasları kabul etmemeleri ve oryantalizmden beslenmelerinden dolayı ret etti,
eleştirdi. Bu şekilde bu tartışmalar devam etti. Bu tartışmalar pratik vakıanın
çözümleri değil teorinin tartışması şeklinde devam etti. İnsanlar bu
tartışmalar üzerinden İslâm’ı anlamaya ve taraf olmaya yöneldi. İslâm’ın
anlaşılması, kabul edilmesi, çözümler. asıl gündem olması, konuşulması gereken
şeyler konuşulamadı.
Modernistler İslâmi kültür kaynaklarını inkâr ettiler. Bunun yerine
oryantalizmin hazırlamış olduğu, Batı’nın tatbik ve telif ettiği kaynakları
aldılar. Modernistler kültür kaynaklarını kabul etmediler, gelenekçiler kültür
kaynaklarının kabul edilmesi için deliller getirdiler ancak bu kaynakların
sadece varlığının kabul edilmesi ile yetindiler. Yapılması gereken sadece bir
metnin varlığı ve doğruluğu değil bu metnin hayatla bağının kurulmasıydı.
Tefsir, usûl, fıkıh, hadis kaynaklarını modernistlerin saldırılarına karşı
savundular ancak bu kültürün hayatta olmamasına rağmen hayatta olması için aynı
hassasiyeti göstermediler. Aslında gelenekçilerin çoğu bir hadisin, usûl
kaidesinin, mezhebin doğruluğunu metin üzerinden ıspatlamaya çalıştılar.
Doğruluğu tespit edilmiş bir hadisin, usûl kaidesinin, ayet manasının hayatla
bağını kurmadılar. En azından metne verdikleri önem kadar metinde yazan esasın
hayatta uygulanmasının önemine aynı derecede değer veremediler. Böyle olunca
metinlerin ıspatı hiçbir şeyi değiştiremedi. Geleneğe bağılı olanlar da
olmayanlar da kapitalizmin hayata bakışından ve nizamından etkilendiler. Her
geçen gün biraz daha eridiler ve zamanla kayıpları artarak devam etti. İlim
onların hayatlarına etki etmedi.
Modernistler Asr-ı Saadet yerine Batı’nın ortaçağ reform dönemini, Sahabe
yerine ezilen sınıfları, Buhari, Muslim yerine Goldzier, Spenger’i, İbni İshak,
İbni Haldun yerine Marks’ı ve onların çözümlerini örnek aldılar. Gelenekçiler
ise Asr-ı Saadeti, Sahabeleri, Buhari, Muslim, İbni Ishak’ı örnek aldı ve
konuştular. Ancak bu örneklikler hep tarihî süreç içinde örneklik olarak kaldı.
Modernistler Batılı filozofların, aydınların seküler örnekliğini çağdaşlık
olarak öne çıkararak insanları kandırdı. Gelenekçilerin çoğu ise âlimlerin,
ulemanın ibadetlerini örnek alsa da hayat sahasında insanlığın sorunlarını
çözecek yönetimde, siyasette, mücadelede örnek almadılar. Onların tarihî
süreçte kendi dönemlerinde yaptıkları bugüne taşınamadı. Tarihî kahraman misali
örnek gösterildiler ancak yollarından gidilmedi. Kabul ettikleri hâlde onların
hayatlarına zıt hayat yaşadılar. Mesele Sahabeleri sadece örnek kabul etmek
değil onların hayatlarını da bugün yaşayabilmektir. İşte o zaman farklılık
ortaya çıkar ve bilgilerin bir anlamı, ilmin kişi için anlamı olur. Yoksa
bugüne ışık tutmayan örnekler sadece anılır, ancak anlaşılmazlar.
Anlamayanların zaten onları anmaları da çok makul değildir.
Modernistler İslâm’dan değil Batı kültüründen beslendiler. Düşünme biçiminden,
çözümlere kadar her şeyde Batı’nın değerleri ile hareket ettiler. Onlar Kur’an,
Sünnet ve diğer kültür kaynaklarını eleştirirken çok cesur davrandılar. Tüm
enerjilerini geleneksel anlayışı ve bu anlayışın sahipleri olan Sahabeleri, âlimleri,
muhaddisleri, tefsircileri, usûlcüleri kötülemek, karalamak için harcadılar.
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi
ve Sellem için dahi olmadık iftiralarda bulundular.
Ancak modernistler bugün bütün insanlığı kaos, kargaşa ve huzursuzluğa
sürükleyen kâfirlere, zalimlere, fasıklara karşı sessiz kaldılar. Kabul
ettiklerini söyledikleri Kur’an’ın açık, tartışmasız hükümlerinin dahi tahrif
edilmesine, uygulanmamasına itiraz etmediler. İslâm’ı sürekli güya eksikler
üzerinden anlatmaya çabaladılar. Onların çok büyük bir kısmı, kapitalizmin
ürettiği beşerî sistemler, laik, demokratik rejimler ile sorun yaşamadılar.
Aksine bu rejimlerin Batı’dan aldığı bâtıl nizamları modernizm olarak kabul
ettiler. Bunlara karşı geleneği savunanlar ise esas itibari ile Batı ve
değerlerine karşı olduklarını söylemiş olsalar da bu sadece zihinlerde bir
inanç olarak kaldı. Kapitalizm ideolojisinin uygulanmasına ciddi manada itiraz
edemediler. İslâm bütün hayat sorunlarını
çözen bir ideoloji olduğu hâlde modernistlere gösterdikleri tepkileri
modernistlerin söylediklerini tatbik eden rejimlere karşı göstermediler.
Modernistlerin âlimlere olan cesaretini zalimlere karşı gösteremediler. Laik,
demokratik beşerî rejimlere karşı duruşlarını ortaya net bir şekilde
koyamadılar. Bir çoğu bu beşerî rejimleri kabul ettiler, desteklediler, içinde
yer aldılar. Öyle oldu ki modernistler ve gelenekçiler taban tabana zıt
görüşlere sahip olmalarına rağmen beşerî ideolojinin, bu ideolojiyi savunan güç
sahiplerinin desteklenmesi konusunda aynı şeyleri tekrarladılar. Yolları, varolan
rejimleri temsil eden iktidarlarda sürekli birleşti. Bu tavırları da modern
beşerî sistemleri her zaman razı etti. Onlara inanan insanlar ise çaresizliği
çare olarak gördü ve beşerî sistemlerin kirli ağında hayatlarını tüketti.
Modernistler, gelenekçileri ve onların cemai yapılarını eleştirdiler.
İnsanları ferdiyetçiliğe sürüklediler, birlik ve beraberliği zayıflattılar.
Kapitalizmin özgür, sorumsuz, sınırsız, seküler birey anlayışını desteklediler.
Gelençilerin büyük kısmı ise ya onlar gibi ferdî hareket etmeyi tercih etti ya da
cemai olarak hareket etmenin gerekliliğini savundukları hâlde bir türlü
birleşemediler. Daru’l Erkamlar kurulamadı. Kurulduğunda ise daru’l Erkam’dan daru’l
İslâm’a yürümeyi şiar edinemediler. İslâm kardeşliği, vahdet maalesef bir türlü
sağlanamadı. Bilakis bu değerlerin önünde vatancılık, milliyetçilik, ırkçılık
her iki kesim tarafından da savunuldu. Ümmet bilinci bir türlü anlaşılamadı.
Suni sınırlar belirleyici ölçü olarak kabul edildi. Ensar ve Muhacir örnekliği,
ölçüsü hayata taşınamadı.
Modernistler usûl, kaide ve kuralları reddederek usûlsüz, kaidesiz bir
zihniyet oluşturdular. En belirgin vasıfları usûlsüzlük ve tutarsızlık olan bu
görüş sahiplerinin fikirlerini desteklemek noktasında, bazen en uç ve şaz
görüşlere sahip çıktığını, bazen uydurma rivayetlere sarıldığını, kimi zaman da
kendi görüşlerini desteklediğini düşündükleri hadisleri delil olarak
aldıklarını sıklıkla görürüz. Yine Kur'an ayetlerinde geçen bazı kavramlara,
Arap lügatini hiçe sayarak son derece keyfî ve gelişigüzel anlamlar
yüklediklerine de şahit oluruz. Bütün bunlarla birlikte Kur'an hükümlerini
beyan ve açıklama yetkisini Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem'e vermedikleri hâlde, bu yetkiyi
sınırsız olarak kendilerinde görmeleri en ilginç ve ironik yanlarıdır. Hâliyle
hiçbir konuda net bir duruş ortaya koyamadılar. Zamana, şartlara, şahıslara
göre sürekli evrimleştiler. Gelenekçilerin bir çoğu ise usûl ve kaideleri kabul
ettiği bu usûl ve kaidelere sadece teoride bağlı kaldılar. Mesela bütün usûl
kitaplarında hâkim Allah iken, Allah’tan başkasının kanun koyması kabul
edilemez iken insanların kanun koymasına sessiz kaldılar. Şer’î hükümlere
bağlanmada menfaati, ehven-i şeri, zaruretler kaidelerini modernistlerin usûlsüzlüğü
ile yorumladılar. Usûlü kabul edenler ve reddedenler aynı sorunları vakıa,
şartlar, menfaat, akli çıkarımlar, yanlış kıyas usûlsüzlüğü ile aynı şekilde
yorumladılar ve amel ettiler.
Modernistler gayri metluv vahyi inkâr ederek sadece metluv vahyi kabul
ettiler. Ancak aklı vahyin önüne geçirerek vahyi akıl ile yorumladılar. Aklı
din için hakem hâline getirdiler. Bu şekilde seküler, deist, hümanist, laik,
demorat akımlara destek verdiler. Geleneksel anlayışa sahip olanların bir çoğu
ise vahyi hakem kabul ettiğini söylese de aklı kullanmayı, içtihat yapmayı,
tecrübeye dayalı ilimlere değer vermeyi ihmal ettiler. Akıl, Allah’a iman, Kur’an’ın
Allah’ın kitabı olduğu, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in rasüllüğü konularında ve şer’î hükümleri anlamak için
kullanılmadı. Birçoğu aklı reddeden veya liderlerini, cemaatleri, kendi
yorumlarını aklın ve vahyin önüne geçiren bir mantık ile hareket etti. Bu ise
iman konusunda bile akideye zıt şeylerin kabul edilmesine sebep oldu; tevhidin anlaşılmasını, Allah’a kulluğu, şer’î
hükümlere bağlanmayı engelledi. Böylece insanları el-etek öptürerek cennete
götüreceğine inandıran sahtekârlar ortaya çıktı. Vakıa ve kendi şahsi yorumları
vahyi ölçü edinemeyen modernistleri ve gelenekçileri etkiledi.
İslâm’ı, inanç ve ahlak olarak gören modernistler İslâm’ın hayat
nizamlarını reddettiler veya Batı’ya göre şekillendirdiler. Kur’an’ın hayat
nizamından bir kırıntı dahi bulunmayan beşerî nizamları savundular. Son bir
asırda İslâm’ın değil modernistlerin savunduğu Batı’nın icat ettiği hayat
nizamı tatbik edildiği hâlde onlar sürekli İslâmi hayatın yaşandığı zamanları
eleştirdiler. Geçmişe söz söyleyenler bugüne dair ölüm sessizliğini korudular. İslâm’ın
bir hayat nizamı olduğunu kabul eden gelenekçilerin birçoğu ise bu konunun
konuşulmasını, anlatılmasını, savunulmasını tehlikeli, hatalı, gereksiz, aceleci hatta fitneye vesile olarak gördüler.
Önce iman ve ahlak mantığı ile aslında modernistlerin inandıklarını tekrar
ettiler. Bu şekilde İslâmi bir hayatın varlığından her iki kesim de bahsetmedi.
Biri inanmadığı hâlde diğeri inandığı ancak anlamadığı ya da korktuğu için bu
şekilde davrandı. Bu yönüyle de aslında modern ulus-laik demokratik
cumhuriyetler, krallıklar insanlara meşru gösterildi.
Ölçümüz ne vahyi geri planda bırakan akıldır, ne de tarihi, bireyleri
vahyin önüne geçiren anlayıştır. Tarihte yaşananlara hapsolmak değil, tarihten
ibret alarak vahyin gösterdiği şekilde hayatı inşa etmektir ölçümüz. Bunu yaparken
de teorik çalışmalardan, gündemlerden ziyade pratik çözümler, gündemler ile
hayatın akışını sorumluluk bilinci ile değiştirmektir. Vahiy nasıl indirilmiş
ve yaşanmış ise bugün biz Müslümanlara düşen sorumluluk da o vahyi anlamak ve
yaşamaktır. Vahyin öncülüğünde aklı kullanan, vahyi hakim kılan bir anlayış ile
hareket etmektir. Geçmişi inkâr etmek de kabul ederek bugüne taşımamak da
hatadır. Geleneği ve selefleri yok saymak zulüm olduğu gibi gelenek ile sadece
övünmek, geçmişte yaşananları bugüne taşımamak da zulümdür. Allah’ı kabul edip
hükümleri modern bâtıl Batı’dan almak da zulümdür. Aynı şekilde Allah’ın
hükümlerinin modern, uydurulan hükümlerden daha üstün olduğunu bildiği hâlde İslâmi
bir hayat için çalışmamak da zulümdür.
Hilâfet’in kaldırılmasından sonra bir asırdır tatbik edilen kapitalizm hem
modern hem de gelenekçi anlayışa sahip olan insanları etkiledi. Hâşâ “Allah
var ancak hükümleri yok” inancında olan kapitalizm bir asırdır tatbik
edilerek insanlara dayatıldı. İslâm’ı bir hayat nizamı olarak tatbik
etmedikleri sürece ne modernistler ne de gelenekçiler kapitalizmi rahatsız
etmedi. Aksine bu tartışmalar sistemin tartışılmasının önünde bir set olarak
Müslümanları oyaladı. Bunlar bir türlü çözülemediği için çözümsüzlük zihinleri
iyice bulandırdı.
Bugün Müslümanlar için tek kurtuluş reçetesi14 asır önceki gibi İslâm’a
bağlanmak, İslâm için yaşamak ve mücadele etmektir. Dün Ebu Hureyreler, İmam
Zuhriler, İmam Buhariler vardı ve onlar Kur’an ve Sünnet’e sahip çıkıyorlardı.
Onlar İslâm’a sahip çıktılar, Allah da onlara yardım etti. İslâm bu şekilde 13
asır boyunca dünyaya hükmetti. Müslümanlar bunu ancak Kur’an ve Sünnet’e olan
bağlılıkları ve tefsir, usûl, fıkıh, siyer gibi kültür kaynaklarına bağlılık
ile başardılar. Bugün sıra bizde ve biz en değerli şeyleri korumak için
Allah’ın dinini kıtalara taşımak isteyen, bu yolda fedakâr davranacak dava
adamlarına ihtiyaç duyuyoruz. Yoksa ümmetin değerleri çalınırken susanlar,
seyredenler, amel etmeyenler, bahane üretenler bu vebalin yükünü bu dünyada
taşıyamaz ve ahirette de bunun bedelini ödeyemezler.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış