İslam’ın gönderildiği günleri
gözden geçirdiğimiz vakit toplumda gayri insani ve ahlaki kabul edilen ne varsa
o topluma hâkim olduğunu kolaylıkla görebiliriz. O dönem, adıyla müsemma olduğu
üzere cahiliyedir. Cahiliye adetlerinin
en yaygınlarından bir tanesi de kuşkusuz kavmiyetçilik/ırkçılık/milliyetçilikti.
İslam etnik farklılıkları bir kenara atmış, bütün farklılıklara rağmen tek bir
potada eritmiş ve kardeş olmayı öğretmiştir. İslam’ın gelmesiyle sadece
ırkçılık değil bütün gayri insani ve ahlaki adetler tedavi edilmiştir. Bu da o
dönemin insanlarını karanlıklardan aydınlığa gark olmalarına vesile olmuştur.
Dahası İslam gelmezden evvel insanlık dışı bütün davranışlar ile hem hal
olmuşken İslam ile birlikte gerçekleştirdikleri değişim ile dünyada iken Cennet’le
müjdelenmişlerdir. Daha dünyadayken Allah onlardan razı olduğunu haber
vermiştir. Bütün bu değişim İslam ile mümkün olmuştur. İşte değişen ve tabir
yerinde ise yerin yedi kat altına gömülen cahiliyeye ait adetlerden bir tanesi
de ırkçılık/milliyetçiliktir.
Irkçılığın cahiliye adetlerinden
olduğunu anlatan bir hadiste Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem
şöyle buyurmuştur:
“Bir gün Ebu Zer, Bilal-i Habeşi’ye
kızmış ve haddi aşarak ‘siyah kadının oğlu’ diye hakaret etmişti. Bilal onu
Rasul-ü Ekrem’e şikâyet etti. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Ebu
Zerr’e dedi ki: Onu anasının zenci olmasıyla mı ayıpladın? Sen öyle bir adamsın
ki sende hala cahiliye kokusu var. Bak, sen takva ile daha üstün olmadığın
takdirde, beyaz veya siyah derililerden daha hayırlı değilsin.” (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, Mısır
1313, V, 158.)
Bu rivayet
milliyetçiliğin/ırkçılığın cahiliye adetlerinden olduğunu anlatması adına
yeterlidir. Evet İslam bunları tedavi etmiştir. Farklı ırklara sahip olmalarına
rağmen tek bir çatı altında yaşamayı öğretmiştir. Her şeyden öte İslam
kavmiyetçiliğin radikallikte zirve yaptığı bir dönemde düşmanlıkları kardeşliğe
dönüştürebilmiştir. Yıllardır süren husumete son vermiştir. Gece ile gündüz bir
araya gelir ama Evs ve Hazreç bir araya gelmez denilen düşmanlığı İslam nimeti
ile sonlandırmış ve onları kardeş kılmıştır. Bunu durumu bakınız ayette Allah Azze
ve Celle nasıl tarif ediyor:
لَوْ أَنفَقْتَ مَا فِي الأَرْضِ جَمِيعاً مَّا
أَلَّفَتْ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلَكِنَّ اللّهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ إِنَّهُ عَزِيزٌ
حَكِيمٌ
“Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarf
etsen bile, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın ama Allah onları uzlaştırdı.
Doğrusu O güçlüdür, Hakim’dir.” (Enfal-63)
O Allah ki bizlerin nazarında
olmayacak şeyleri oldurmaya kadirdir. Allah olmaz denilen şeyi oldurmuş,
düşmanlıkları kardeşliğe dönüştürmüştür. Rasulullah’ın Ebu Zer’e dediği gibi
takvaca üstün olunmadığı müddetçe beyaz tenli olmanın siyah tenli olana
üstünlüğü yoktur. İslam üstünlüğü takvaya hasretmiştir. Yoksa üstünlük ne
siyahtadır ne beyaz olanda… Ne Türk’ünde ne de Kürt’ünde ne de Arap’ında… …
İki zenci genç nasıl beyaz oluruz
diye düşünürlerken karşılarına bir güzellik merkezi çıkar. Dükkânın camında “Zencileri
beyaz yapıyoruz hem de sadece 5 dolara.” yazısı asılıdır. Arkadaşlar önce
inanmaz fakat daha sonra bir deneyelim derler fakat birisinin 3 doları
diğerinin 7 doları vardır. 7 doları olan zenci: Önce ben gireyim gerçekten
beyaz olursam sana 2 dolar borç veririm, sen de beyaz olursun, der ve dükkâna
girer. Aradan uzun bir süre geçtikten sonra dükkândan çıkar ve gerçekten beyaz
olmuştur artık. Arkadaşı koşar yanına ve der ki: Hey dostum 2 dolar borç
versene… Cevap oldukça manidardır: Hadi oradan pis zenci.
Kısaca ten farklılığının Allah
katında bir değeri yok. Allah katında kişiyi saygın kılan şey İslam kimliğinden
başkası değildir. Üstünlük sadece ama sadece takvadadır. Azim olan Allah ayet-i
kerimede şöyle buyurmuştur:
إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
“Allah katında en değerli olanınız,
O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir,
hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat-13)
Dolayısıyla İslam üstünlüğü takvaya
bağlamıştır. Allah bizi kardeş kılmıştır. Bunu Hucurat Suresi’nde sarahaten
beyan etmiştir. Kimsenin kimseye üstün olmadığını bir rivayetle zenginleştirmek
istiyorum. Bu rivayet bile başlı başına ırkçılığın haram olduğunu bilakis
kardeş olduğumuzu anlatmak adına yeterlidir.
Bir ırkçı Arap, Evs ile Hazrec
kabilelerine mensup Arapların başka ırktan insanlarla oturup kardeşçe sohbet
ettiklerini görünce öfkelenerek şöyle der: Evs ile Hazrec Peygamber’e hizmet
eden Araplardandır. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Suheyb, şu
da Farslı Selman. Bunlar Arap değiller ki? Nasıl oluyor da Arap olmayan bu
yabancılar Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul ediliyorlar? Bunlar bu
eşitliği nereden kazandılar? Muaz bin Cebel, bu beklenmedik değerlendirme
üzerine oturduğu yerden kalkarak adamın yakasını tutar ve şöyle der: Seni
Rasulullah’ın huzuruna götüreceğim, bu söylediklerinin İslam’daki yerini
soracağım. İslam’da böyle bir ırkı yüceltip ötekini aşağılamak var mı
göreceğiz. Hz. Muaz, adamı alıp doğruca Peygamberimizin mescidine götürür ve
bulduğu ilk fırsatta da hemen sorusunu şöyle sorar: Ya Rasulullah, bu ırkçı
Kays için ne buyurursunuz? Biz Araplar oturmuş Arap olmayan kardeşlerimizle
tatlı sohbetler yapıyorduk. Gelip aramıza ırkçılık fitnesi soktu. Arapların
üstün ırk olduğunu ileri sürdü. İranlı Selman’ı, Rum’dan gelen Suheyb’i, Habeşistan
asıllı Bilal’i aşağı ırktan kabul ederek onların Araplarla eşit şekilde sohbete
layık olmadıklarını iddia etti. Bizimle eşit şekilde oturup da sohbet edemezler
mi? Bu değerlendirmeyi dinleyen Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in
yüzünde derin bir üzüntü meydana geldiği görülür. Irklar arasında ayrım yapan
insanlara şöyle uyarıda bulunur: Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir!
Babanız, ananız da birdir! Araplık ne babanızda vardır, ne de ananızda. O
sadece sizin verdiğiniz isimden ibaret bir tanıtımdır. Arap’ın Arap
olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah’a iman ve itaattedir. Allah’a
iman ve itaat edenler hep birlikte üstündürler. Bunu herkes böyle bilmeli,
aranıza ırka dayalı üstünlük ayrımcılığı sokmamalısınız! Bu durumda ne
yapacağını bilmeyen Muaz bin Cebel sorma gereği duyar: Ya Rasulullah, öyle ise
aramıza ırkçılık fitnesi sokmak isteyen bu adamı ne yapayım? Efendimiz, bu
soruya pek kullanmadığı ağır bir cümleyle cevap verir. Bu ırkçı adama ne der
biliyor musunuz? "Da’hu ilennar!" Yani "Bırak o
ırkçı adamı, cehenneme kadar yolu var!" (İmam Malik, Muvatta)
İslam gelmiş ve ırkçılığı tedavi
etmiştir. Müslümanlar yıllarca İslam Hilafet çatısı altında kardeşlik
bilinciyle yaşamışını başarmışlardır. Ne zaman ki kâfirler Müslümanları cihad
meydanlarında yenemeyeceklerini anladılar Müslümanların arasına ayrılık
tohumları saçılması gerektiğine karar verdiler. Ne hazindir ki Müslümanların
devleti Hilafet yıkıldı, bununla birlikte Müslümanlar elli küsur parçaya
bölündüler.
Şu an soluduğumuz havanın adı
cahiliyedir, desem sanırım abartmış olmam. Bugün dün olduğu gibi bizlerin
ırkçılığı bir kenara atıp kardeşçe yaşamaya ihtiyacımız var. Hem de ekmek gibi
su gibi… Nasıl ki Hilafet’in yıkılmasında kardeş kavgası, ırkçılık tohumları
etkin faktör oynadıysa bugün de İslam hayata tekrar hâkim olmasın, Hilafet
Devleti yeniden ikame edilmesin diye aynı faktörler devreye sokulmuştur.
Hâlbuki Allah bizi kardeş ilan etmiştir. Kardeşçe yaşayabilmek İslam nimetiyle,
yani İslam’ın hâkimiyeti ile mümkündür.
Buna ek olarak İslam, Müslümanların
birbirleriyle olan alakasını düzenlemiş, kardeşlik hukuku tanzim etmiştir.
Başka bir tabirle kardeş olmanın bazı gereklilikleri vardır. Gereklilikler
yerine getirildiği vakit kardeş olmaktan söz edilebilir.
Müslümanın derdiyle dertlenebilmek
lazımdır. Suriyeli Müslüman kardeşimizin derdi ne zaman ki bizim de derdimiz
olmuştur işte o zaman hakkıyla bir kardeşlikten bahsedilebilir. Yine aynı
şekilde ne zaman ki Filistin’den yükselen feryat ve imdat çığlıkları bizim
uykularımız kaçırdı o zaman kardeşlikten bahsedilebilir. Aslında anlatmaya
çalıştığım şudur; kardeşlik “kardeşiz” demekle olmuyor. Kardeş olmanın
gereklilikleri yerine getirildiği takdirde kardeşlikten bahsedilebilir.
Gereklilikler; kardeşlerimizin dertleriyle dertlenerek sabahlamaktır. Vahdetin
emaresi bir vücut ve vücudun azaları gibi olmaktır. Birbirlerine kenetlenmiş
bir binanın tuğlaları gibi sarılmaktır.
Kardeş olmanın gereklilikleriyle
alakalı bazı rivayetler şöyledir; Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem
şöyle buyurmuştur:
الْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا وَشَبَّكَ
بَيْنَ أَصَابِعِهِ
“(Parmaklarını birbirine
kenetleyerek) Müminler birbirlerine kenetlenmiş bir binanın tuğlaları
gibidirler.”
(Buhari)
Başka bir hadiste Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ أصْبَحَ وَلمْ يَهْتَمّ بِأمْرِ الْمًسْلِمِينَ
فَلَيْسَ مِنَّا
“Kim Müslümanların işlerini,
dertlerini önemsemeksizin sabahlarsa bizden değildir.” Ve yine şöyle buyurmuştur:
مَثَلُ الْمُؤْمِنِينَ فِي تَوَادِّهِمْ وَتَرَاحُمِهِمْ وَتَعَاطُفِهِمْ مَثَلُ
الْجَسَدِ إِذَا اشْتَكَى مِنْهُ عُضْوٌ تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ الْجَسَدِ بِالسَّهَرِ
وَالْحُمَّى
“Birbirlerini sevmekte,
birbirlerine merhamet etmekte ve birbirlerine sımsıkı sarılmakta müminler bir
vücut gibidirler. Vücudun herhangi bir uzvu rahatsızlandığı zaman diğer azalar
da ateşlenerek ve uykusuzlukla ona icabet ederler.” (Buhari, Muslim)
Allah Azze ve Celle Müslüman’a
kardeşinin derdiyle dertlenmeyi farz kılmıştır. Ayrıca Müslümanın sıkıntısını
giderme gayreti içerisinde olmanın çok büyük sevabı vardır. Kardeşlerimizin sıkıntısı bizi
kederlendirmelidir. Bu hassasiyeti kazanmalı ve bunlar için kaygılanmalıyız.
İbn Abbâs RadiyAllahu Anh
bir gün Peygamberimizin mescidinde itikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm
verdi. İbn Abbâs RadiyAllahu Anh: “Kardeşim, seni yorgun ve kederli
görüyorum. dedi. Adam: Evet, ey Rasulullah’ın amcaoğlu, kederliyim! Falan
şahsın benim üzerimde hakkı var/ona borcum var, fakat şu kabrin sâhibi (Allah
Rasûlü) hakkı için söylüyorum ki, onun hakkını/borcumu ödeyemiyorum, deyince
ibn Abbas RadiyAllahu Anh: Senin için o şahısla konuşayım mı? diye sordu. Adam:
Olur deyince de hemen ayakkabılarını alıp mescitten çıktı. Adam: İtikâfta
olduğunu unuttun mu, niçin mescitten çıktın? diye ardından seslendi. İbn Abbâs
RadiyAllahu Anh: Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış
olandan duydum ki (bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu): Her kim, din
kardeşinin bir işini takip eder ve o işi görürse/sıkıntısını giderirse, bu
kendisi için on yıl itikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Hâlbuki bir kimse Allah
rızası için bir gün itikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile Cehennem arasında üç
hendek kazar ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.” (Taberani)
Ezcümle, İslam bize “bananecilik”
zihniyetinden uzak durmamızı emrediyor. “Diğerlerine ne olursa olsun ama benim
ülkeme olmasın, benim milletime olmasın.” anlayışından kaçınmamızı istiyor.
“Ben” merkezli değil “biz” merkezli bakmamızı talep ediyor. Dolaysıyla
kardeşlik hukukunun gereği Suriye’de yanan ateşi evimde yanan ateş gibi
hissedebilmeliyim. Açlıktan kaburgaları sayılabilen Madaya’daki çocukları
gördüğümde açlık sıkıntısı çeken kendi evladımmışçasına kederlenmeliyim. Yani
kardeş olmanın gereği onların derdiyle dertlenebilmeliyim.
Biz merkezli bakmayı bir örnekle
zenginleştirmek istiyorum. Tarihten şöyle bir rivayet aktarılır:
“Seriyy-i Sakatî Rahimehullah ders
esnasında talebelerine: Müminlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”
hadis-i şerifini izah ediyordu. Bu sırada, bir talebesi heyecanla içeri girdi
ve Üstadım! Sizin mahallede yangın çıktı, her yer kül oldu. Yalnız sizin ev
kurtuldu, dedi. Seriyy-i Sakatî, sevinç içinde: Elhamdülillâh!. deyiverdi.
Fakat tam otuz sene sonra bir dostuna: Ben o gün “Elhamdülillâh!” demekle bir
anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş (ben merkezli bakmış), felâkete
uğrayanların ıstırabından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o hâlimin
tövbesi içindeyim!.. dedi.” (Zehebi, Tarih)
Gelişen olaylara “ben” merkezli
değil “biz” merkezli bakabilmek duasıyla…
Yorumlar