İslâm’ın gerçek anlamda
toplumsal kalkınmayı gerçekleştirip akılları ikna eden, kalplere güven veren ve
insanların fıtratına uygun olan dünya üzerinde tek ilahi ideoloji olma
özelliğini tespit etmiştik. Her zaman yazılarımızda dar fikirlerin, düşük fikirlerin
ve basit fikirlerin insanoğlunun kalkınmasında esas teşkil etmediğinin altını
çizmişizdir. İslâm’ın insanoğluna sunduğu fikrî kalitenin yüksek seviyede
olması, bizlere birçok konuyu tahlil ederken daha sağlıklı değerlendirmeler ve
çıkarımlar yapmamıza yardımcı olmaktadır.
İman ettiğimiz hayat
görüşümüz İslâm dini evrensel bir nizam olmakla beraber bu nizamın hayat
sahasında var edilmesi için Müslümanlardan yapılması gereken ilk işin kitle
oluşturmak olduğunu beyan etmektedir. Ve bu kitlenin sürecini üç aşamada;
birincisi kültürlenme-daveti taşıyacak mensuplarının zihniyet ve nefsiyet
gelişimi. İkincisi halk tabanı oluşturma yani kitlenin toplum ile kaynaşmasının
sağlanması. Ve son olarak yönetimin-güç ehlinin ikna edilmesi ile otoritenin
değiştirilme sürecinin oluşması talep edilmektedir.
Ki böylece Şâri’nin
hitabında talep ettiği evrensel nizam, hayat sahasında var edilip
geliştirilebilsin. Muhasebenin takibini sağlayacak ve yöneten yönetilen
ilişkilerinin denetlenmesini sağlayacak, kalkınmanın metodu olan kitlesel
çalışma toplumsal yaşamda işleyebilsin.
وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Sizden, hayra davet eden, marufu emr eden münkerden nehyeden
bir-birden fazla grup (kitle, parti) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir.”[1]
İşte tam da bu süreçte
yani insanın sorunlarına odaklanan (evrensel) nizamın hayat sahasında var
edilme-kurulma aşamasında kitlenin karşılaşacağı üç güven imtihanı ortaya çıkmaktadır.
Eğer bu üç hususta kitle güven mefhumunu oluşturabilirse o zaman onun ümmetle
beraber ümmetin içerisinde hedefine hızla ulaştığına şahit olabilirsiniz.
Dikkat ederseniz, İslâm’ın
hayat nizamı (Râşidî Hilâfet) karşısında yıkılmaya mahkûm olan bâtıl
devletlerin kolluk güçleri ve medya organları aşağıda izahını vereceğim üç
hususa yönelik güvenin sarsılması için sistematik olarak dezenformasyon
stratejisi uygulamaktadır. Zira Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem güven konusuna her zaman ehemmiyet göstererek sahabesine
sıklıkla: "Şeytan insan vücudunda dolaşan kan gibidir. Ben, sizin
gönüllerinize şeytanın kötü bir şüphe atmasından korktum-korkarım"[2]
diyerek izah ve nasihatler de bulunmuştur.
İşte bu tespiti yıkılmaya
mahkûm bâtıl sistemler de bilir. Ve davetçinin hep bu zayıf karnına, üç noktaya
kuvvetli vurur. Adeta şeytanın avenesi gibi kalbine kötü bir şüphe atar. Korku
veya yeisler ile davetçiyi davasından uzaklaştırmaya çalışır. Evet, şeytan veya
yıkılmaya mahkûm bâtıl devletler aavetçinin daveti taşımasına mani olmak için
aşağıda sıraladığımız üç noktada kişinin güvenini sarsmaya çalışır.
1- Kişinin kendine olan güveni
2- Kişinin kitlesine olan güveni
3- Kişinin kavmine(topluma) olan güveni
Unutmayalım ki güven
olgusu kapitalist toplumlarda kolay tesis edilecek bir husus da değildir. Tabii
ki toplumsal kodları bozulmuş ve güvensizlik sisi üzerine çöken bir toplumda
bunu sağlamak kolay olmayacaktır. Hele de kitlenin daveti taşıyacak kimseleri
toplumun içerisinden çıkarmak zorunda olduğu hakikatinin yanında. Toplum içinde
karamsarlık dehlizlerinde dolaşan bireylere davet vazifesini delege edip
kitlesel kültür ile seçkin şahsiyetlere dönüştürmek ve kitlesel bir parça
yapmak; her halde kızıl develere malik olma gibi zor bir iş gücü olsa gerek!
Bâtıl nizamların adamları
ve şeytanın aveneleri de davetçinin kendisine, kitlesine ve kavmine(toplumuna)
karşı kötü şüpheler oluşturup, bahsetmiş olduğumuz 3 K’ya güvenin oluşmasına
mani olacaktır. Davet ameliyesinden vazgeçirmek için önce şahsına saldıracaktır.
Ve ona “Bu işleri bırak senin etin budun ne ki insanları İslâm’a
çağırıyorsun.”, “Sen önce kendini düzelt.” gibi telkinlerde
bulunarak öz güvenini sarmaya çalışır. Baktı bunda başarılı olamıyor, bu sefer
kitlesine olan güveni zedelemeye çalışır. “Sen samimi bir adamsın ama
etrafındakiler senin gibi değiller.”, “Bu adamlar seni kullanıyorlar.”,
“Bu kitlenin mesulleri ehil insanlar değil.” vb. telkinler ile kişinin
kalbine şüphe tohumları ekmeye çalışırlar. Bu kimseler baktılar davetçinin
kendisine ve kitlesine güveni sarsılmadı, bu sefer toplumu hedef alır. “Bu
toplum düzelmez!”, “Baksana şunların haline her türlü pislik var.”, “Siz
samimi Müslümanlarsınız fasit bir toplum için kendinize, ailelerinize yazık
etmeyin”, “Şunların yaşayışlarına baksana toplumun çoğu kâfir olmuş.”
telkinleri ile davetçinin yaptığı amellerin boşa gitmekte olduğu şüphesini
oluşturur.
Peki nasıl oluşacaktır
belirtiğimiz üç hususa güven? Bu muazzam bir anlayış ve irade icat etmeyi
gerektirir. Bu konu kitlenin aynı duygu ve fikre sahip olan fertlerinde bu
güveni toplumda var edecek bir iradeye sahip olmaları ile alakalıdır. Bunun
için davetçinin kendi kişisel kaygılarından sıyrılması gerekir. Kitlenin
içerisinde var olma gayesini unutmaması gerekir. Toplumun fesadından kaçarak ve
toplumdaki yaygın isyankârlığa yüz çevirip uzlete çekilmemesi gerekir. Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu kavli
kulağına küpe olmalıdır: “Hiç biriniz arzusu benim getirdiklerime
uymadıkça iman etmiş olmaz.”[3]
Konunun ehemmiyetinin
anlaşılması için kitlenin mensuplarında tecelli etmesi gereken bu üç hususun
izahı gerekmektedir. Davetçi kendine, kitlesine ve kavmine(topluma) güveni
içselleştirmelidir. Bu üç husus İslâm davetini taşıyan bir mü’min ve mü’mine de
tecelli etmediği sürece kalkınmayı fikrî çalışma ile hedefleyen bir kitle
içerisinde var olma emrini hiçbir zaman anlayamayacak, başaramayacaktır.
1- Kişinin kendine olan güveni; daveti taşıma şuuruna
sahip bir mü’minde davet misyonunu gerçekleştirecek bir takım özellik ve
yetilere sahip olmadığı halde kitlenin daveti taşıyacak kimseleri toplumun
içerisinden çıkarmak zorunda olduğu bir hakikattir. İslâm hakkında, kitlesel
çalışma hakkında ve siyasi olayları tahlil etme konusunda bir takım bilgi ve
becerileri olmayabilir. Bu hal gelişmeye açık bir hal olduğu için kendine olan
güvenini hiçbir zaman yitirmemesi gerekir. Muhakkak bir takım lüzumsuz kimseler
(fasit sistemin adamları veya ahmaklar) karşısına çıkacaktır. Onu yaptığı bu
mukaddes görevden alıkoymak isteyeceklerdir. Bu eksikliklerini karşısına çıkarıp
onu ehil görmeyip bu görevi üstlenecek vasıfları taşımadığını. Davet
ameliyesinden vazgeçmesi gerektiği vesvesesini iradesine üfleyip yeisse
düşmesini sağlayacaktır. İlk başta kaldıramayacağı bir takım görevler
üzerlerine tevdi etmeye çalışacaktır. Gücünü aşacak işleri görev
edinmesini-yönlenmesini sağlamaya çalıştıracaktır ki yapamadığını kendisinin de
görüp, omuzlarının düşmesini sağlayacaktır. Ayrıca davetin idari stresinin
oluşturduğu vesvese ve yeis, görevi hakkı ile yapma duygusunu huzursuz edip, kişiyi
davetinin sorumlu kıldığı görevleri dahi terk etmesine sürükleyebilir...
O zaman o kimsenin
omuzları düşecek, kendini ve yaptığı işin mantıki orantısını kurmaya çalışacak
ve buna layık olmadığını zannedip daveti taşıma ameliyesinden (görev ve
sorumluluğundan) kendini geri tutacaktır. Ya da kendini pasifize edip
yapabileceği işleri dahi yapamayacağına dair bir özgüven eksikliği
hissedecektir. Kabiliyetlerini ortaya çıkarmanın yeri ve zamanının gelmediğini
düşünecek, belki de kitlesel gücün arkasına sığınıp bir parazit gibi kitlenin
işleyişinde aksamalara dahi sebep olabilecektir.
Daveti taşıyan kişi içten
(kendi kuruntusu) veyahut dıştan gelebilecek imtihanlar karşısında kendine olan
güvenini hiçbir zaman yitirmemelidir. Kırılmamalı, omuzlarını düşürmemelidir.
Aksine bu gibi vesvese ve yeisler karşısında müsbet[4]
bir davranış sergileyerek değişimin kendine nasıl etki ettiğini
gösterebilmelidir. O zaman toplumda güven hissini oluşturacak iradeyi
kendisinde oluşturabilir.
Kişinin kendine olan
güvende dengeyi sağlaması için Rabbinin ona bildirdiği öğütleri aklından
çıkarmaması gerekmektedir. Akidesi ile bağını hiç koparmaması gerekir. Aksi
takdirde kendine güven kişide kibre ve ukalalığa dönüşüp iğreti bir görüntü de
oluşturabilir. Bu dengenin gözetilmesi için şu hadiseye dikkatinizi çekmek
isterim. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem bir hadisi kutsîde şöyle buyurmaktadır: “Ben kulumun bana olan zannı kadar yanındayım.”[5]
Kulum beni nasıl tanırsa, düşünürse
onunla öyle muamele görürüm kapsamında tefsir edebiliriz. Yani kulum beni nasıl
düşünüyorsa, benden neler ümit ediyorsa, bana nasıl bir ümit bağlamışsa, onunla
öyle muamele görürüm. Olaylardan etkilenen olmak yerine, olayları etkileyen
olma gücünü ona veririm. Ya da aksi düşünce şekli ile olumsuz baktığında Allah Celle Celâlehû, o kişiye düşündüğü menfi
değerlendirme ile olaylara yaklaşımının olumsuz olacağını ve menfi davranış[6]
sergileyeceğini, karşılaştığı vesveselerde etkilenen olabileceğini
bildirmektedir. “Allah bize yeter, O ne
güzel vekildir” hitabı gereği yapacağımız hayırlı işlerde her zaman Allah Subhanehu
ve Teâlâ’nın destekleyici olduğunu, başarının %100’ünün O’na ait olduğu,
gayret ettiğimiz takdirde O’nun sayesinde amaçladığımız işlerde muvaffak
olabileceğimizi hiç unutmamız gerekiyor.
Kişinin kendine güvenini
sağlaması için mutlaka menfi davranışlardan sakınmalıdır. Kişinin kendine olan
güveni konusunun anlaşılması için bu kavram kilit kelimedir. Çünkü menfi
davranışlar güvenlik duygusunu yitirmiş kırılgan kişiler oluşturmaktadır. Çoğu
zaman başkalarının olumsuzluklarından etkilenirler. Yani başkalarının bir kaşık
suda koparmış olduğu fırtınada rotalarını kaybeder boğulurlar. Hayatta bir
şeyler edinme hususunda hep zorlanır ve gerilim yaşarlar. Çevrelerini kırıp
döker ve hiçbir zaman başladıkları işi sonuçlandırmadan yarıda bırakırlar.
Daveti taşıyan kişinin kendine olan güveni
hiçbir zaman yitirmemesi için İslâm dininin kaynaklarında yeterli sayıda öncül
bilgi mevcuttur. Konumuzun kastını oluşturacak, bizlere destekleyici olacak ve
bu konuda tefekkür etmemizi sağlayacak kadar kısmını sizler ile paylaşmamız
gerekir ise;
يَا بَنِيَّ اذْهَبُواْ فَتَحَسَّسُواْ مِن يُوسُفَ وَأَخِيهِ وَلاَ
تَيْأَسُواْ مِن رَّوْحِ اللّهِ إِنَّهُ لاَ يَيْأَسُ مِن رَّوْحِ اللّهِ إِلاَّ
الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ
“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kâfirler
topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez."[7]
الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ
النَّاسَ قَدْ جَمَعُواْ لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَاناً وَقَالُواْ
حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“O inananlar ki, başka insanlar tarafından ‘Bakın
size karşı bir ordu toplanmış, onlardan korkun ve korunun’ denince bu söz
onların imanını artırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ diye cevap
verdiler.”[8]
وَعلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُون
“İnananlar, sadece Allah’a güvenip
dayanmalıdırlar.”[9]
فَإِذَا
عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ
“Sonra bir hareket şekline karar
verince de, Allah’a güven.”[10]
وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ
حَسْبُهُ
“Kim Allah’a güvenip dayanırsa,
Allah ona yeter.”[11]
Ümmü Seleme RadiyAllahu Anhâ’dan
rivayet edildiğine göre Nebî SallAllahu
Aleyhi ve Sellem evinden çıkacağı zaman şöyle dua ederdi:
“Allah’ın adıyla
çıkıyorum, Allah’a güveniyorum. Allah’ım sapmaktan, saptırılmaktan, kaymaktan,
kaydırılmaktan, haksızlık yapmaktan, haksızlığa uğramaktan, câhilce
davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhatap olmaktan sana sığınırım.”[12]
Kişinin kendisine olan
güvenini oluşturan irade yukarıda belirtiğim gibi her zaman her bir görevde
imtihandan geçmeye hazır olmalıdır. Kendisini bekleyen olası zorluklar için
mücadele etmeye hazır olmalıdır. Yaşamış olduğu bütün olayları dakik bir
şekilde akidesi ile irtibatlandırma becerisini geliştirmelidir. Sistemin
adamlarının, ahmak kimselerin ve şeytanın avenelerinin kişinin kendine güvenini
yitirmesi için yaptığı saldırılara müspet davranışlar sergileyerek göğüs
gerebilir. İşte o zaman değişimi başlatan olmaya yatkın bir davetçi olma
yolunda yürüyebilir.
Mevcut eksikliklerinin
farkında olup kendisine en acil ihtiyaçları sıralayıp planlamasını yapmalıdır.
Bir an önce kendine güvenini yitirmesini sağlamaya çalışanların karşısına çıkıp
toplumun değişiminde öncülük yapacak şahsiyetin kendisinde olduğunu
göstermelidir.
لَا يَسْتَوِي أَصْحَابُ النَّارِ وَأَصْحَابُ الْجَنَّةِ أَصْحَابُ
الْجَنَّةِ هُمُ الْفَائِزُونَ
“Cehennem ehliyle Cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli,
isteklerine erişenlerdir.”[13] Unutmamalıdır ki; davet
ameliyesinden vazgeçirmek için önce şahsına saldırılacak ve ona türlü telkinlerde bulunarak
özgüvenini sarsmaya çalışacaklar. Bu olumsuz telkinlere kanıp Rabbini unuttuğu
takdirde menfi davranışlar sergiler. Zayıf ve güvenilir olmayan bir kimse
haline gelir. Bu kimseler ise hiçbir zaman kitleleşmeye uygun şahıslar
değildir.
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنسَاهُمْ أَنفُسَهُمْ
أُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“(Yaptıkları
işlerde) Allah'ı unutan ve bu yüzden
Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan
çıkan kimselerdir.”[14]
[1]
Âli İmran Suresi 104
[2]
Buharî Sahih; Müslim Sahih ; Ebu Davud Sünen ; Tırmizî Sünen; İbn Mace Sünen
[3]
Beğavî Mesfibihu's-sünne; Hatib Tebrîz Mişkatu'l-mesabih; Nevevî Kırk Hadis
[4]
Beklenen, olası bir zorluk için mücadele etmeye hazır olma. Olaylardan
etkilenen olmak yerine, olayları etkileyen olmaya; değişiklik başlatan olmaya
yatkınlık. Olumlu.
[5]
Buhari Tevhid; Müslim Tevbe
[6]
Tepkisel davranış tarzı. Başkalarından olumsuz etkilenen, tek taraflı, bütüncül
olmayan, davranış şekli.
[7]
Yusuf Suresi 87
[8]
Âli İmrân Suresi 173
[9]
İbrahim Suresi 11
[10]
Âli İmrân Suresi 159
[11]
Talâk Suresi 3
[12]
Ebû Dâvûd, Edeb ; Tirmizî, Daavât; İbni Mâce, Duâ
[13]
Haşr Suresi 20
[14]
Haşr Suresi 19
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış