FİLİSTİN HÂLEN DAHA ESİR HÂLEN DAHA SAHİPSİZ

Kurtuluş Sevinç

Ahh Filistin ahh!

Filistin; Müslümanların ilk kıblesi olmuş, Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın,

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلا مِنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ

“Bir gece, (Muhammed) kulunu Mescid-il Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-il Aksa’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.”[1] ayet-i kerimesiyle mübarek, tertemiz bir toprak kılınmış ve böylece de Müslümanların kalpleri Filistin’e bağlanmıştır.

Filistin, ikinci Râşid Halife Ömer İbnu’l Hattab RadiyAllahu Anh zamanında, Hicrî 15. yılda fethedilmiş ve İslâm’ın sultası altına girmiştir. Başlarında Patrik Sophronius ile birlikte halkın teslim olup şehri Halife Ömer’e teslim etmelerinin öncesinde, orada yaşayan Hıristiyanların talebi üzerine Yahudilerin Filistin’de yaşamalarına izin verilmeyeceğini ifade eden meşhur Ömeriyye Ahitnâmesi ile Filistin Yahudilere yasaklanmıştı. İşte Yahudilerle bugün Filistin’de yaşadığımız hasımlığımız o zamanlara dayanır.

İslâm ümmetinin siyasi bir meselesi ve devletlerarası bir sorun olarak “Filistin Meselesi” geçen yüzyılda Osmanlı Halifesi AbdulHamid Han zamanından itibaren cereyan etmeye başladı. Allah Subhanehû ve Teâlâ ona rahmet etsin, Sultan AbdulHamid Han’ın tahmininde olduğu üzere Yahudiler ancak Hilâfet yıkıldıktan sonra emellerine ulaşabildiler. Hilâfet’in yok edilmesi sürecinde Müslümanların toprakları üzerindeki ajan yöneticiler de Yahudilerin Filistin’i işgal etmelerine yardım ettiler.

1917 yılında Birinci Dünya Savaşı esnasında Filistin’e girdiklerinde, İtilaf devletlerinin İngiliz komutanı General Alenbi, Osmanlı Hilâfeti’ni sekiz asır önce Haçlıları yenilgiye uğratan Müslümanların devamı sayarak şöyle diyordu: “Haçlı savaşları işte şimdi sona erdi.” İngilizler, Hilâfet’i yenilgiye uğratmalarını ve Filistin’i işgal etmelerini, haçlıların Müslümanların topraklarına geri dönmeleri olarak görüyor ve bundan sonra bir daha asla yenilmemek üzere orada bâki kalacaklarını sanıyorlardı. Aynı yıl dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı’nın ismine atfen Balfour Deklarasyonu denilen bildiri imzalandı. Bu bildiride İngilizler, Yahudilerin Filistin’i işgal etmeleri ve orada bir devlet kurmaları için yardım etmeyi taahhüt ediyordu. Nihayetinde Yahudi varlığı “İsrail” 1948 yılında kurulduktan sonra kâfir devletler bu metamorfoz devleti süratle tanımaya koştular. Dönemin büyük devletleri; Amerika, Rusya, İngiltere ve Fransa onu tanımada birbirleriyle yarıştılar. Hatta İngilizlerin kurdurduğu Türkiye Cumhuriyeti de bu necis varlığı tanıyan ilk halkı Müslüman belde olarak alnındaki bu kara leke ile tarihe geçti. Daha sonra da bölgede nüfuzu bulunan sömürgeci kâfir devletler, özellikle İngiltere ve Amerika, sonraları “Ortadoğu Krizi” adını verdikleri “Filistin Meselesi” hakkında projeler çizmede birbirleriyle yarıştılar. Tüm bu projeler, Yahudi varlığının kucaklanması ve ona bölgedeki diğer tüm devletlerin ağırlığından daha fazla bir ağırlık ve önem verilmesi yoluyla, bu devletin çıkarlarına hizmet edilmesini sağlamak içindi.

Kâfir Batı, Yahudi varlığını bağrına basmakla birçok hedefi gerçekleştirip İslâm beldelerinin kalbine zehirli bir hançer sapladı. Bu hedeflerin bazıları şunlardı:

1- Müslümanların birbirlerine kavuşmalarını engelleyecek ve birlikteliklerinden uzaklaştıracak şekilde, bölgedeki Müslümanlar arasına yabancı bir cisim yerleştirdiler.

2- Bölgeyi Yahudi karşıtı çatışmalarla meşgul ederek asıl çatışmalarının Hilâfet’i ortadan kaldıran kâfir Batı ile olması gerektiğini onlara unutturdular. Zira gasıp Yahudi varlığından önce çatışma Müslümanlar ile kâfir Batı arasında idi. Yahudilerin Filistin’i işgal etmeleriyle bu gasıp varlık ile yapılan mücadele, merkezî bir konum aldı ve onu oluşturanlar ile mücadele hafifledi.

3- Batılılar kendi ülkelerindeki Yahudi probleminden kurtuldular. Çünkü Yahudiler her nerede bulundularsa fesatları ile meşhur olmuşlardır.

İşte böylece kâfir Batı, Müslümanların topraklarında bu kanserli cismi var etti. Bunun ardından kâfir devletler; özellikle Amerika, İngiltere sonra da Avrupa’nın lider devletleri arasında, Filistin konusunda şiddetli bir devletlerarası çatışma meydana geldi ve bu çatışma “Filistin Meselesi”nden bölgeye hatta Müslümanların yaşadığı tüm beldelere yayıldı.

Şeytani bir siyasi dehâya sahip İngiltere -1948’de işgal edilen kısım ile birlikte Ürdün’e ilhak edilen Batı Şeria ve Mısır yönetimi altındaki Gazze Şeridi’nden ibaret geri kalan kısım olmak üzere- tüm Filistin’de laik ve demokratik bir devletin kurulması gerektiğini öngördü ve tüm bu kesimler üzerinde Lübnan tarzı demokratik temele dayalı tek bir Filistin devleti olmasını istedi. Böylece Filistin’in tümünde yönetim Yahudilere ait olacak, Müslüman ve Hıristiyanlardan bazı bakanlar da yönetime katılabileceklerdi. Sonuçta fiilen Yahudilerin yönettiği bu devlet, Arap Birliği’ne üye yapılacak, dolayısıyla bölgede kabullenilmiş olacaktı. Yahudi politikacıların çoğu bu görüşe ikna oldu ve bu uğurda çalıştı. İngiltere ise Yahudiler ile bölgedeki Arap yöneticiler -ki bilaistisna hepsi de hain ve ajandı- arasında barış sağlayarak bu çözümün zeminini hazırladı. Bu suretle barış sonrasında işlerin mezkûr çerçeveye oturacağını umuyordu. Lakin Amerika’nın Ortadoğu’daki diplomatik temsilcileri, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın Ortadoğu İşleri Vekili George Maggie başkanlığında 1950 yılında İstanbul’da bir araya geldikleri toplantıdan sonra Amerika’nın bölgeye tüm ağırlığını koymasına ve İngiltere’den bağımsız ve ona alternatif olarak sıcak meselelere yönelmesine karar verdiler. O toplantıda alınan en ehemmiyetli karar şu idi:

 “Biri Arap diğeri Yahudi olmak üzere Filistin’in iki devlete bölünmesi ve mülteciler meselesinin halledilmesi için Birleşmiş Milletler heyetinin teşvik edilmesi.

Eisenhower Yönetimi’nin sonlarında 1959 yılında Amerika, Batı Şeria ve Gazze’de Filistinliler için bir varlık oluşturulmasını, Kudüs’ün devletlerarasılaştırılmasını ve -küçük bir kısmının yerleşimini “İsrail” hükmü altında işgal edilmiş Filistin’de, büyük bir çoğunluğunun yerleşimini de Filistin dışında sağlayarak- Filistinli mülteciler meselesinin halledilmesini amaçlayan bir proje geliştirdi. Bölgedeki ajanları vasıtasıyla uygulamaya konulan bu projeye İngilizler, bölgedeki ajanlarıyla engel oldu ve Amerikan’ın projesi boşa çıktı.

1961 yılında Kennedy yönetime geldiğinde Suudi Arabistan Kralı Kral Suud’a, Ürdün Kralı Kral Hüseyin’e, Irak Devlet Başkanı AbdulKerîm Kâsım’a, Mısır Cumhurbaşkanı AbdunNâsır’a ve Lübnan Cumhurbaşkanı Fuad Şihâb’a meşhur mektuplarını gönderdi. Bu mektuplarda Amerika, mülteciler problemini ve Ürdün’ün su sorununu çözeceği sözünü veriyordu. Ardından 10.06.1961’de Kahire’de bir Arap Konferansı yapıldı ve Filistin Devleti fikrini kabul etmesi için Ürdün üzerindeki baskı daha da artırıldı. Ürdün Kralı Hüseyin’in direnç göstermesiyle konferans başarısız oldu.

İşte böylece Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin varlığının, Kudüs’te de devletlerarası bir varlığın oluşturulmasına yönelik Amerikan girişimleri sürüp gitti. Ancak bu girişimlerin tümü İngilizlerin ve Kral Hüseyin’in reddetmesi sonucu hezimete uğradı. Çünkü onların kendi projeleri; Filistin’de Yahudilerin hegemonyası altında olan ve Ürdün ile ayrıcalıklı bir ilişkisi bulunan tek bir laik devlet kurulması şeklindeydi.

Bundan sonra 1964 yılında toplanan Arap Devletleri Zirvesi’nde, Cemal AbdunNâsır’ın desteğiyle Ahmed eş-Şukeyrî başkanlığında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kuruldu. Bundan maksat Batı Şeria’yı Ürdün’den kopartıp orada bağımsız bir Filistin varlığı kurmak ve bunun yanına da Kudüs ve Beyt Lahim’de devletlerarası bir varlık oluşturmaktı. Amerika’nın bu planlarına ve girişimlerine İngiltere’nin cevabı, köklü İngiliz ajanı Tunus Devlet Başkanı Habib Burgiba üzerinden geldi. Burgiba 1964 ve 1965 yıllarında, doğal olarak ağırlığı Yahudilerin lehine olacak şekilde Filistin’in tümünde tek bir laik devletin kurulmasına çağrıda bulundu. Arap devletleri bu iki proje arasında bölündüler.

Ortadoğu’da Amerikan siyasetini temsil eden Mısır’ın rolü, AbdunNâsır’ın etkisinin artmasıyla birlikte güçlendi. Bunun üzerine İngilizler ve ajanları savunma pozisyonu aldılar. Arap kamuoyunun Burgiba Projesi’ni reddetmesi ve Nâsırcı saldırının Kral Hüseyin ve Ortadoğu’daki İngiliz siyaseti aleyhine iyice şiddetlenmesi İngiltere’yi, bölgede Batı Şeria’nın Yahudilere teslim edilmesini sağlayacak bir Arap-“İsrail” savaşı tasarlamaya sevk etti ki üzerinde bir Filistin devleti kurulması baskısına maruz kalmaktan Kral Hüseyin’i kurtarsın.

 “İsrail” 1967’nin Haziran ayında Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı geniş çaplı bir savaş başlattı.[2] Neticede Batı Şeria, Golan Tepeleri, Gazze ve Sina Yarımadası altı gün içerisinde Yahudi varlığının pençesine düştü. Yahudi liderler, kendilerini üç Arap ordusunun galibi ve dolayısıyla kendi liderlikleri altında “İsrail” devletini asla yenilmez olarak gösterdiler. Oysa onlar kazandıkları zaferin(!) kendi güçlerinden değil, tam aksine karşılarındaki Arap yöneticilerin alçaklıklarından ve entrikalarından kaynaklandığını çok iyi biliyorlardı. Tümüyle bir senaryodan ibaret olan bu savaş, bölgedeki Arap-“İsrail” çatışmasında ve çözümüne ilişkin ortaya konulan girişimlerde büyük bir dönüm noktası olmuştur. Bu savaş sonrası tartışmalar, “İsrail”in 1967 yılında işgal ettiği topraklardan çekilmesi noktasına odaklandı. “İsrail”in savaş sırasında işgal ettiği topraklardan çekilmesine çağrıda bulunan meşhur 242 sayılı karar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nce yayınlandı. Amerika daha sonra kendi nazarında daha önemli gördüğü Mısır-“İsrail” ilişkilerinin iyileştirilmesi üzerinde yoğunlaşmaya başladı ki bu durumda Filistin dosyası bir kenara itilmiş oldu. Öte yandan Amerika, hem barış sürecini canlandırmak hem de nüfuzunu, bölgede sarsılan ana üssünü yani savaş sırasında ölümcül darbeler alan ve Sina’yı kaybeden Mısır’ı sağlamlaştırmak üzere yeni bir savaş hazırlığı başlattı. Aradan henüz birkaç yıl geçmişti ki Amerika, bir tarafta Suriye ve Mısır, diğer tarafta da “İsrail” olmak üzere aralarında sınırlı bir savaş tezgâhladı. Bu Ekim 1973 Savaşı; 17.09.1978 tarihinde Mısır ile “İsrail” arasında Camp David Anlaşması’nın imzalanmasına yol açan bir taktik savaşı idi.

Mısır’ın Camp David Anlaşması’nı imzalamasıyla birlikte “İsrail” Sina Yarımadası’nı boşaltıp silahlardan arındırılması ve Amerikan liderliğinde çok uluslu askerî güçlerin konuşlandırılması şartıyla Mısır’a geri verdi ki Mısır’ın çatışmanın dışına çıkarılması garantilensin! Böylelikle güney tarafından “İsrail”in güvenlik açığı kapatılmış oldu. Diğer yandan Mısır halkı karşısında popülaritesini kaybetmiş ajanı Mısır Yöneticisi Enver Sedat ise güven tazeledi. Mısır ile barış tamamlanınca Amerika’nın bölgedeki ağırlığı arttı ve faaliyetini Kuzey cephesine kaydırdı. Nitekim Amerika “İsrail”e, Lübnan’ı istilâ edip FKÖ’yü oradan kovmasını öğütledi. Bu da 1982 Savaşı’na neden oldu ki “İsrail” Lübnan’ı istila edip Arafat’ı da “İsrail”in askerî baskısı ve Amerika’nın diplomatik baskısı altında Lübnan’dan ayrılıp Tunus’a gitmeye mecbur etti. Onun ayrılmasından önce Amerikan Kongresi’nden bir heyet Beyrut’a geldi ve ondan Yahudi varlığını açıkça tanıma sözü kaptı ki bu, Yahudiler ile barışın benimsenmesine giden bir mukaddime, bir ilk adım niteliğindeydi. Nitekim Arafat 25.07.1982’de, Maklowski Belgesi olarak bilinen metni imzaladı. Arafat orada şöyle diyordu: “FKÖ şimdi İsrailin var olma hakkını tanımaktadır.” Amerikan Kongresi üyesi Maklowski de Arafat’ın huzurunda gazeteciler önünde bu belgeyi okuyarak şöyle dedi: “Yâser Arafat, Filistin Kurtuluş Örgütü Başkanı sıfatıyla bugün, FKÖ’nün Filistin meselesine ilişkin tüm Birleşmiş Milletler kararlarını kabul ettiğini ifade eden yazılı bir belge imzalamıştır.

İkinci adım ise Aralık 1988’de Cenevre’deki Birleşmiş Milletler toplantısından hemen önce Ekim 1988’de Cezayir’de toplanan Filistin Vatanî Kongresi’nde atıldı. Her iki toplantıda konuşma yapan Arafat, tarihî Filistin topraklarının tamamı üzerinde tek bir Filistin devleti düşüncesinin bittiğini ve artık bu rüyanın sona erdiğini dile getirdi. 1967’de işgal edilen Filistin toprakları üzerinde bir Filistin devleti kurulmasını kabul ettiğini söyleyip kâğıt üzerinde bir Filistin devleti kurulduğunu ilan etti. Yine İngiltere ve Avrupa da bir Filistin Devleti kurulması düşüncesine muvafakat etti. Böylelikle Amerikan planı, söylemleri önemini kaybeden ve etkisi zayıflayan İngiliz planına karşı üstünlük sağladı.

Diğer taraftan 25 Temmuz 1994’de Washington’da, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Clinton’ın nezareti altında Ürdün Kralı Hüseyin ile “İsrail” Başbakanı Rabin arasında bir toplantı yapıldı. Toplantının hemen akabinde “İsrail” ile Ürdün arasındaki savaş halinin sona erdirildiği ilan edildi. Ardından da her iki devlet arasındaki savaş halini resmen sona erdiren Vadi Arabe Anlaşması imzalandı. Sonra 04.05.1994’te II. Oslo [Gazze-Eriha] Anlaşması, peşinden 23.10.1998’de de Wye River Anlaşması geldi. Fakat her ikisi de hayata geçmeden hatta doğmadan önce öldü. Clinton yönetimi ise 2000 yılında Camp David’de Arafat ile Ehud Barak arasında kapsamlı bir barış anlaşması sağlamaya çalıştı. Bu anlaşma II. Camp David Anlaşması olarak anıldı. Clinton, kendi döneminin bu anlaşmanın tamamlanmasıyla sona ermesi için hırs gösterdiyse de gerek “İsrail” kamuoyu gerekse Filistin kamuoyu, böylesine kapsamlı bir barışı kabul etmeye henüz hazır değildi. Zira aradan çok geçmeden Eylül 2000’de Aksa İntifadası olarak bilinen vakıa patlak verdi. “İsrail”, teslim olsunlar ve sımsıkı tutundukları sabit noktaların geri kalan kısmından da vazgeçsinler diye Filistin halkına karşı gündelik katliamlar yapmaya başladı. İkinci iktidar döneminin sona ermesi üzerine Clinton’ın gitmesi ve 2001’in başında Bush’un iktidara gelmesiyle birlikte II. Camp David de gitmiş oldu.

Bush Yönetimi 2001 Şubat’ında Clinton önerilerinden ve Filistin ile “İsrail” arasındaki yoğun arabuluculuk girişimlerinden vazgeçti. Böylece Amerika, gerek “Filistin Otoritesi” altında bulunan bölgelerde gerekse diğer bölgelerde olsun Filistin halkına karşı katliamlar yapmada, suikastlar düzenlemede ve hayatı onlara dar etmede “İsrail”in elini serbest bıraktı.

11 Eylül saldırıları, “İsrail”-Filistin çatışması dışında başka öncelikler oluşturdu. Bu çatışma, Bush Yönetimi tarafından çok daha düşük öncelikli bir hale geldi. Nitekim Amerika, Terörizme Karşı Savaş bahanesiyle İslâm âlemine karşı yeni bir savaş başlattı. “İsrail” de Eriha, Cenin, Gazze ve Arâbe gibi yönetimsel yetkileri “Filistin Otoritesi”ne verilmiş bölgeleri işgal etmeye dönmek üzere bu fırsatı yani “terörizme karşı savaş” argümanını kullandı ve Filistinlilere karşı benzeri görülmemiş bir şiddet uyguladı. “İsrail”, bu kentler üzerinde egemenliğini dayatmak için tankları, helikopterleri ve savaş uçaklarını kullandı. Böylece Şaron’un işlediği vahşi cürümlerin boyutu çok açık bir biçimde tamamen ortaya çıktı. Amerika ise Şaron’un cürümlerine sessiz kaldı. Çünkü Şaron da, Bush’un ilan edip kullanmaya alıştığı “teröre karşı savaş” bahanesini kullanıyordu. Bu nedenle “İsrail” bu bahaneyi kullanarak şehirlere, köylere ve kamplara girip vahşi, iğrenç saldırılarını sürdürmede bütün gücünü kullandı. Yahudi küstahlığı öylesine azgın bir şekilde dikkat çekiyordu ki kendisini Amerika’nın “teröre karşı savaş”ına katılmış olarak görüyor, dolayısıyla Yahudi varlığı kendisine karşı duracak herhangi bir gücü umursamadan “teröre karşı savaş” adı altında işlediği cürümlerde azdıkça azıyordu. Bu bağlamda etkin olan faktörler şunlardır:

Birincisi: Bush yönetimindeki Yeni-Muhafazakârlardan bu Yahudi varlığına geniş bir destek gelmesidir. Bush’un yönetime geldiği andan itibaren Douglas Feith ve Richard Pearl gibi bazı Yeni-Muhafazakârlar da yönetime katıldılar ve Likud’un kitleleşmesi için siyasi planlar çizmeye koyuldular. Nitekim “Net Bir Fırsat: 1996 İtibariyle Sahayı[3] Korumak İçin Yeni Bir Strateji” isimli siyasi bir belge hazırladılar.

İkincisi: FKÖ’nün, dolayısıyla “Filistin Otoritesi”nin tavizci zihniyetidir. Nitekim Yahudiler art arda gelen cürümleriyle yeni tavizler elde ettiklerini gördüler. Zira FKÖ önce 1948 Filistini’nden taviz verip 1967 Filistini’ni talep etti. Daha sonra 1967 Filistini’nin tamamını değil de büyük çoğunluğunu talep eder oldu. Böylece taviz üstüne taviz vermeyi sürdürdü. Öyle bir noktaya ulaştı ki bugünün sabitleri yarının değişkenleri hâline geldi. Bunun gibi, “kırmızıçizgiler” sayılan -ki gerçekte hiçbir çizgi yoktur- mültecilerin geri dönüşüne yönelik tavizler de önceleri gizliden gizliye sonraları ise açıktan açığa verilmeye başlandı. Nitekim Filistin Otoritesi 01.12.2003’te perde ardından utanç içinde hatta perdesiz aşikâr bir şekilde Cenevre Belgesi’ni imzaladı. Böylece mültecilerin geri-dönüş hakkı, sabit bir esas ve bir kırmızıçizgi olmaktan çıktı.

Bush, 19.03.2003’te yol haritasını nihai şekliyle resmen ilan etti ve “Filistin Otoritesi” Başbakanı Mahmud Abbas ile “İsrail” Başbakanı Şaron’a iletti. Yol haritasının, beyan edilen sebepler açısından incelendiğinde, aşağıdaki maksatlar için hazırlandığı görülür:

Birincisi: Gerçekte bu, Filistin meselesinin çözümü yoluna götüren bir harita olmaktan ziyade, Irak’a karşı saldırı yoluna götüren bir harita idi. Zira Bush’un bu haritayı içeren 24.06.2002 tarihli konuşması, Irak’a karşı savaş hazırlıklarının yapılmakta olduğu bir dönemde geldi ve tartışması, 19.03.2003’te Irak’a karşı saldırının başlamasına kadar sürdü.

İkincisi: Bölgedeki Amerikan ajanları, sıkıntılı bir konuma düştüler. Zira dost edindikleri Amerika göz göre göre vahşice Irak’a saldırıyordu. Dolayısıyla insanların gözünde bunların Amerikan ajanı oldukları ifşa oldu ve böylece insanlar karşısında zor bir duruma düştüler. Bunun üzerine Amerika, “Amerika’nın bölgedeki adaleti”ni pazarlamak üzere onlara şöyle diyerek bir konuşma malzemesi sağlamak istedi: “Bakın Amerika, Irak’a karşı bir savaş ilan etti ama aynı zamanda Filistin halkının devletini kabul etsinler diye Yahudilere de o baskı uyguluyor.

Üçüncüsü: Avrupa, Ortadoğu [“İsrail”-Filistin] Krizi’nin çözümünü ve bunun Irak’ta yeni bir kriz oluşturmaktansa bu sorunun çözülmesinin daha acil olduğunu sıklıkla dile getirmeye başladı. Böylece Amerika, Ortadoğu Krizi’ne çözüm bulmaktan bahsetmeyi sürdüren Avrupa’nın ağzını kapatmak istedi. Bunu da yol haritasının bu krizin çözümü olduğu ve onun da hazır olduğu şeklinde bir karşılık vererek yaptı. Bütün bunlara rağmen Amerika, yol haritasının uygulanmasında ciddi değildi. Zira tamamen Irak saldırısıyla meşguldü. Zaten daha sonra da Irak’taki işgale karşı kahramanca direnişin kendisini düşürdüğü bataklıkta debelenip durdu. Artık Amerika, yol haritası konusundan çok daha öncelikli bir sorun ile uğraşmak zorundaydı. Bunun içindir ki bölgede haritaya yönelik bir etki oluşturmak üzere yaptığı lafta kalan konuşmaları bıraktı. Amerika Irak’ta içine düştüğü bataklık ile meşgul iken Irak’ı işgal etmelerine yönelik direniş karşısında ordusunu nasıl koruyacağını düşünmeyi dert edindi ve Filistin mevzusunu terk etti, gitti: Bu durum, tek taraflı Şaron Planı [Gazze’den Geri Çekilme Planı] Nisan 2004’te gelinceye kadar sürdü.

Planda geçen çekilme, sadece Gazze Şeridi’nden çekilme idi. Yani Şaron bu planında, önce bütünden parçaya, sonra parçadan daha küçük bir parçaya aşama aşama olan Yahudi yöntemi ile meseleyi aslî halinden çıkarıp sadece Gazze Meselesi hâline dönüştürebildi. Zira mesele, önceleri “Gasp edilmiş 1948 Filistini” idi. Sonra “1967 Batı Şeria ve Gazzesi” hâline dönüştü. Bundan sonra da “1967 Batı Şeria ve Gazzesi’nden Parçalar” hâline, en son olarak da “Sadece Gazze” meselesi hâline dönüştü. 

Günümüze gelindiğinde Hamas’ın Doha’dan yaptığı açıklama ile; “ortak ulusal uzlaşı formülü” dikkate alınarak, 67 sınırlarına göre Filistin devletini kabul ettiğini ilanını ve belgede “İsrail’in yok edilmesi” ifadesinin kaldırılarak Müslüman Kardeşler’den de ayrıldığını ifade ettiğini görüyoruz.

Görüldüğü üzere Hamas da adım adım, karış karış öncekilerin yolunu takip ediyor. 1960’ların ortalarında Fetih hareketi kurulduğunda, “nehirden denize kadar Filistin’in kurtuluşu için direnişi benimsediğini” ilan etmişti. Daha sonra dönüp dolaşıp ortada ne deniz ne nehir ne de arasındakiler kaldı. Fetih Otoritesi Filistin’in büyük bir bölümünde Yahudi varlığını tanıdı ve Amerikan’ın gözetiminde Filistin’den geriye kalan kısım üzerinde bir devletin kurulması pazarlıkları yapar hale geldi… Bununla birlikte günümüze kadar ve görüşmelerden uzun yıllar sonra da Fetih otoritesi hiçbir şey elde edemedi... Fetih hareketinin kurulmasının üzerinden yaklaşık yirmi yıl kadar bir süre geçtikten sonra Hamas kurulmuştu. O da başından itibaren Fetih’in attığı adımları takip etti. Nehirden denize kadar Filistin’i kurtarmak için mukavemeti benimsediğini ilan etti. Yahudi varlığını tanıdığı, Amerika’nın atına bindiği ve 1967 sınırlarında bir devlet istediği için Fetih hareketini eleştirirdi. Bütün bunların ardından Hamas yönetimi dönüp dolaştı aynı şekilde Filistin’in çok büyük bir kısmına hâkim olan gasıp Yahudi varlığının yanında sadece 1967 sınırlarında devlet kurmak istedi ve bunu gerçekleştirmek için de pazarlıklar yapmak üzere Amerika’ya elini uzattı.

Halid Meşal, 25 Haziran 2009 tarihinde ağzı dolu dolu yaptığı büyük konuşmada şöyle diyordu: “Hamas 1967 sınırlarında bir devlet istiyor ve bu maksatla Amerika ile pazarlık yapmak için elini uzatıyor.” İşte taviz adımları aşamalı olarak yaklaşık sekiz sene önce başladı. Yani Meşal’in şu anki belgenin hazırlanma sürecinin başladığını ilan etmesinden çok çok önce şöyle demişti: “Siyaset belgesinin değişikliklere ayak uydurduğunu, Hamas hareketinin düşünce, görüş ve faaliyetlerini yansıttığını, siyaset belgesinin hazırlanma kararının dört yıl önce alındığını ve şekillenme çalışmasının iki yıldan bu yana sürdüğü…”[4] Taviz daha önce başladı. Fakat aradaki fark Meşal’in o zaman bunun küçük bir parçasını söylemiş olması şimdi ise diğer parçalarını da zikretmesidir. Daha önce 67 sınırlarını zikretmiş ve misakta Yahudi varlığının yıkılmasını ve aynı şekilde Hamas’ın İhvan ile ilişkisini de korumuştu. Şimdi ise aşamalı bir şekilde tavizlerle uyumlu olması için her ikisinden de vazgeçti! Bir diğer fark ise mesele hakkında sadece konuşma yapılırdı. Şimdi ise bu itimat edilir bir belge hâline getirildi!

Şu andaki Amerikan yönetimi Yahudi varlığını önceki yönetimden daha omurgalı bir şekilde destekliyor. Zira Amerika Ortadoğu’nun her yönüyle şu andaki durumu reddeden ayaklanma arzuları içinde domino etkisi gibi çalkalandığını görmektedir. Bu nedenledir ki Amerika, şu anda İslâm dünyasında kurulu bulunan yönetim sistemleri çerçevesinde ayaklanmalara güç yetirebilmiş olsa da bu rejimlerdeki zafiyetin her geçen gün artması nedeniyle yakın gelecekte buna güç yetiremeyebilir. Hatta neredeyse bunların bir kısmı çökmenin eşiğindedir. Bu nedenledir ki Arap rejimlerinin zayıflamasından sonra Amerikan stratejisi açısından bakıldığında Yahudi varlığı Amerikan çıkarlarına hizmet etmede öncelikli yerini alacaktır.

Şu bilinmelidir ki Fetih ve Hamas’ın Filistin’de iki devletli çözümü kabul etmesi, Yahudi varlığını İslâm’a göre kesinlikle meşru kılmaz. Bilakis ikisi de yoldan çıkmış kafile içindeki önemsiz varlıktır. Filistin ise mübarek İslâm toprağıdır. İslâm ümmetinin mülküdür. Başta da değinildiği üzere Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın İsra ve Miraç olayının gerçekleştiği Mescidi Aksa’yı Beytu’l Haram ile irtibatlandırdığı günden bu yana Filistin ümmetin aklında ve kalbindedir.

Filistin sorunu, iki devletli çözüm çerçevesinde yapılacak görüşmelere göre ne Amerika’ya uzatılan elle ne de Yahudi varlığıyla müzakere yapmakla kesinlikle çözülmez. Hatta fiilî olarak 1967’de işgal ettiği yerlerden çekilecek olsa dahi. 1948 yılında işgal edilen Filistin’in herhangi bir karışı da, 1967’de işgal edilen Filistin’deki herhangi bir karış da İslâm nazarında aynıdır. Mübarek topraklar İslâm Hilâfeti boyunca İslâm ordusu şehitlerinin kanlarıyla sulanmıştır. Hatta Filistin’in her bir karışında bir şehit kanı veya mücahidin atının tozu vardır.

İsra olayından beri Filistin Müslümanların boynunda bir emanetti ve hâlen de emanettir. Herhangi bir hür Müslüman bu emanete ihanet etme hakkına sahip değildir. Aziz ve güçlü olan Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لَا تَخُونُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا أَمَانَاتِكُمْ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

“Ey iman edenler! Allah’a ve Rasul’e hainlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz.” [Enfal 27]

Yahudi varlığının saldırıları, katliamları yeni değildir. Yaklaşık 60 küsur yıldır devam eden bir katliam zinciri devam edegelmektedir. Yani Yahudi varlığı “İsrail”in tavrında herhangi bir değişiklik bugüne kadar olmamıştır. Aynı şekilde sömürgeci devletler de 60 küsur yıldır onları şartsız koşulsuz desteklemektedir. Yani onların tavrında da bir değişikliğe henüz rastlanmamıştır.

Yine takdir edersiniz ki İslâmi beldelerdeki yöneticilerin Filistin ve “İsrail” sorununa bakış açısı, tavrı da 60 küsur yıldır hiç değişmedi. Tiyatrovari savaşlar, göstermelik konferanslar, perde ardında kâfirlerle el sıkışmalar, sahte ve cılız kınamalar…

Bu acılı süreçte yaşadıklarımız bizlere gösterdi ki mevcut yöneticilerimiz İslâm ümmetinin hassasiyetlerine sahip değiller hatta İslâm öncesi cahiliye döneminin Arap yöneticileri bile; zulme engel olan mertlik ehli, mazlumun imdadına koşan kahraman kimselerdi. Hâlbuki bu yöneticiler mazlum Müslümanların yardım çığlıklarına kulaklarını tıkadılar. Onların katliam görüntülerine gözlerini yumdular. Bir avuç Yahudi ile savaşmaktan dahi korktular. Buna gerekçe olarak da Yahudi varlığının kendilerinden güçlü olduğunu söylediler. Hâlbuki o topraklar şer’an kendisinden vazgeçilemez topraklardır. Keşke şereflerini koruyabilselerdi…

Oysa daha dün diyebileceğimiz kadar yakın bir geçmişte, Müslümanlar Güney Lübnan’daki direnişlerinde Cihadla, Şehadetle ve kendilerini feda etmek suretiyle, Yahudi varlığını defederek, aşağılayıp zillete düşürmenin mükemmel bir örneğini vermişlerdir.

Çeçenistan’da, Afganistan’da Irak’ta, Felluce’de ordular otururken yiğit fertler koskoca ABD’yi, Rusya’yı felce uğratmışlar, kahramanlıkları ile onları küçük düşürmüşlerdir.

Bir tarafta şehadete koşan İslâmi ümmetin yiğit evlatları, diğer tarafta “düşman bizden güçlü” diyerek savaştan kaçan pısırık korkak hain yöneticiler... İşte bu tenakuz mevcut yöneticilerin İslâm ümmeti ile aynı olmadıklarını alenen göstermiştir. Müslümanların sorunlarını ancak kendilerinden olan ihlaslı yöneticiler çözebilir başkası değil.

Böylesine bir ortamda Müslümanların mesuliyetlerini iyice idrak etmeleri gerekir. Zira tüm yük onların omuzlarına binmiş bir vaziyettedir.

Müslüman kitlelerin birinci görevi, Gazze’yi ve Filistin’i Yahudi varlığının işgalinden kurtaracak orduları harekete geçirmek için yöneticilerine şiddetli ve sürekli baskı yapmaktır. Yoksa sadece protesto eylemleri düzenleyerek Müslümanların öfke selini kanalize ederek, kabarmış duyguları bastırarak bir kenara çekilmek değildir. İşimiz Allah’ın Müslümanlara mutlaka bir gün zafer göndereceğini onları bir gün mutlaka kurtaracağını söyleyerek gökten ordular indirilmesini beklemek de değildir. Bunu söyleyenler Allah’ın şu kavlinden habersiz midir?

قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ

“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.”[5]

Müslüman beldelerdeki yöneticilerin üzerlerindeki yükü ABD’ye BM’ye havale etmesi gibi sizler de sakın yükünüzü Allah’a havale etmeyin. Zira Allah müminlere zaferin şartını açık bir şekilde belirtmiştir. O şart yerine getirilmezse yardım ve zafer kendiliğinden gelmeyecektir. Allah’ın sünnetullahı bunu emretmektedir.

Aynı şekilde Filistin meselesi sadece Yahudi varlığı katliam yaptığı ve bu katliamlar televizyon ekranlarından canlı yayınlandığı zaman hatırlanmamalıdır. Unutmayınız ki bu necis Yahudi varlığı yaklaşık 60 küsur yıldır orada ve çeşitli aralıklarla katliamlar yapmaktadır.

Şu hususlar hiçbir şekilde unutulmamalıdır:

Amerika’nın devletlerarası alanda üstün olması, Yahudileri silahla, parayla, adamlarıyla destekleyerek şımarık çocuğu olarak ilan etmesi, Arap yöneticilerin ve hatta bizim yöneticilerimizin sömürgeci kâfirlerin dostu ve yardımcısı olması Amerika’ya boyun bükülmesi, Müslümanların beldeleri üzerindeki servetlerin ve kaynakların ona teslim edilmesi ve mübarek, tertemiz Filistin meselesinin onun merhametine terk edilmesi gerektiği anlamına gelemez!

Yine bütün bunlar Amerika’nın yenilmez ve kurşun işlemez olduğu anlamına da gelemez. Bilakis Amerika, adamları, silah ve teçhizat bakımından çok çok üstün olmasına rağmen, başa baş, dişe diş çarpışma cesaretine ve yiğitçe meydan okuma iradesine sahip değildir. Irak ve Afganistan’da şimdilerde ise Suriye’de düştükleri bataklıktan çıkamamaları bunun en açık delilidir. İşte gördünüz, destansı Fellûce direnişinde tüm heybetlerini bir anda kaybettiler, alçaldılar, rezil oldular, zelil oldular. Eğer Amerika’nın hakikati böyle ise peki İngiltere gibi Amerika’nın kuyruğu olanların veya Yahudiler gibi Amerika’ya bel bağlayanların hakikati nasıl olur?

Ey Müslümanlar!

Vallahi sizler, düşmanlarınızı yok etmeye ve işgal edilmiş İslâmi beldelerin her karışını yeniden geri kazanmaya muktedirsiniz. Hatta onların topraklarını fethetmeye, tüm dünyaya Hayrı yaymaya, dünyanın aydınlık minaresi olmaya ve insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet niteliğine kavuşmaya da muktedirsiniz. Allah Azze ve Celle,

كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ

Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız.”[6]

Şüphesiz ki bu dünyanın ekseni sizlersiniz. Stratejik konumları ve Allah’ın ikram ettiği muazzam servetler nedeniyle beldeleriniz, sömürgeci kâfirler arasında çekiştirilen rekabet ve cazibe merkezleridir. Kâfirler servetlerinizin ve stratejik konumunuzun muazzamlığını fark edip sizin üzerinizde birbirleriyle yarışıyorlar da siz mi Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın lütfu olan bu nimete, bu güce ve bu potansiyele gözlerinizi yumuyorsunuz?

Tüm bunlara elbette muktedirsiniz. Ancak bunun anahtarı, Râşidî Hilâfet’in kurulmasıdır. Kaldı ki Müslümanların toprakları muazzam servetler ve adam gibi adamlar ile doludur. Üstelik bu topraklar, tüm insanlığa hayat getirecek ve onları Amerika ve çapulcu eşkıyalarından kurtaracak olan yüce İslâm İdeolojisinin topraklarıdır.



[1] İsra Suresi 1

[2] 1967 Savaşı

[3] Sahadan kasıt, Amerika’nın çıkar alanları ve Yahudi varlığıdır.

[4] 01.05.2017 Nun Post

[5] Tevbe Suresi 14

[6] Ali İmran Suresi 110


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz