Bu başlık altında
yazılacak bir konunun hacimce çok daha fazla yer kaplaması gerektiği muhteviyat
açısından elzemdir. Ciddi araştırmalar yaparak, derin bir tetkikten geçirmek bu
konunun anlaşılması açısından zaruridir. Aksi takdirde eksik, hatalı, yanlış ithamlara
maruz bırakan bir makale olmaktan öteye geçmez. O hâlde bize ayrılan küçük bir
hacimde bu konuyu çok fazla teferruata dalmadan ama özünü ve aslını da bozmadan
vermeye çalışacağız.
Öncelikle şunu
belirtmek gerekir ki, ‘inkâr’
mefhumu Müslümanlara özellikle de Batı’dan miras kalan kronik ve bulaşıcı bir
hastalıktır. Herhangi bir şeyi inkâr etme alışkanlığı özellikle de yaşanılan
toplumda farklı olmayı, hür düşünmeyi ve akılcılığı gündeme getirerek ‘elit’ veya ‘entelektüel’ olma çabalarının bir sonucudur. Hiç şüphe yok ki; bu
çabaların kendisinden fışkırdığı fikir rasyonalizmdir ki o da sekülerizm (laiklik)
temel fikrinden çıkmıştır. İnkâr problemi İslâm’ın ilk yıllarında akideye
(temel düşünceye) aykırı değildi. Bazı meselelerde ehliyetli ve yetkin kişiler
o meseleler ile alakalı delil ve görüşleri reddetme veya kabul etme arasında
bir karar veriyorlardı. Fakat bu görüşler toplumsal yapıyı bozmuyor aksine çok
seslilik ve fikir zenginliği doğuruyordu. Zaman ilerleyip Batı, İslâm’a ve
Müslümanlara karşı yürüttüğü kültür saldırılarını hızlandırdıkça ve üstelik bu
saldırıları Müslümanların güvenip, sevdiği şahsiyetler üzerinden
gerçekleştirince işin seyri değişti. O noktadan sonra görüşlerdeki çeşitlilik,
fikirlerde ciddi hasarlar meydana getirmeye başladı. Çünkü tartışılan veya
inkâr edilen meseleler arasına akide ile ilgili meseleler de girdi, akıllar
adeta kendi ilahlıklarını yarıştırır seviyeye ulaştı. Böylesi bir akıl oyununda
taraflar deliller üretme, karşı tarafın tezini çürütme gibi bir takım hamleler
ile taraftar toplamaya çalıştı. Artık geçerli akçe akıl ve aklın kabul ettiği
ölçü hâline geldi. Aklı daha fazla ikna edenin kazandığı bu süreç hiç şüphesiz
ki felsefe ve kelam gibi bir takım tartışma konularını da beraberinde getirdi.
Sünnet konusu da kapsamına aldığı hadis meselesi ile birlikte bu tartışma ve
eleştirilerden nasibini aldı. Sünnet-hadis kavramlarına yapılan saldırıların
siyasal ve toplumsal neden ve sonuçlarına girmeden önce bu saldırıların
tarihsel neden ve sonuçlarını ele alalım.
‘Sünnet’in ıstılahi
manası şöyledir: Hz. Peygamber’den sadır
olan sözler, fiiller ve sükûtlardır. Bunlar emir, yasak veya mendup olan
şeylere işaret ediyorsa ister üzerinde nas olsun isterse olmasın Sünnet olarak
isimlendirilir. Herhangi bir hükme bina edilmeyen ve mendup özelliği de
taşımayan söz ve davranışları ise Sünnet olarak isimlendirilmez. Zira onlar
uyumak, yürümek, oturmak, yemek, içmek gibi mubah olan daireye girer. Bu
tanımlamadan sonra Sünnet üzerinde kafa karışıklığının çıktığı ilk dönem olarak
hicri ikinci asır gösterilebilir. Bu dönemde Mutezile ekolünün ve Şia’nın
etkisini görmek mümkündür. Mutezile hadislerin ayıklanması gereğinden hareketle
“haber-ul vahid” denilen tek kaynaktan rivayet edilen hadislerin alınmaması
gerektiği üzerinde durmuştur. Ayıklama, eleme, güvenirlilik ölçüleri
oluşturarak kabul edilebilecek hadislerin sayısında sınırlamaya gitmiştir. Şia
ise hadis rivayeti konusunda Ehli Beyt’in ölçü olabileceğini Peygamber SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e
onlardan daha yakın ve tarafsız kimsenin olamayacağına dair görüşler dile
getirmiştir. Bu iki görüş, ardından hadis rivayeti ile alakalı birçok sorunun
da cevaplanması gereğini doğurmuştur. Bunlar; hadisleri rivayet edenlerin
sayısı, rivayet edildiği dönem, rivayet edenin udül(adil) olması, fâsık
olmaması, nakil yollarının güvenilir olması vs. Bu tartışmalar önceleri ilmi
olarak inceleniyor ve herhangi bir bilgi karmaşasına yol açmıyordu. Hatta
hadisleri toplayan âlimler kitaplarına koydukları bütün nakilleri yukarıda
bahsi geçen ölçüler ışığında analiz edip sınıflandırıyorlar, ihtilafları büyük
ölçüde çözüyorlardı. 19. yüzyıla kadar Sünnet ve hadislere dair konular İslâm
Devleti’nin çatısı altında yetişen âlimlerin büyük emekleriyle ihtilaf ve
problem olmaktan çıkmıştı. Klasik dönemde İmam Şafii, Ahmed bin Hanbel, İmam
Buhari, İmam Nevevi, İmam Malik, Tirmizi, Nesai gibi kalitesini ispatlamış
âlimlerce hadis ilmi kontrol ediliyordu. İslâm Devleti’nin son dönemlerine
doğru çağdaş diyebileceğimiz bazı âlimlerin yine aynı düşünce ile hizmet ettiklerini
yazdıkları eserlerden görebilmekteyiz. Müttefikun Aleyh, Mütevatir
Hadisler, Kütüb-i Sitte Şerhi ve Hadis Muhatasarı gibi
eserler bunlardan bazılarıdır. Fakat Batı özellikle Sünnet ve hadis mevzusuna
bu denli önem veren İslâm’ın devleti henüz ortadan kalkmadan 19. yüzyılın
sonlarına doğru bu konuyu ümmetin yumuşak karnı hâline getirmeyi
başardı. İşte bu dönemde Sünnet ve hadis mefhumları, üzerine oryantalistlerin
saldırdığı konular hâline geldi. Zira bu konulara ne kadar mugalata ve yalan
karışırsa İslâm’ın anlaşılması ve tatbik edilmesi önüne o kadar yüksek setler
konulmuş olacaktı.
Bu konuda en ciddi
çalışmayı 1890’da İslâmi Araştırmalar adı altında Macar asıllı Yahudi
müsteşrik Ignac Goldziher yapmıştır.
Onun çalışması bulunduğu bölge ve zaman diliminde “kutsal İncil” gibi kabul
görmüştür. Daha sonra Prof. Schacht on yılı aşkın bir süreyle fıkhî
hadislerin kaynağıyla ilgili uzun uzadıya araştırmalar yaptı. Araştırmalarının
sonuçlarını ünlü The Origins Of Muhammedan Jurisprudence adlı
eserinde yayımladı. Schacht'ın vardığı sonuç özetle şuydu: Hadisler arasında
özellikle de fıkhî hadisler arasında tek bir sahih hadis yoktur. Bu tezinden
sonra Schacht'ın kitabı oryantalist dünyada ikinci İncil mesabesine çıktı
ve selefi olan Goldziher'i geride
bıraktı. Çünkü Schacht, Goldziher'in sıhhatle ilgili şüpheci tutumunu hadislerin
kesinlikle sahih olmadığı şeklindeki bakışıyla değiştirmişti. Amaç hadislerin
inkârı olunca şüpheye yer vermemek ve net olmak gerekiyordu. Bu yüzden Batılı
bütün araştırmacılar, Schacht'ın kitabını sevinçle karşılamış ve gereğinden
fazla önemsemişlerdir. Batı’da durum böyle iken Doğu’da ise bu oryantalistlerin
dümenine su taşıyan kimseler çıkmış ve sayıları zamanla artmıştır. Mısırlı Ebu
Reyye şöyle der: "Üstad
Muhammed Abduh der ki: Çağımızda Müslümanların Kur'an'dan başka bir rehberi
yoktur. Gerçek İslâm, fitne olaylarının zuhurundan önce ilk kuşak
Müslümanlarının takip ettiği İslâm'dır."
Ve şöyle devam
eder: "Ümmet, ilk asırdaki ruhla
yani Kur'an'la ancak ayağa kalkabilir. Bunun dışındaki her şey ümmetle ilim ve
amel arasına gerilmiş bir perdedir."[1]
Daha sonra Tevfik Sıdkî aynı yolu takip
ederek el-Menâr Dergisi’nde
"İslâm, Sadece Kur'an'dan
ibarettir" başlığıyla iki makale yazdı. Bu makalede Sünnet’e
ihtiyaç olmadığı iddiasını ispat için bazı ayetlerle istidlal etmeye çalıştı. Reşîd Rıza, Dr. Tevfik Sıdkî'nin
makalesi üzerine yazdığı yorumda şöyle diyordu: "Geriye tartışmaya
açık başka bir konu daha kalıyor. O da şudur: Acaba Sünnetler denen hadisler
-ilk dönemlerde herkesin ameline ve ittibaına mazhar olmamakla birlikte- din,
şeriat ve genel din olarak kabul edilebilir mi? Bu soruya evet dediğimizde
Peygamber (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'in Kur'an dışında kendisinden duyulan
şeylerin yazılmasını yasakladığı, Sahabe’nin hadis yazmadığı, Sahabe’den âlim
simaların ve halifeler gibi önde gelen kimselerin hadise önem vermediği hatta
bu işten yüz çevirdiklerine dair rivayetler büyük bir şüphe olarak önümüze
çıkar. Nitekim bunları henüz konuyla ilgili bir şey yazmadığı bir dönemde
Tevfik Sıdkîyle yaptığım bir müzakerede kendisine söylemiştim."[2]
Reşîd Rıza
hadis yazımını yasaklayan rivayetleri verdikten sonra şöyle diyor: "İbni Abdilber ve benzerlerinin
aktardığı Hz. Ebubekir'in yazdıklarını yakması, Sahabe sahifelerinden tabiuna
bir şeyin ulaşmaması, tabiunun yöneticilerin direktifi haricinde hadisi
neşretmek üzere tedvin etmemesi gibi hususlar göstermektedir ki, Sahabe sadece
bir şeyi ezberlemek için yazar, sonra da onu silerdi. Sahabeden büyük zatların
hadis rivayetine rağbet etmediklerini hatta bu işten yüz çevirip bunu
nehyettiklerini de göz önüne aldığımızda, onların bütün hadisleri Kuran gibi
'genel din' yapmak istemedikleri ihtimali güçlenmektedir."[3]
Daha sonra H.
1353'te İsmail Ethem Sünnet'in tarihiyle ilgili bir risale yayımlar ve şunları
ifade eder: "Sahiheyn’in hadisleri
de dâhil olmak üzere hiçbir hadisin aslı ve esası sabit değildir. Aksine
bunların nispeti şüphelidir. Geneli uydurma niteliklidir."[4]
Hadis ve
sünnetlerin inkârı meselesi İngiliz sömürüsünü damarlarına kadar çeken Hind
kıtasında da gündem hâline gelir. Özellikle de İngilizler bunu, kendilerine
karşı cihad edenlere, bölgenin en bilindik âlimleri yoluyla içinde cihadın
geçtiği hadislerin doğru olmadığı tezini savundurarak yaptılar. Çerâğ Ali ve
peygamberlik taslayan Gulâm Ahmed Kâdiyânî bu akımın öncü isimleri arasında yer
aldı. Öte yandan çöküş ve mağlubiyet psikolojisi Seyyid Ahmed Hân, Abdullah
el-Çekrâlevî ve Ahmeduddîn el-Amritsâri gibi isimlerin çıkmasına neden oldu.
Son olarak Gulâm Ahmed Pervîz çıkıp Ehl-i Kur'an adında bir cemiyet kurdu.
Bunun yanı sıra aylık bir dergi çıkardı ve bu doğrultuda bazı kitaplar yayımladı.[5]
Kuraniyyun adıyla da
anılacak bu cemiyetin savunduğu fikirler oldukça tehlikeliydi. Gulâm Ahmed
Pervîz, Tevfik Sıdkî'yi taklid edip, hadislerin teşri değerini tamamen inkâr
ediyordu. Sadece âhâd hadisleri reddetmekle kalmıyor; beş vakit namazı,
namazların rekât ve şekilleri gibi tevatürle bize intikal eden Sünnetleri de
reddediyor ve şöyle diyordu: "Kur'an bize sadece namaz kılmayı
emretmektedir. Namazın eda şekline gelince bu devlet başkanına bırakılmış bir
husustur. Devlet başkanı, zamana ve mekâna göre istişarede bulunarak bunu
belirler."
Meal yazmak-okumak
ile Mealci olmak arasındaki farkı idrak edemeyen Türkiye’deki bazı kişiler de
yine Kuraniyyun Cemiyeti’nden etkilenmiş bir şekilde Sünnet ve
hadis inkârcılığının pençesine takıldılar. Fakat bu çalışmaları toplumun genel
kamuoyu etkisi ile aleni bir şekilde yapmaktan kaçınıp daha üstü kapalı
üsluplarla yürüttüler. Türkiye’de Yaşar Nuri Öztürk bu akımın fikir
babalarından sayılabilir. Ona göre günümüze doğru olarak ulaşan hadis sayısı
elliyi geçmemekte ve onların da bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Aşağıda
bazılarını yazacağımız iddiaları, onun ve takipçilerinin niyetlerini ifşa
etmeye yeterli olacaktır:
-Sahabe ve
âlimlerin birçoğu Kur’an’a sahip çıkmadıkları için suçludurlar
-Hadis diye yazılanlar
Resulullah’in sözleri diye ona isnat edilmiştir
-Kur'an’dan başka
kaynak kabul etmek şirktir. Çünkü Kur'an dışında hiçbir kaynağın korunma
garantisi yoktur.
-Size iki emanet
bırakıyorum hadisinde Sünni çevreler, Allah’ın Kitabı yanına Sünnet kelimesini
eklemişlerdir
-Hadisler bağlayıcı
değildir. Hüküm kaynağı da olamaz çünkü çelişkilerle doludur
Yaşar Nuri
Öztürk’ten sonra aynı duygu ve düşünceler ile hareket eden bazı ilahiyatçılar
veya popüler diyebileceğimiz âlimler, kıyısından köşesinden kırparak bu
tezlerin savunulması için uğraşmışlardır. Edip Yüksel, Hayri Kırbaşoğlu ve
benzeri isimler şu ortak kanaatte birleşmişlerdir:
Kur’an bize yeter!
Bu kanaatlerini ise
şu ayetlerle desteklerler:
مَّا
فَرَّطْنَا فِي الكِتَابِ مِن شَيْءٍ
"Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık."[6]
وَنَزَّلْنَا
عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ
"Biz Kitabı her şeyin açıklayıcısı olarak sana
indirdik."[7]
Sonuç olarak bu
konuyu ilk gündeme getirenler olması hasebiyle oryantalistlerin
(şarkiyatçıların) taşıdıkları misyonu anlamak elzemdir. Zira tek dertleri Doğu
toplumlarının -özellikle Müslümanların- fikirlerinde değişim ve dönüşümü
gerçekleştirmektir. Batı bu konuda birçok İslâmi mefhuma saldırdı fakat en çok
tesir bırakanlardan bir tanesi de bu oldu. Zira İslâm’ın bir devlet yönetimi
olduğu meselesi, cihadın nasıl ve ne zaman yapılması gerektiği, yöneticileri
muhasebe etme yöntemleri ve sınırları, Kur’an’daki hüküm ayetlerinin nasıl
tatbik edileceği gibi hayati konular Sünnet olmadan bilinemez ve anlaşılamaz.
İşte bu kritik konuların Müslümanların zihninde yer almaması ya da eksik/hatalı
yer alması Batı’nın değirmenine su taşımak oluyor. O yüzden Batı için namazın
nasıl kılınacağı, haccın farzları, vakitlerin tayini gibi ferdî bir takım
konular saydığımız bu toplumsal ve siyasal konuların yanında önem arz etmiyor.
Kur’an’ın her ne kadar lafzı zihinlerde var olmasına ve değiştirilemeyecek
olduğunu bilmelerine rağmen onlar Kur’an’ın anlaşılması güçleşip, tevil ve
yorumlar ile deforme edilerek içini boşaltmayı, sadece ismen kalmasını
istemektedirler. Bu ise Kur’an’ı Müslümanların asla taklit edemeyecekleri,
hükümleriyle hayat bulamayacakları bir kıvama sokmak içindir. Bu tuzağa karşı
Müslümanların uyanık ve basiret üzere yol almaları, saldırılara karşı İslâmi
savunma mekanizmalarını devreye sokmaları gerekmektedir.
“Kur’an bize yeter”
diyenler ayetleri açıklamak için nüzul zamanına ve sebebine bakmadan da
edemiyorlar. Hatta tefsirini yaparken bile Rasul SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in takındığı tavır, söylediği söz onlar için hüccet
oluyor.
Kur’an’dan başka
ölçü tanımayanlar, Sünnet savunucularının vahye gereği gibi önem vermediği
iftirasını atmaktan da geri durmazlar.
Bu kimseler
maalesef ki İslâm akidesine ve kültürümüze saldırma alışkanlığına sahip olan
oryantalistlerin bıraktığı mirası sahiplenmektedir. Fakat daha da üzücü olanı;
bizim topraklarımızda, candan, kandan kardeşlerimiz olan bu ümmetin evlatları;
profesörler, bilim adamları, ilahiyatçılar, TV hocaları felsefe, kelam ve
mantık üçgeninde sıkışmış bir şekilde bu mirası sahiplenme yarışına girmiş
olmalarıdır.
وَالنَّجْمِ
إِذَا هَوَى مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى وَمَا
يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى عَلَّمَهُ
شَدِيدُ الْقُوَى
"İnmekte
olan yıldıza and olsun ki arkadaşınız (Muhammed) hiç sapmadı ve azmadı, o
hevesinden konuşmaz. O ancak vahiydir ve kendisine vahyedilir, onu müthiş
kuvvetli olan biri öğretti."[8]
قُلْ
إِنَّمَا أُنذِرُكُم بِالْوَحْيِ
"De ki;
sizi ancak vahiy ile uyarırım."[9]
وَمَا
آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا
"Rasul size
ne getirdiyse onu alın, size ne nehyettiyse onu bırakın."[10]
مَّنْ
يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللّهَ
"Kim Rasul'e
itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur."[11]
قُلْ إِن
كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ
"De ki;
Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin."[12]
إِنَّمَا
كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ
بَيْنَهُمْ أَن يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Mü'minler
aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasulü'ne çağırıldıkları zaman ancak;
İşittik ve itaat ettik, derler. İşte felaha kavuşanlar bunlardır.”[13]
فَلْيَحْذَرِ
الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ
عَذَابٌ أَلِيمٌ
"Rasul'ün
emrine muhalefet edenler sakınsınlar ki başlarına bir belâ gelebilir veya
elemli bir azaba uğrayabilirler."[14]
قَاتِلُواْ
الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلاَ بِالْيَوْمِ الآخِرِ وَلاَ يُحَرِّمُونَ
مَا حَرَّمَ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَلاَ يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ
أُوتُواْ الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُواْ
الْجِزْيَةَ عَن يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret
gününe inanmayan, Allah ve Resulü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak
dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye
kadar savaşın.”[15]
Şimdilik bu
kadarını vermekle yetindiğimiz ayetler Rasul’ün nefsinden konuşmadığını, O’nun Sünneti’nin
de tıpkı Kur’an-ı Kerim gibi teşri için kaynak olduğunu ispatlar niteliktedir.
Sünnet Kur’an’ın mücmelinin açıklayıcısı, hükümlerin infazı için başvuru
kaynağı, ıstılahların çıkarıldığı memba ve İslâm’ın yaşayan temsilidir.
Dolayısıyla sahih Sünnet ve hadislere yapılan saldırı İslâm’a yapılan saldırı
demektir. Bu bir toplumun hayatını kendisiyle inşa ettiği akidenin temeline
dinamit koymak, o toplumu ne yapacağını bilmeyen, sağa sola savrulan insanlar hâline
getirmektir. Bu, İslâm akidesinin canlılığını ortadan kaldıran bir katilin
saldırısı, bir neslin zihinlerine vurulan zincir, akılları donduran bir fitne
ateşidir. Yüzyıllarca İslâm’ı tatbik eden devletler Rasulü’nün Medine’deki
yöneticilik vasfını örnek almışlardır. Mesela devlet başkanının seçilmesi,
ümmet tarafından biat verilmesi, azledilmesini gerektirecek durumlar,
devletlerarası ilişkilerin düzenlenmesi, kurumsal bir yapı olarak devletin
hiyerarşik düzeni, ne ile ve nasıl hükmedeceği konusu vs. Bu sistematik yapının
kural ve kaidelerini Kur’an-ı Kerim’den nasıl çıkartabilirsiniz? Eğer Allah
Resulü’nün ölçülerini, sahih Sünnetini çıkarırsanız geriye ne kalır?
Emperyalist
saldırılarıyla ümmetin hak ettiklerini çalan, malına ve canına göz diken,
topraklarını sömüren Batı, Sünnet’e yaptığı saldırıyla akidesini ortadan
kaldırmayı, etkisiz ve tesirsiz bırakmayı hedeflemiştir. Allah’a hamdolsun ki
bu saldırı ümmetin içinden çok fazla taraftar ve destekçi bulamamış, gerçek
niyetler, perde arkasındaki hedefler ifşa edilmiştir.
[1]
Ebu Reyye, Advâun ale's-Sünne, 405-406
[2]
Mecelletu'l-Menâr, 9: 929-930
[3]
Mecelletu'l-Menâr, 10:511
[4]
Sibâî, es- Sünne ve Mekânetuha, 213
[5]
Mevdûdî, Sünnet Ki Aînî Haysiyet, 16
[6]
En’am 38
[7]
Nahl 89
[8]
Necm 1-5
[9]
Enbiya 45
[10]
Haşr 7
[11]
Nisa 80
[12]
Ali imran 31
[13]
Nur 51
[14]
Nur 63
[15]
Tevbe 29
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış