Dünyanın birçok yerinde İslâm’a
ve Müslümanlara yapılan fikrî saldırıların ekseriyeti algıları değiştirme,
saptırma, mugalata ve yorumlama gibi üsluplarla yapılmaktadır. Öyle ki İslâm’ı
yeniden tanımlama hastalığı Müslüman toplumlara sirayet edince bu hastalığa
yapılacak bir anti virüs tedavisi hem uzun soluklu olacak hem de kesin çözüm
sağlamayacaktır. Zira böylesi virüslerin cinsi tam olarak saptanamamakta bir de
onun teşhisi için uğraşılmaktadır. İşte Batı böylesi çetrefilli bir durumun
farkına varmış ve saldırılarını bu yollarla yapmayı öncelemiştir. Bir de bu
hastalıklı virüslerin toplumların sevdiği, güvendiği ve onay verdiği kimselerce
enjekte edildiği düşünüldüğünde bu iş artık Müslümanlar için içinden çıkılmaz
bir hal olmaya başlamaktadır. Sonra bu hastalığın tedavisini kendisine dava
edinen zümreler çıkar ve her biri farklı ilaçlar ile tedavi sürecine başlar. Bu
süreçte her bir zümre kendi kullandığı ilacın doğru olduğunu savunarak diğer
ilaçları kullananlara karşı amansız bir yarış içerisine girer. Hastane hastane
dolaşan ilaç mümessilleri gibi rekabet oluşur ve kendi malını pazarlama
düşüncesi hâkim olur. Sonra bu zümreler rakiplerinin hastalıklarını gündeme
getirerek asıl uğraşmaları gereken hastalığın zemininden kayarak başka sorunlar
üzerinde yoğunlaşırlar. Ne yazık ki sonunda bu başka sorunları kendilerine dava
edinirler ve böylece oyalanarak aldanırlar. Aslında derin bir tahkik ile
incelemeye tâbi tutulduğunda bu algı oyununa daha aydın bakılabilir ama burada
asıl üzerinde durmak istediğimiz mesele içinde bulunduğumuz toplumun hastalığı
haline gelen ‘din anlayışı’ olduğundan algısal süreçlere değinmek istemiyoruz.
Türkiye’de din algısının
değiştiği yıllar 1924’te Hilafet’in ilga edilmesiyle başlar, çok partili
dönemlerde Müslümanların partileşmesiyle hız kazanır, 2000’li yıllarda
demokrasinin hücrelerimize işlemesiyle zirveye çıkar. Cumhuriyetten hemen sonra
laiklik ilkesinin gereğince yapılan inkılaplar, Atatürk’ü koruma kanunu, ferdî
hürriyetler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın taşıdığı misyon ve eğitim
müfredatının modernizasyonu gibi konular Müslüman toplum için değişme
zorunluluğunun başlangıç emareleri idi. Onları değişime zorlayanlar ise yeni
süreci A’dan Z’ye belirleyerek dönüşümün riske atılmasına müsaade etmediler.
Buna basit bir tanımlama getirerek ‘İslâmcılık’
dediler. Bu tanımlamayı içine uygun gördükleri sıfatlar ekleyerek
genişlettiler; ‘Demokratik İslâm’ , ‘Ilımlı İslâm’, ‘Neo İslâmcılar’, ‘Soft
dindarlık’ vs… Daha sonra belirledikleri bir takım yazar ve ilahiyatçıları bu
tanımlamaya uygun bir portre oluşturarak topluma örnek olmasını istediler ve
karşılığında bu kimseleri servetlere boğdular. Böylesi kimselerden İslâm’a
düşmanlıkta önde olanların popülaritesini arttırdılar. Toplumların kendilerine
yöneltecekleri soruları bile onlar belirlediler, istenen soruların dışında
hiçbir konuya girmediler. Fertlerin duygularını, hüzünlerini, heyecan ve
hezeyanlarını çok iyi kullanıp gönüllere girdiler. Sonra kafalardaki doğru İslâmî
mefhumların bozularak tahrif edilmesini, tahrif edilene hayranlık duyulmasını
ve onun dava edinmesini sağladılar. İşte böylece Müslümanlar nefislerindekini
Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın razı
olmayacağı bir yığın bâtıl fikir ile değiştirdiler. Sonra Allah da onların
halini değiştirdi ve günümüzde açık bir şekilde hissettiğimiz zillete duçar
oldular.
Böylesi bir toplumsal
analizi yapmamızdaki gaye, içinde bulunulan zillet ortamının sebebi olarak İslâm’ın
gösterilme hatasıdır. Zira bugün hangi ideoloji yarım yamalak, hatalı ve eksik
uygulanırsa aynı akıbeti görecektir. İslâm’ı kusursuz tatbik etmeyenler, İslâm’ın
kusursuz bir hayat sunmasını bekleyemezler. Yine aynı şekilde İslâm’ın
getirdiği hükümlere tam bir teslimiyetle teslim olmayanlar, o hükümlerin
kalkınmayı, adaleti ve huzuru getirmediğinden yakınamazlar. Sonuç olarak
günümüz toplumlarına her tarafından kırpılmış, sonra yamanmış ve sonra da
anlaşılmaz hale gelmiş bir dini pazarlık konusu yaptırdılar. Yine Batı ve yerli
işbirlikçileri bilinçli bir şekilde topluma İslâm kültürünü ehil olmayanlar
eliyle vererek onları akidelerinden katmer katmer uzaklaştırdı. Bilgi
kaynaklarına ‘İsrailliyat’ yerleştirerek Müslümanlara züht ve takva konusunda
cehalet aşıladılar.
Son saldırıları ise etkili
bir tesir bıraktı ki bu saldırıyla onlarca yıl bir bahanenin arkasına tutunarak
zulmedebildiler, sömürebildiler ve halkları tüm bunlara karşı susturabildiler.
Bu saldırı hiç şüphesiz ki ‘Siyasal İslâm’
saldırısıydı. Normalde yan yana oldukça uygun ve mutabık düşen siyaset ile İslâm
kelimeleri arasına aşılmaz duvarlar ördüler. Aynı şekilde yapışık ikiz olan
Kapitalizm ile terör kelimeleri arasını da halklar nezdinde ayırıp makul bir
yere koydular. Böylece siyasetin asıl mimarları Batılı kapitalistler olurken
terörün asıl sahipleri ise Müslümanlar oluverdiler. Böylece Müslümanların
aşağılık psikolojisi ile teröre karşı İslâm’ı savunmaya çalışarak bütün
enerjilerini harcayacakları bir sürecin startını verdiler. Ne yazık ki bu
savunmayı yapan bazı entelektüellerin adına da ‘İslâmcı’ dediler.
Türkiye şartları
düşünüldüğünde 70’li yılların Müslüman gençliği ‘tevhid’ eksenli bir düşünceye
sahipken 2000’den sonra hızlı bir şekilde ‘liberal’ eksenli bir düşünceye
evirildiler. Bunu okudukları kitaplardan, konuştukları lafızlara kadar birçok
somut emarenin değişmesinden anlayabiliyoruz. Örneğin geçmişte Mevdudi, Seyyid
Kutub, Ali Şeriati, Hasan el Benna gibi şahsiyetlerin fikirleriyle yoğrulan
gençlik şimdi bu şahsiyetlerin kitaplarını ellerine bile almıyor. Zira artık
Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, İsmet Özel, İsmail Kılıçarslan, Tarık Tufan ve
Mustafa Kutlu gibi yazarlar takip ediliyor, onların kitapları ezberleniyor.
Tartışma ortamlarında artık devlet kurulmuyor, ümmet kurtarılmıyor veya
zalimler lanetlenmiyor. Artık daha felsefik ve ütopik fikirler tartışılıyor,
bilgi yarışına giriliyor ve ihlastan uzaklaşılıyor. Şimdilerde İslâmcıların en
radikalinde bile birden fazla kredi kartı bulunabiliyor, konfor hastalığı
görülebiliyor. Bugünkü İslâmcılar ile İslâm arasındaki fark oldukça açılıyor…
Bu minvalde “Bu yeni dini kim indirdi?” sorusu
üzerinde duralım… Öncelikle bu soru ilk kez sorulmuş değil, şair Şeyhmus
Özüdağlı şu satırlarla soruyor;
De bana cami kapıları
niçin açık?
Ara sıra tapınmak için mi?
Siyah bir cübbeye sığar mı
tanrı?
Ya buyrukları…
Bu yeni dini size kim
indirdi?’
İlk bakışta anlaşılması
zor olan mısralarına şöyle açıklık getiriyor şair;
‘‘Şu saçları lime lime dün
senin hemşiren değil miydi?
Topuklarına cahiliyeden
kalma bir zil mi istersin?
Validenin başörtüsü
küflenmiş sandıklarda
Bin bir nazar üstüne,
hemşirenin ilmi derin
Giysileri döl bereketi,
dostum daha ne istersin?
Aslında zihniyet ile
nefsiyetin örtüş(e)mediği zira hangi nefsiyet, hangi zihniyet sorularının bile
cevap bulamadığı bir toplumda doğal olarak şahsiyet bozuklukları olabilir.
Sonra “Gerçekten İslâm şahsiyeti ile kuşanmak istiyor muyuz.” sorusu
bile cevapsız kalabilir. Hatta şahsiyetin kendisine ihtiyacımız var mı gibi
sorularla uzar gider… İşte içinde bulunulan toplumun din algısı, ona yüklediği
anlam hunharca katledilmişken “Bu yeni
dini kim indirdi.” sorusu oldukça önemli.
AK Parti iktidarı ile Türk
toplumunun bilhassa gençlerin üstüne yüklenen misyon böylesi bir hal aldı.
Başörtüsünü siyasal ve şer’î bir gereklilikten şekil-biçim-tarz gibi
değişkenlere kurban ettiler. İslâm davetinin içini boşaltarak oy kullanmaya ve
oylara sahip çıkmaya davet şeklinde tanımladılar. Ehven-i şer vakıasını
aslından koparıp kendi menfaatlerine kurban ettiler. Araç-vasıta gibi değişken
unsurları hayatlarının gayesi kıldılar. Müslümanlar için vakıayı İslâm ile
değiştirme farziyetini, vakıaya İslâm ile adapte olma sürecine çevirdiler.
Değişmez esasi şer’î hükümleri, konjonktürel ve vakıacı bir bakış açısıyla
yeniden yorumladılar. Ümmetin maslahatları yerine zümrelerin maslahatlarını
düşündüler. Otorite olmayı, hüküm koymayı Allah’tan aldıkları izine tâbi
tuttuklarını söyleyecek kadar yükseldiler. İşte bu yükselişi şair devam ettiği
mısralarda şöyle ifade ediyor:
Yükseklerden başlamadı mı
her alçalış?
O’nun indirdiği ile
hükmetmeyen kimlerdir, bilmez misin?
De bana kime secde edersin?
Vatan yine sağ olsun!
Ama bu din hangi din?
Yöneticilerimiz kibir
ehli, âlimlerimiz konfor ehli olunca hedefsiz, idealsiz nesiller yetişti. Yeni
nesil oturacağı evi, bineceği arabayı, evleneceği kızı ve kazanacağı parayı
hayatlarının yegâne konusu haline getirdi. Rablerini razı etmek için namaz ve
oruç ibadetini yeterli gördü, sonra namaza da bahaneler üreterek onu da ihmal
etti, derken Cehennem çukurlarına sürüklenme tehlikesi günden güne arttı. Hal
böyle iken âlimlerimiz(!) Cehennem’i ya hiç hatırlatmadı ya da kasten
unutturdu. Sonuçta amellerinin ölçüsü helal ve haram olmayan, haddi aşmakta
oldukça ileriye giden bir genç nesil yetişti. CHP gençliğinin malum
davranışlarını bu sefer takkeli yahut başörtülü AK gençlik sergiledi.
Yolsuzluklara sırf lider fanatizminden dolayı sessiz kalarak hakkı gizleyen
gençlik, bu menfi davranışlarını başka örneklerle de süsleyerek İslâm’ı iktidar
olmak için kullanılan bir araca çevirdiler. İktidar olmak için yapılan her işi
meşru, söylenen her sözü doğru kabul ettiler. İlahiyat profesörlerimiz TV
yüzleri olarak popüler olurken, İslâm’ı hâkim kılmak için çırpınan dava
erlerimiz dış kapının dış mandalı haline getirildi. Böylece din tek ele geçti,
tekelleşti. Bu eli tutanların dindar tutmayanların kâfir olduğu düşüncesi
yaygınlaştı. İşte bu yeni dine birileri sahip çıkarak İslâm’a ve Müslümanlara
en büyük ihaneti yapmış oldu.
Tıpkı aynı şairin son
seslenişinde olduğu gibi;
Kadınlar kan kusuyor,
gözleri kuru
Peki hangisi hayvani, Moskova’da
kirletilen mi?
Karınları piç tohumlar,
özgür hanfendiler mi?
Peki hangisi insan?
Karaköylerde bir vergi
rekortmeni!
Öyle ya eviniz
dar'üs-selam, arabanız Ford Granada.
Bu gün kaç yıldız aktı
gökten, sezdin mi?
Erkekliğin kabarır,
çocukların gürbüz
Ama bak siperlerde
saklambaç oynanmıyor artık!
Analar ölümle ikiz
Gül kokan ağızlarda savaş
nârası!
Aç gözlerini, farzet
sonsuz yaşadın
Sureleri yarım, ayetleri
yüz üstü bıraktın!
Evet, biz sahipsiz bu yeni
dine iman edenler gibi sureleri yarım, ayetleri yüz üstü bırakmayacağız. Zira
bizim dinimiz yeni olmadığı gibi sahipsiz de değil.
Bizim dinimizin sahibi
el-Müdebbir olan Allah’tır. Zira yarattıklarını idare etmede, yönetmede asla bu
sahipsiz yeni din gibi aciz değildir. O insanların bütün müdahalesine rağmen
düzen ve nizam vermede eşi benzeri olmayandır. Bizim dinimizin sahibi el-Melik
olan Allah’tır. Çünkü O, küçük bir sarayın, bir avuç toprak parçasının yahut
birkaç zümrenin değil kâinatın sahibi ve yöneticisidir. Dilediğini yapar,
dilediği gibi hükmeder. Bizim dinimizin sahibi el-Müheymin’dir. Ondan daha iyi
koruyup kollayan ve hükmü altına alıp kontrol eden bulamazsın. Bizim dinimizin
sahibi El-Aziz ve el-Mütekebbir olan Allah’tır ki O her şeyden üstün, kuvvetli,
galip, şerefli ve değerlidir. Ve O el-Kahhâr’dır ki gücüne, kuvvetine asla
karşılık verecek bir şey yoktur. Bizim dinimizin sahibi el-Veli olan Allah’tır.
Böylece kendisine iman edenler için sadık bir dost, yardımcı ve gözeticidir. Ve
gerçekten de bizim dinimizin sahibi olan Allah, el-Müntekim’dir. İsyankârları
cezalandırır, zalimleri ve günahta ısrar edenlere karşı şiddetli bir azap ile
onlardan intikam alır.
Peki, bu yeni dini kim
indirdi? Uluslararası koşullar mı, uluslar üstü kurumlar mı, Batılı güçler mi,
kapitalist devletler mi, medya patronları mı, parti liderleri yahut yöneticiler
mi, yoksa bu yeni din vakıanın kendisinden doğduğu gayri meşru bir varlık mı?
Bu dinin hükümlerini kim icat etti? Mesela siyasal İslâm’a hasım, ılımlı İslâm
ile hısım olması gerektiği fikrini nereden aldı? Bu din halkların gerçekten de
kendisiyle uyuşturulduğu bir afyon, topluma yeis, bıkkınlık ve ümitsizlik
aşılayan bir düşman mı? Bu din mi emrediyor yoksa hümanist, barışçıl, hoşgörülü
ve kanaatkâr olmayı? Televizyonlarda İslâm’ın hükümleriyle dalga geçen bazı
yazarlar veya hocalar bu sözlerinin talimatını bu dinin ilahından mı alıyorlar?
Bunlar itham etmek için
sorulmuş değil, sadece herkesin tefekkür etmesi gereken sorular. Ama biz
Rabbimizin emrini bir kez daha hatırlatalım:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ
بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ
الَّذِيَ أَنزَلَ مِن قَبْلُ
“Ey iman edenler! Allah’a,
Resulüne, Resulüne indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaplara iman
edin.”[1]
Yine Rabbimiz indirdiği
dışındaki dinlere iman edenleri, sempati duyanları yahut aldananları şöyle
uyarıyor:
أُفٍّ لَّكُمْ وَلِمَا تَعْبُدُونَ مِن دُونِ
اللَّهِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ
“Yuh olsun size ve Allah’tan başka
taptıklarınıza, hala akıllanmayacak mısınız?”[2]
قُلْ أَغَيْرَ اللّهِ أَبْغِي رَبًّا وَهُوَ
رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ وَلاَ تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ إِلاَّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ
وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى ثُمَّ إِلَى رَبِّكُم مَّرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُم
بِمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ
“De ki, O her şeyin Rabbi iken ben
Allah’tan başka Rab mi arayayım? Hiçbir nefis kendi aleyhinden başkasını
kazanmaz. Günahkâr olan, bir başkasının günah yükünü taşımaz. Sonunda dönüşünüz
Rabbinizedir. O, size hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyi haber verecektir.”[3]
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış