Hiç
kimse bugün gerek Türkiye açısından gerekse diğer İslâm beldeleri açısından bir
değişimin gerekli olduğunu inkâr edemez. Ümmet olarak içerisinde bulunduğumuz
durumun doğal bir gereğidir bu. Herkes bu gidişin değişmesi gerektiğinde
hemfikir. Ancak yine de az da olsa değişime olan ihtiyacı hatırlatmak isterim.
Bu konuya yaklaşım ikiye ayrılabilir. Birincisi İslâm Ümmeti için değişim,
ikincisi Türkiye için değişim. Müslümanlar olarak yalnız ümmet için değişim
açısından bakmamız gerekir ancak biz yine de iki açıdan da değişime olan
ihtiyaca bakalım. Zira konuya Ümmetçilik çerçevesinin dışından bakanları da
unutmamak lazım.
Başta
da dediğim gibi ümmet için değişim inkâr edilemez boyutta. Birçok İslâmî belde
işgal edilmiş, birçok belde zalim yöneticilerin insafına bırakılmış ve birçok
beldede savaşlar söz konusu. Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın çevresini
mübarek kıldığı Mescid-i Aksa 1948’ten beri necis Yahudi işgalinde. Sürekli
büyüyen ‘İsrail’ toprakları yanında gitgide küçülen ve neredeyse üzerinde
Filistin toprakları görünmeyen bir dünya haritası var ellerimizde. Ancak
Filistin konusunda kaybettiğimiz sadece topraklar değil ne yazık ki; onurumuz,
kutsallarımız ve topraklarımızla birlikte ırzlarımız ve kardeşlerimizin kanları
da çiğneniyor. Kana doymayan siyonist “İsrail” her Ramazan ayında Gazze’ye
saldırmayı alışkanlık haline getirdi.
Filistin’le
birlikte bütün Ortadoğu savaş, işgal ve katliamlarla dolu; Irak işgal edilmiş,
Suriye, rejimi korumak adına Esad zalimine terk edilmiş, Yemen, Mısır, Tunus ve
diğerleri siyasi çekişme ve sömürgeciliğin tezahürleri olan savaş, darbe, işgal
ve bölünme ile karşı karşıya kalmış durumda. Açlıktan ölümlerin yaşandığı,
donarak çocukların öldüğü, ırzların kirletildiği ve Allah’ın Kâbe’den daha
kutsal saydığı Müslüman kanlarının oluk oluk akıtıldığı bir Ortadoğu’dan
bahsediyoruz.
Kafkaslar
hiç rahat yüzü görmemiş, yıkılan komünizmin atık yöneticileri Rus boyunduruğu
altında Müslümanlara her türlü zulmü reva görmekteler. Kapatılan camiler,
yasaklanan farzlar ve Allah’ın ayetlerinin suç sayıldığı bir Kafkasya.
Özbekistan’da binlerce Müslüman katlediyor, hapsediliyor ve aşağılanıyor.
Çeçenistan savaştan hiç çıkmamış ama bugün cephede çeçen komutanların kazandığı
başarılar masada bir-bir kaybediliyor. Bu başarıları gösteren komutanlar
Türkiye’de ya suikasta uğruyor ya da Rus istihbaratına teslim ediliyor.
Tataristan ve diğerleri de aynı; zulüm, katliam ve gözyaşı. Sadece Antalya’da
Kafkasya’dan kaçıp Türkiye’ye sığınan 150 binden fazla (umarım başlarına bir
şey gelmez) insan var.
Doğu
ve Uzakdoğu’yu hiç anlatmaya gerek yok; Budist, Hindu ve komünist Çinlilerin
eline ve insafına terk edilmiş bir Burma, Myanmar ve Türkistan var. Özetle; İslâm
Ümmeti kan ağlıyor, kan. Analar ağlıyor, babalar ağlıyor, çocuklar ağlıyor…
Ümmet
bilincini yaşamayıp konuya sadece Türkiye olarak bakanlar için de diyecek çok
şey var. Her ne kadar diğer İslâm beldeleri kadar savaş, işgal ve katliamlar
yaşamasa da, her ne kadar faili meçhul cinayetler, devletin kendi halkına
yaptığı katliamlar ve PKK belasının katliamları şimdilik geçmişte kalsa da,
zulüm sadece bunlarla sınırlı değildi ki. Açlık sınırının altında bir asgari
ücret belirleyip binlerce insanı çift işte ya da ailecek çalışmaya mecbur
bırakan ve binlerce lira maaş alıp hazineye on binlerce lira yükü olan liderler,
vekiller ve bürokratlar var. Yüzlerce üniversite açarak ve okumayı mecburi hale
getirdiği halde mezunlarına iş üretemeyen, atayamayan bir devlet var. Dişinden,
tırnağından, yemeyip, içmeyip vergisini ödeyen halkın parası saraylar, makam
arabaları, seçim harcamaları ve hiçbir faydası olmayan trilyonluk maliyetleri
olan parklara, bahçelere ve alt yapısız üst yapılara harcanıyor. Hukuka güven
kalmamış, birinin tutukladığını diğeri tahliye eden, birinin mahkûm ettiğini
diğeri beraat ettiren ve tarafların sopası haline gelmiş bir hukuk sistemi var.
Suçsuz Müslümanları hapseden bir adli düzenin olduğu hukukta adaletten
bahsetmek mümkün olmadığı gibi kralın çıplak olduğunu zaten herkes görüyor.
Yolsuzluk, hırsızlık, zimmete para geçirme, rüşvet ve torpilin en çok yaşandığı
bir ülkeden bahsediyoruz.
Bunları
inkâr eden varsa -ki olmadığı kanaatindeyim- çok daha fazla veri ve delil
ortaya koyabiliriz ancak konumuzun özü değişime ihtiyaç olup olmadığı değil,
değişimi kimin yapacağıdır. Zaten geçirdiğimiz seçimlerde de gördük ki AKP, CHP
ya da diğerlerine oy veren insanlar veya kendilerine oy isteyen partiler
değişimi kendilerinin yapacağını vaat ve iddia ediyorlar. Zaten bunun için
insanlar oy vermiyor mu? Zaten bunun için partiler oy istemiyor mu?
Değişim,
kalkınma ve ilerleme şart olduğuna göre tartışmanın, kalkınma ve bunu kimin
yapacağı üzerine yapılmalıdır. Öncelikle belirtmek isterim ki, bu iş ne
fertlerin yüklenip yapacağı bir iştir, ne de cemaat, dernek, vakıf ve
cemiyetlerin yapacağı bir iştir. Bu işin fertlerin güç yetirebileceği bir iş
olmadığı açıktır. Vakıf, dernek ve cemiyetlere gelince; değişmesi gereken
toplumun bir parçası oldukları, kalkınmanın cinsinden olmadıkları ve cüzi
işleri gerçekleştirmek üzere kaim olduklarından dolayı değişim ve kalkınma
işini yapamazlar. Örneğin yardımlaşma dernekleri zayıf ve muhtaçlara yardım
etmek üzerine kurulur ve bunu da yapar ancak işi yardımlaşma ile sınırlıdır. Ya
da mesela kültürel bir iş yapmak için kurulur ve onu da yapar. Bu tür
kuruluşlar genelde kültürel, yardımlaşma ve dayanışma, camii ve okul gibi
şeyler yaptırma, bazı hak ve hürriyetleri savunma ve bunun gibi işler için kurulurlar
ve değişim ve kalkınma işi için başka adreslere destek olurlar.
Tarihte
ve bundan sonra değişim ve kalkınma işini hep siyasi partiler yapmışlar ve
yapacaklardır. Bilinen tarihte değişim, inkılap ve kalkınmayı hep partiler
gerçekleştirmiştir. Parti; bir fikir üzerinde örgütlenmiş insanlardan oluşur.
İnandığı ideolojiyi hayatta var etme iradesi gösteren kitleleşme ve örgütlenmelere
parti denir. Bu çerçeveden bakıldığında yakın tarihte değişim ve kalkınma gerçekleştiren
Fransız ihtilalinde, Bolşevik ihtilalinde ve diğer ihtilallerde hep bir
kitleleşme görebilirsiniz. Tamamen halk hareketi gibi gözüken devrimlerde dahi
mutlaka bir kitleleşme göze çarpar. Bunun gibi yaklaşık 15 asır önce tarihin en
büyük devrimini gerçekleştiren Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
bile bir kitleleşmesi söz konusuydu. Ashabıyla birlikte RadıyAllahu Anhum
bir kitleleşme ihdas etmiş ve o kitlesiyle birlikte on üç yıl süren bir
mücadele sonucu dünyanın en büyük kalkınmasını gerçekleştirmişti.
Onun
için değişim ve kalkınmayı partilerde arayan insanlar formül olarak doğru
yerdeler ancak kalkınmanın mahiyeti açısından yani nasıl bir kalkınma
istedikleri açısından yanlış adreslerde bulunuyor olabilirler. Çünkü dediğim
gibi formül olarak doğru çözüme sahipsiniz ancak desteklediğiniz ya da bizzat
faaliyette bulunduğunuz parti ya gerçek anlamda bir parti olmayabilir ya da
sizin fikrinizden farklı bir fikir üzerine kurulmuş olabilir. Mesela
tabelasında parti yazsa da milliyetçi, vatancı ya da kalkınma fikrine zıt
fikirler üzerine kurulmuş hareketler asla parti değildir. Çünkü ideoloji
partinin olmazsa olmaz bir unsurudur ve eğer partinizin bir ideolojisi yoksa o
parti tabela partisi olmaktan öteye geçemez. Çünkü hiçbir ideoloji belli bir
ırka, belli bir bölgeye ya da belli bir mezhebe ait olamaz. Bilakis bütün
insanlara açık, her coğrafyada uygulanabilen ve hayata dair sürekli çözümler
üretebilen bir yapıya sahiptirler. Şimdi sizin partiniz sadece Türkler, sadece
Kürtler ya da sadece Arapları ihtiva ediyorsa bu nasıl parti olabilir, nasıl
insanlığa yol gösterip adaleti sağlayabilir?
Dolayısıyla
dünyada üç ideoloji olduğuna göre demokratik partiler, komünist partiler ve İslâmî
partilerden başka kalkınma ve değişim sağlayabilecek partiler mevcut değildir.
Meseleye Türkiye’den baktığımızda bu üç tür partinin mevcut olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla komünizmi isteyenler komünist partilerle çalışır ve onlara destek
olur, demokrasi ve laikliği isteyenler demokratik partilerle çalışır ve onlara
destek olurlar ya da İslâm’ı isteyenler İslâmî partiyle çalışır ya da ona
destek olurlar. Türkiye’nin halkının ezici çoğunluğu Müslüman olduğu ve genel
ekseriyet İslâmî bir değişim, İslâmî bir kalkınma istediğine göre peki neden İslâmî
bir değişim ve kalkınma olmuyor? Çünkü Türkiye’de parti türleri üçün dışında. Dördüncü
bir parti türü mevcut Türkiye’de. Demokratik partiler, komünist partiler, İslâmî
parti ve İslâmî zannedilen demokratik partiler.
İslâm’a,
İslâmî hayata ve İslâm’ın yönetim sistemi olan Hilafet’e susayan halkımız İslâmî
görünümlü demokratik partilere kandıkları için Türkiye’de İslâmî bir değişim ve
kalkınma olmuyor ne yazık ki. Demokrasi hile yaparak kendini hem demokratik
partilerle takdim ettiği gibi hem de İslâmî parti olarak takdim ediyor. İşin
özünde şu var; demokrasi hâkim olduğu için demokratik esasların dışında parti
kurulmasına müsaade etmiyor. Komünist partilerle birlikte kendisini İslâmî
olarak yutturan bütün partiler esasta demokratik partilerdir. Demokrasi,
kapitalizm ve laiklikten nefret eden halkımıza demokrasi kendini bir şekilde
kabul ettiriyor. Çok renkli gibi gördüğümüz siyasi arena esasen tek partiden
oluşmasa da tek esasa oturan partilerden oluşuyor.
İşte
yedi haziran seçimleri, bütün partiler seçim öncesinde çalışmalar yaptı, vaat
ve taahhütlerde bulundu. Bazısı iki maaş ikramiye vaat etti emeklilere, bazısı
prim. Bazısı herkese beş bin lira maaş sözü verdi, bazısı yatırım. Daha çok
özgürlük daha çok demokrasi ve daha çok ekonomik vaatlerin dışında adalet,
kalkınma, yükselme, dünya devleti olmak ve İslâm âlemini kurtarmak gibi kimse
vaatlerde bulunmadı. Evet, hiç kimse Filistin’i işgalden kurtarmak gibi,
Suriye’deki savaşa son vermek gibi ya da İslâmî hayat, şeriat ve Hilafet
vaadinde bulunmadı. Adaleti tesis etmek İslâm toplumunu oluşturmak ve dünya
insanlarına bir mesaj, bir risalet taşımak gibi vaatlerde bulunmadılar. Bizleri
insani bazı hizmetlerle, ekonomik vaatlerle ve mevcut ideolojiye dokunmadan,
onun aslını bozmadan bazı tadilatlar sözü vererek kandırmaya çalıştılar. Tıpkı
bir asra yakın bir zamandır kandırdıkları gibi…
Zaten
İslâmî hedefler, Hilafet, adalet ve İslâm âlemine kurtuluş reçetesi sunmak
demokratik partilerin işi değildir. Dediğim gibi demokratik partiler demokratik
hedefler için çalışır, demokrasiye çağırır. 2023 yılına yani cumhuriyeti
yüzüncü yaşına sağ-salim ulaştırmaya çağırır. Demokrasinin esaslarından olan özgürlüklere,
eşitliğe, hümanizme ve diyaloga çağırır. Dine vicdani bir mesele olarak bakıp
dine bile özgürlük esasından çağırır.
Eğer
bizler İslâm Ümmeti’nin evlatları isek demokratik partilerden değişim
beklemekten vazgeçmemiz gerekiyor. Dolayısıyla siyasi arenaya bizlere adalet,
şeriat, Hilafet ve gerçek manada kalkınma vaat edecek İslâmî siyasi partiler
lazım. İslâmî akide esası üzerine kurulmuş, gayesi uğrunda demokratik yollara
tevessül etmeyen ve İslâmî bir hayattan başka gayesi olmayan alternatif bir İslâmî
parti lazım. Parti tüzüğü mevcut yasalar çerçevesinde hazırlanmış partiler,
demokratik partilerdir. Bizlere tüzüğü Kur’an ve Sünnet ışığında yazılmış,
hedefi ve fikri Kur’an’dan, metodu bize her hususta örnek olan Nebi Muhammed Sallallahu
Aleyhi ve Sellem’in hayatından alınmış, vasıta ve üslupları mubahlardan
olan bir parti lazım. Bizlere Makyavelli, Jan-Jack Russo ve Montesquieu’nun kitaplarını okuyarak üyelerinin zihni
bulanmış partiler değil Kur’an okuyarak aydınlanan siyer okuyarak ufku gelişen
ve Hayat-us Sahabe okuyarak basiret kazanan, üyeleri takvalı, fedakâr ve cesur
kişilerden oluşan bir parti lazım.
Açıkça
Hilafet vaat eden bir parti varken neden Hilafet kuracağı vehmedilen demokratik
partilere destek olalım ki? Öyleyse geriye bir tek mesele kalıyor, böyle bir
parti var mı, yok mu? El cevap evet var, hem de Hilafet, Hilafet, Hilafet diye
meydanlara inmiş, İslâm Ümmeti’nin bağrından çıkmış bir parti var. Arayan Mevla’sını
da bulur, İslâmî partisini de…
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış