Uluslararası düzenlerin bugün İslam’ı ve Müslümanları
hedef aldığını söylemek kesinlikle bir paranoya değildir. Kuruldukları günden
bugüne dek her fırsatta anti İslami propaganda yürüten kurum ve kuruluşların
yaptıkları cürümler artık Müslümanlar üzerindeki sinsi emellerinin delilidir.
Özellikle de bugünün dünyasını kasıp kavuran Kapitalizm ateşi, soğuk savaş
yıllarının bitmesinin ardından İslam akidesini yakan ‘kızgın bir kor’a
dönmüştür. Bu kızgın kor faaliyetleriyle sönmek bilmeyen bir hâl almış ve
günümüzün meşhur alimleri tarafından da bu ateşe yakıt takviyesi yapılmıştır.
Halbuki aydın akıllar, karanlıklar içinde nuru bulan mümtaz bireyler olarak
İslami akideyi layık olduğu uluslarüstü bir konuma çıkarabilmeyi başarmak
durumundaydı. Neticede olan oldu ve her bir İslami belde uluslararası
çekişmenin savaş alanına döndü. Ne yazık ki Müslümanlar kendi sahalarında bile
oyuncu konumunda değil seyirci durumundaydılar. Toprakları üzerinde yapılagelen
siyasetlerin farkına varamadılar, iktisadi olarak borçlanmaya mecbur
bırakıldılar, onlarca yıllık anlaşmalar ile beldelerini bedelsizce
kullandırttılar. Yöneticilerinin Batıya ve kapitalist sermayedarlara
çalıştığını anlamayıp, siyaseten hiçbir konuya müdahale edemediler. Müslümanların
yöneticileri ise kendilerine teslim ettikleri semerlerini kafirlerin sırtlarına
vuracakları günleri bekleyedurdular.
1947 senesinde Müslümanları kambur
bırakırcasına sırtlarına sokulan ‘İsrail’ hançerinin mimarı olan Birleşmiş
Milletler, insanlığa hizmet, barış ve adalet tesis etmek için kurulduğunu ilan
etmişti. Evet, böylece insanlığa hizmetin ve barışın tesis edilmesinin yolunun
İslam ile savaşmakta olduğunu savunan uluslararası kurumların varlığı
mütemadiyen artarak devam etti. Kendini İslam ile mücadeleye adamış ABD eski başkanı
George Bush BM’de şu açıklamayı yaptı: ‘‘Müslüman
dünyanın modern ve modernleşmekte olan devletlerinde, terör üretecek
ideolojilerin ve şartların kök salmaması için bu devletler desteklenmelidir.’’
Yeni dünya düzeninde İslam’ın yerinin
olamayacağını savunan bütün kurum ve kuruluşlar yeni stratejilerini Müslümanların
pasifize edileceği bir şekilde planlamışlardır. ‘Kızıl Tehlike’ yerini ‘İslami
Terör’ ve ‘Terörle Mücadele’ yerini ‘Radikallerle Mücadele’ olarak
değiştirmiştir.
Birleşmiş Milletler dünya halklarının huzur
ve refahı için varolduğunu haykıradursun yapılanlar hiçte bunu doğrular
nitelikte değil. Bu kurumun ilk kurulduğunda yaptığı en önemli iş İsrail
varlığını Müslümanların kalbine hançer olarak sokmak olmuştur. Ve bu iş ardı
arkası kesilmeyen ihanetlerle devam ettirmiştir. BM,
Filistin, Bosna, Lübnan, Keşmir, Çeçenistan, Afganistan, Irak, Somali ve daha
birçok İslam ülkesi topraklarının işgal edilmesine hep göz yumdu. Doğu
Türkistan’da yapılan Çin zulümlerine, Arakan’daki Müslümanların ülkelerinden
tecrit edilmelerine ve son olarak halen Suriye’de yapılan katliam ve zulümlere
sessiz kalan Birleşmiş Milletler, küresel güçlerin arzu ve isteklerine uygun
kararlar alarak milletleri birleştirmeyi değil, bölmeyi kendine adeta bir ilke
edinerek mazlumların değil, sürekli zalimlerin yanında durdu. Gerçekte
Filistin’de bir siyonist devlet kurmak ve kurulan yahudi rejiminin kanlı
işgallerini meşrulaştırmak amacıyla kurulduğu anlaşılan Birleşmiş Milletler,
1947 yılında bu işlevini yerine getirdikten sonra artık anlamını yitirmiş bir
kukla sistem olarak faaliyetlerini günümüze kadar sürdüregelmiştir. BM, 1948
ile 1958 yılları arasında Keşmir hakkında 23 karar almasına ve Hindistan’ın
alınan bütün bu kararları çiğnemesine rağmen Hindistan’a yönelik tek bir
yaptırım kararı dahi almayarak, gerçek yüzünü ortaya koymuştu. Irak hakkında
aldığı 17 karar ile ABD’nin Irak’ı işgalini haklı gösteren BM, Keşmir hakkında
aldığı 23 karara rağmen kılını kıpırdatmadı. Üstelik Irak hakkında aldığı
kararı Irak tarafı kabul etmezken, Keşmir hakkında alınan kararlarda hem
Hindistan, hem de Pakistan devletlerinin imzaları bulunuyordu.
BM, Bosna’daki akıl almaz faaliyetleri
ile de iğrenç yüzünü göstermişti. Bosna’daki soykırım esnasında yaklaşık 250-300
bin Müslüman, Sırp kasaplar tarafından katledilmişti. Binlerce Müslüman kadına
sistematik bir şekilde tecavüz edilmişti. Bütün bunlar yapılırken BM hiçbir şey
yapmamış, hatta Müslümanların Sırplara karşı tam da toparlandığı bir zamanda
silah ambargosu uygulayarak Sırpları ödüllendirmişti. Bölgeye sözde ‘Barış
Gücü’ olarak giden; ama Sırpların düzenlediği tecavüz partilerine de katılan BM
askerleri, güvenli bölge olarak ilan edilen Srebrenica’da kontrolü Sırp kasap
komutan Mladic’e teslim ederek on iki bin Müslüman’ın katline göz yummuş ve bu
korkunç olay tarih sayfalarında yerini almıştı. Bosna’da Sırpların uyguladığı
teröre destek veren BM, işlenen savaş suçlarına ve katliamlara karşı hiçbir
zaman etkili bir tutum sergilemeyerek adeta Sırpların ortağı gibi hareket
etmişti.
Birleşmiş Milletler, terörist İsrail’in
2006’da Lübnan’a yaptığı saldırıyı utanç verici bir biçimde uzun süre seyretmiş
ve sessiz kalmıştı. Lübnan’ın güneyinin yakılıp yıkılarak halkın katledilmesi
BM’nin dikkatini çekmezken, nedense İsrail’in Müslümanların’ın sert direnişi
nedeniyle Lübnan’da başarısızlığa uğradığı anlaşılır anlaşılmaz derhal devreye
girerek barışın sağlanması için arabulucu olmak akıllarına gelmişti. Dünyada
atom bombasını kullanan yegâne ülke olan ABD, İsrail’in Gazze’de kullandığı
kimyasal silahlar ve misket bombaları için çıtını çıkarmazken, Gazze’den gelen
bir avuç roket için Filistin’i büsbütün terör listesine almıştı.
İkiz kulelere saldırı bahanesiyle
2001’de ABD öncülüğünde NATO tarafından işgal edilen Afganistan’ın durumu
ortada ve halen işgalle birlikte iç savaş tüm hızıyla devam ediyor. Ama bir
farkla; NATO sürekli aralarında çocuk ve kadınların da olduğu sivilleri
katledip medyada duyulması halinde özür dilerken, Taliban, işgal güçlerine ağır
zayiatlar verdiriyor. Harabe bir ülkeyi andıran Afganistan’ın yapısal ve
ekonomik durumu dünyadaki durumu en kötü ülkeyle bile kıyaslanamayacak kadar
içler acısı. Ancak barış güvercini BM, Afganistan’daki 11 yıllık işgale,
yıkıma, katliamlara rağmen sessizliğini hep korudu ve hâlâ da korumaya devam
ediyor.
Aynı işgalci ülkeler 2003’te bu kez yanı
başımızdaki Irak’a girdi. Burada da bahane; olmayan kimyasal silahlardı. Sanki
kendilerinde yokmuş gibi rahatça Irak’a özgürlük ve demokrasi vaadiyle
neredeyse hiçbir direnişle karşılaşılmadan girildi. 8 yıllık işgal zarfında bir
milyondan fazla Iraklının hayatını kaybetmesi ve binlerce işgal askerinin
ölmesiyle Amerika 50 bin askerini ülkede geri planda bırakarak çekildi. Sonuç
olarak geriye bir milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği, bir o kadar
kadının dul, çocukların yetim bırakıldığı, parçalanmalara, mezhepler arası
şiddetin körüklenmesine açık ve petrolü işgal ülkelerine peşkeş çekilmiş bir
Irak kaldı. Ama Birleşmiş Milletler Kurumu, Keşmir’e, Bosna’ya, Gazze’ye
sessiz, kör ve sağır kaldığı gibi Irak’taki soykırıma da sessiz kalmıştı.
Bu ön bilgiler dahilinde bir buçuk
yıldır süren ve elli binin üzerinde insanın hayatını kaybettiği Suriye’ye neden
hâlâ müdahale edilmediği sorgulanacak olursa bilinmelidir ki, BM’yi kontrolü
altında tutan güçlerin muhakkak ki bir çıkarı vardır. Stratejik öneme sahip
Suriye’yi destekleyen İran ve Hizbullah’ın bu tavrının Müslümanlar arasında
oluşturduğu fitneyi çıkarları hesaplarına kullanan Batılı ülkeler, Suriye’nin
içinde bulunduğu bu kaos durumunun adeta böyle devam etmesi için avuç
ovuşturuyor. Hatırlanırsa petrol ve doğalgazı bol Libya’ya adeta balıklama
atlayan Batılı ülkeler, BM Güvenlik Konseyi’nin kararını dahi beklememişti.
Dolayısıyla petrolden de önemli olan Müslümanları yeniden tarih sahnesine altın
harflerle geçirecek kutlu devletlerinin gelişini engellemek söz konusu
olduğunda ise BM tıpkı diğer İslami beldelerde olduğu gibi Müslümanların
katledilişini izlemek ve bunun için Beşşar Esed’e yardım yağmuru yapmak yolunu
seçmektedir. Böylece görülüyor ki, Suriye meselesi birçok sinsi planı gözler
önüne seriyor. Mesela soğuk düşmanlar ABD ve Rusya Suriye’deki salih Müslümanların
yok edilmesi konusunda hemfikir. Zira bu konuda BM, NATO, G20, Shangay 5’lisi
ve Güvenlik konseyi gibi bir çok kurum katliamları seyretmekle meşgul. Oradan
yükselecek İslam nidalarını kesmek için tek vücut halindeler.
Yine 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulup soğuk
savaşın bitmesiyle de hedef değişikliğine giden ve İslami olan herşeye savaş
ilan eden bir başka uluslararası kurum da NATO’dur. NATO Kuzey Atlantik Savunma
İttifakı olarak kurulup üye olan ülkeleri İslam’dan ve Müslümanlardan koruma
hedefiyle bu güne kadar bir çok cürüm işlemiştir. Bunu da ulusların barış ve
huzuru için yaptığını her fırsatta dile getirmektedir.
ABD Savunma Bakanı William Perry NATO
müttefiklerinden, Akdeniz Bölgesinde İslâmi köktendincilikten ciddi olarak
kaygı duymalarını istiyordu. Perry ittifak üyelerini Akdeniz Bölgesi üzerinde
yoğunlaşmaya ısrarla teşvik ediyordu. ABD'nin bölgedeki İslâmî gelişmelere
karşı tavrını en somut biçimde ortaya koyan ise ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Newt Gingrich olmuştu. Gingrich şöyle
diyordu: "Cezayir'in ayakta kalmasına, Türkiye ve
Mısır'da laikliğin korunmasına yardım etmeli, İran'daki mevcut rejimin
değişmesine yol açacak şekilde bütün totaliter güçleri zayıflatmalıyız." Gingrich ayrıca İslâm'la mücadele stratejisini
yeterli görmediğini açıkça ifade ediyordu. Gingrich'in ifadelerine bakarak
Batı'nın İslâm'a karşı en sert tedbirleri alacağını söylemek zor değil.
Demokrasi havarisi olan Batı, Cezayir'de en kutsal değerlerini rafa kaldırılabiliyor.
Somali'de, Kolambiya'da demokrasi adına silahlarını konuşturan, Zapatistaları
bombalamak için uçaklarını gönderen ABD, halk oyu ile seçilmiş FİS'e karşı yapılan
askeri darbeyi ise destekliyor. Çünkü orada İslâm var. Diğer taraftan Batı,
Mısır ve Türkiye'de laik rejimlerin yaşatılması için her türlü yardıma hazır. Çünkü
bu rejimler İslâm'a karşı Batı'nın güvencesi. O yüzden Batı laikliği korumak
için her türlü siyasi desteği veriyor. Buna rağmen sehven bir İslâmi rejimle
bile karşılaşırsa onu da uzun vadede, gerekirse zorla bitirmenin hesapları
içinde. NATO'nun "Ortadoğu'ya
yönelik olarak yeni bir balistik füze sistemi planladığı" dikkate alınırsa bunun hiçte su
götürmez bir gerçek olduğunu söyleyebiliriz.
Zinciri
oluşturan bir diğer halkayı ise NATO Genel Sekreteri Willy Claes'in açıklamaları oluşturuyor. Claes, The Independent gazetesine: "NATO'nun
Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da etkinliğini artıran ve tehlikeli boyutlar kazanan
radikal dini akımlara karşı önlem almaya karar verdiğini" açıkladı.
Bu karar doğrultusunda atılacak somut adımları ise şöyle izah ediyordu Claes: "NATO
elçileri Ortadoğuda bir çok ülkenin yönetimiyle temasa geçerek alınabilecek
önlemleri tartışacak. Bu arada sözkonusu çalışmalar ilk etapta hükümetler ile
yetkililer arasındaki temaslarla sınırlı kalacak ancak gerektiğinde birlikte
operasyonlar yapılabilecek." Hatta NATO’nun bu saldırganlığının
yeterli olmadığını düşünen ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, NATO'nun, ''İslami terör'' tehlikesine karşı ve
Asya-Pasifik bölgesine yönelik daha geniş bir bakış açısı kazanmak için kendini
yenilemesi gerektiğini söyledi. Böylesi bir oluşum için Müslümanların
liderlerinden duyulan sözler ise bu liderlerin ne kadar da alçaldığını gözler
önüne seriyor. Mesela Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 60. yaşını kutladığı NATO’nun
kokteylinde NATO’nun İslam düşmanı olmadığını ve Türkiye’nin NATO’da üstün
görevler almasını ülke için şeref kaynağı olarak gördüğünü söylemişti. Aynı
zamanlarda Başbakan Erdoğan; Türkiye’nin NATO toprağı olduğunu dillendiriyordu.
Uluslararası
konjoktürün sacayaklarını oluşturan bu iki kurumun yanısıra G-20, IMF, Dünya
Bankası, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Avrupa Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma
Teşilatı (OECD), Ekonomik işbirliği Teşkilatı (ECO), Avrupa Güvenlik ve
İşbirliği Teşkilatı (AGİT), Dünya Ekonomik Forumu (WEF), İnterpol gibi birçok
kurum ve kuruluş İslami beldelerde akıllara durgunluk veren planlar yapmakta ve
uygulamak için istenilen kamuoyu gücünü anında oluşturmaktadır.
İçlerinde
IMF, Dünya Bankası, NAFTA, GATT gibi iktisadi kurumlarında bulunduğu kapitalist
teşekküller İslami beldelerin kan emici vampirleri olarak sanayi ve ticaret
gibi unsurları tekellerinde bulundurmaktadırlar. Bu durum her bakımdan zengin
yeraltı ve yerüstü kaynaklara sahip bir coğrafyanın bütün olarak küfrün
hegemonyasına girmesi ve sömürülmesi demektir.
İşte bundan
dolayı İslami bir devletin, dünyada mevcut diğer devletlerle ve birinci dünya
devletlerinin elinde kukla haline gelen uluslarüstü kurumlar ile olan
ilişkilerini hangi esaslara dayandıracağı önemlidir. İncelediğimizde görürüz ki
bu ilişkiler şu dört temel üzere kuruludur:
A- İslâm dünyasındaki mevcut devletler bir
memleket olarak kabul edilir. Dış ilişkiler içine girmez ve onlarla olan ilişki
dış siyasetten sayılmaz. Hepsini tek bir devlet halinde birleştirmek için
çalışmak gerekir.
B- Kendileriyle aramızda ekonomik, ticari, iyi
komşuluk ya da kültür anlaşması bulunan devletlerle, anlaşma hükümlerine göre
ilişkiye girilir. Antlaşmalarda açıklık varsa, pasaportlara lüzum kalmadan
yabancı uyrukluların sadece kimlikle memleketlerimize girmeye hakkı vardır.
Fakat bu işin karşılıklı olması şarttır. Onlarla ekonomik veya ticari
ilişkilerin sınırları belli bir şekilde ve onların kuvvetlenmesine sebep
olmayacak zaruri şeylerde olmalıdır.
C- Kendileriyle aramızda anlaşma bulunmayan
devletler; İngiltere, Amerika ve Fransa gibi bilfiil sömürgeci devletlerle,
Rusya gibi memleketlerimize göz diken devletler, hükmen savaş halindeki
devletler sayılırlar. Onlara karşı her türlü emniyet tedbirleri alınır. Onlarla
herhangi bir diplomatik ilişki kurulmaz. Bu gibi devletlerin vatandaşı olan
kişiler memleketlerimize ancak her ferd için bir pasaport ve her sefer için
özel vize almak suretiyle girebilirler.
D- İsrail gibi fiilen savaş halinde olan
devletlerle bütün ilişkilerde savaş halini esas tutmamız icab eder. Aramızda
savaş olsun veya olmasın onlarla fiilen savaş varmış gibi davranılır. Onların
bütün vatandaşlarının memleketimize girmesi yasaklanır.
Askeri ve bu
cinsten olan anlaşmalar ve buna bağlı olan üs ve hava alanlarının, kira
sözleşmeleri ve siyasi anlaşmalar kesinlikle haramdır. İyi komşuluk, ekonomik,
ticari, mali, kültürel anlaşmalar ve ateşkes anlaşmaları yapmak ise caizdir.
Devletin,
İslâm esası üzerine olmayan veya İslâm hukukundan başka bir hukuku tatbik eden
kuruluşlara katılması da caiz değildir. Birleşmiş Milletler Teşkilatı,
Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası gibi
kuruluşlarla, Arap Birliği gibi bölgesel kuruluşlara katılmak haramdır.
İslam’dan
olanlar ancak İslâm'dır. İslâm'dan olanlar ne Demokrasiden, ne Sosyalizmden ne
de bunların dışındaki diğer düşüncelerdendir. Üstelik İslâm hem Sosyalizmden
hem de Kapitalizmden ve Demokrasiden öncedir.
Ulusların
refahı, uluslararası savunma ittifakları, demokratik-laik birlikler, kapitalist
kurum ve kuruluşlar, liberal ekonomi modelleri, Güvenlik Konseyi ve serbest
piyasa ekonomisi gibi fikirler hem kaynağını oluşturan akidesinden, hem üzerine
kurulduğu esaslardan dolayı ve hem de onu almanın, bağlanmanın açık bir şekilde
Müslümanlara zarar getirmesinden dolayı İslâm'la çelişmektedir. Müslümanların
da bu düşünceyi reddetmeleri farzdır. Müslümanların yaşadıkları ülke
ekonomilerinin kapitalist ülke ekonomilerine bağlı kalması sadece üretim
esasına dayalı ekonomik yapı oluşturmalarını engellemekle kalmıyor aynı
zamanda, kafirlerin, Müslümanlar ve ülkeleri üzerinde egemenlik kurma ve
egemenliklerini koruma imkanı da sağlıyor.
Diğer halk
ve milletlerin Kapitalizme inanmaları için Amerika ve diğer batılı devletlerin
çağrıda bulundukları sloganların en belirginleri işte bunlardır.
Hem bu
ideolojiye ait akidenin hem de bu akideden çıkan sistemlerin bozukluğu açığa
çıktıktan ve bu ideolojinin temel fikirlerinin (Demokrasi, devletlerarası bağ,
Birlik Teşkilatları, çoğulculuk, insan hakları ve pazar ekonomisi politikaları)
geçersizliği, bozukluğu açıkça belli olduktan, İslâm'la taban tabana zıt
oldukları görüldükten sonra herhangi bir Müslümanın bir anlık dahi olsa bu
ideolojiyi veya bundan herhangi bir şeyi almayı düşünmesi asla caiz değildir.
Özelde
Amerika'nın genelde ise bütün batılı devletlerin yaptığı bu girişimlerin
birinci derecede İslâm Ümmetini hedeflediğinde şüphe yoktur. Zira Kapitalizmin
karşısına dikilebilecek tek ideolojiye bu ümmet sahiptir. Çünkü bu ümmetin
ideolojisinin gereğince yaşadığı ve onu dünyaya taşıdığında nelere kadir
olduğunu kâfirler bilmektedirler. Zira kâfirler Müslümanların tarihlerini
bilmektedirler. Amerika bu davranışları ile İslâm'la savaşmak için kapitalist
saldırılarından yalnızca bir tanesini daha gerçekleştirmiş olmasından başka bu
hakikata dair daha mükemmel bir delili yoktur. Zira Amerika'nın, İslâm'a
sımsıkı sarılanları teröristler olarak isimlendirmesi veya İslâm ümmetini
İslâm'a göre kalkındırmak için ihlasla, samimiyetle çalışanlara karşı
Müslümanların topraklarındaki uşak idareciler aracılığı ile baskı yapması, bu
uşak idareciler ve onların yardakçılarının yardımları ile İslâmi mefhumları
tersyüz etmesi, saptırması bu çerçeve içerisinde yapılan çalışmalardandır.
Bu nedenle
şu anda Müslümanlar tarihleri boyunca karşılaştıkları tehlikelerin de üstünde
bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.
Haçlı
Savaşları ile İslâm topraklarını işgal etmeyi hedefleyen kâfirler, 1924 yılında
Hilâfetin yıkılışı ile de bu ülkelerin birliğini sağlayan, kâfirlerden koruyan,
bu topraklar üzerinde küfür hükümlerinin uygulanmasını, topraklarının
parçalanmasını ve servetlerinin talan edilmesini önleyen engelin kaldırılmasını
hedeflemişlerdi. Ancak Haçlı saldırılarını düzenleyen ve Hilâfeti yıkan
kâfirler, ne Müslümanları akidelerinden döndürmeyi düşünmüşlerdi ve ne de bunun
için çalışmışlardı. Bu nedenle Müslümanlar haçlı saldırılarından hemen sonra
süratle akidelerine sımsıkı sarıldılar ve art arda gelen Haçlı saldırılarını püskürtmek
için saflarını birleştirdiler. Yine Müslümanlar Hilâfetlerinin yıkılmasının
ardından çok geçmeden tekrar akidelerini güçlendirmeye, sımsıkı sarılmaya
başladılar. Fakat şu anda Batı’nın yaptığı saldırılar; Müslümanları dini
hayattan ayırma akidesine inandırmayı, İslâm akidesinden uzaklaştırmayı bunu
yerine ise bir hayat nizamı olarak Kapitalizmi almalarını, böylece de İslâm'ı
yok etmeyi hedeflemektedir. İslâm'ı sadece ibadetlerde görülen kutsallığından
başka hiçbir özelliği olmayan Müslümanların hayatlarından tamamen
uzaklaştırılmış bir din haline getirmek istemektedirler.
Küfrün
çağrıda bulunduğu, Batı uşaklarını ve onların yardakçılarını teşvik ettiği
şeylerin gerçeği işte bunlardır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış