VAKIA:
Hilâfet’in yıkılmasından itibaren Müslümanların vakıası/durumu gittikçe
kötüleşti.
SEBEP:
Hayat nizamı olarak İslâm’ı terk etmiş olmaları daha sonra da aralarındaki
ilişkilerde beşerî nizamların hâkim oluşuna sükût etmeleridir.
DEĞİŞİM:
Müslümanların halinin bu fasit/bozuk vakıasının değiştirilmesi ise mucizelerden
bir mucize değildir, fakat Müslümanların yapabilecek durumda oldukları
mümkünattandır.
NASIL:
Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurdular:
“Sizden kim bir münker görürse onu eliyle değiştirsin,
gücü yetmezse diliyle değiştirsin, ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin
(buğz etsin). Bu ise imanın en zayıfıdır.”
(Müslim, İman, 70)
Bu,
toplumdan içinde yaşadığı fasit vakıayı değiştirmelerinin kesin talebidir. Eğer
bunu yapmazlarsa Allahu Teâlâ onların hepsini de cezalandırır. İster o Allah’a
isyanları işlesinler, ister işlemesinler fark etmez, herkes aynı cezaya
müstahak olur. Çünkü onlar, değiştirmeye güçleri yettiği halde farz-ı kifayeyi
yapmaya katılmadılar. Zira münkeri değiştirmek/ortadan kaldırmak Müslümanların
üzerine farzdır. En büyük münker, İslâm Nizamı’nın hayata tatbik edilmiyor
olmasıdır. Ortada bir münker vardır ki onu fert tek başına değiştiremez,
birbirinden kopuk fertler de değiştiremezler. Hilâfet Devleti’nin olmayışından
dolayı bugün içinde yaşadığımız fasit vakıa gibi. Allahu Teâlâ bu münkerin değiştirilmesi
için topluma bir metot koymuştur.
Bunu
da Müslümanlara aralarından, Hilâfet Devleti’ni tekrar kurmak için çalışan bir
kitle oluşturmalarını farz kılarak yapmıştır. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
“İçinizden hayra davet eden,
marufu emreden ve münkerden nehyeden bir kitle olsun. İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir.”
İslâm’a
Davet; akidesi ile nizamı ile hayat vakıasında İslâm’ı hâkim kılmak için
çalışmayı gerekli kılar. Bu ise, onu tatbik eden ve bütün insanlara taşıyan bir
devlet olmadıkça olmaz. Böylece talep edilen kitlenin yükümlülüğü Hilâfet
Devleti olan bu devleti kurmak için çalışmak olmaktadır.
Rasul
SallAllahu
Aleyhi ve Sellem şöyle demiştir:
“Nefsim elinde olan Zat’a yemin olsun ki ya
marufu emreder ve münkerden nehyedersiniz ya da Allah’ın, katından size bir
(genel) ceza göndermesi yakındır. O zaman O’na dua edip yalvarırsınız da O
duanızı kabul etmez." (Tirmizi)
Şu
halde dünyada ve ahirette Allah’ın azabından kurtulmak istiyorlarsa
Müslümanların üzerlerine düşen vazife; İslâm’ı tekrar hayata devlet ve nizam
olarak hâkim kılmak maksadıyla İslâm’ın değiştirme metoduna uyarak içinde
yaşadıkları münker vakıayı değiştirmek için çalışmaya hemen başlamalarıdır.
Allahu
Teâla’nın farz kıldığı ve Resulünün açıkladığı bu metot; mescitler inşaat
etmek, Kur’an’ı Kerim ezberletmek, hac, umre ve sadakayı artırmak ile olmaz.
Her ne kadar bütün bunlar devlet ve fertlerden şer’an talep edilmiş olsalar da
onun metodu değildirler. Allahu Teâla’nın farz kıldığı ve Resulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
açıkladığı metot; Müslümanlar arasından, Hilâfet Devleti’ni kurarak, İslâmî
hayatı tekrar başlatmak için çalışan bir kitle örgütlemektir. Bu kitlenin
faaliyeti ise; fikrî çatışma, siyasi mücadele ile olur. Fikrî çatışmadan kasıt; İslâm dışı bütün inanç, fikir ve mefhumlara
karşı çıkmaktır, toplumda mevcut İslâm dışı esaslar üzerine kurulu bütün
ilişkilere karşı çıkmak, sonra da İslâmî bir toplum olması için topluma hâkim
olması gereken İslâm’ın fikirlerini, mefhumlarını ve hükümlerini açıklamaktır.
Siyasi mücadeleden kasıt ise; hayatın bütün yönlerinde İslâm’ı tatbik etmeyen
yöneticilere karşı çıkmaktır. İslâm ümmetine karşı tertip ettikleri hilelerini,
entrikalarını ve planlarını açığa vurmak, iltifat ve dalkavukluk yapmadan
cesaretle onları muhasebe etmektir. Ta ki ümmet İslâm üzere uyansın,
bilinçlensin ve Hilâfet Devleti’ni kurarak İslâm’ı hayata tekrar hâkim kılmak
için çalışan kitleyi bağrına basar hale gelsin.
O
halde biz Allahu Teâlâ’ya karşı takvalı olalım. İçinde yaşadığımız vakıayı,
Hilâfet’in tekrar kurulması için daveti yüklenenlerden uyanık, bilinçli samimi
olanlarla beraber örgütlenerek değiştirmek için ciddi bir şekilde hemen
çalışmaya başlayalım. Ta ki dünyanın izzetine, şerefine ve ahiretin sevabına
nail olalım ve Allah Resulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisinde
kastettiği kişilerden olalım:
"Muhakkak ki din garip olarak başlamıştır
ve tekrar garip olarak gelecektir. Müjdeler olsun o garipleredir ki onlar,
benden sonra Sünnetimden insanların ifsat ettikleri hususları düzeltirler.”
(Tirmizi, İman, 2554)
FEDAKÂRLIK:
Enes
İbni Malik’den Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi:
“Pak ve yüce olan Allah Cehennemliklerin en
hafif azaplısına ‘Dünya ve dünyadaki her şey senin olsa şu azaptan kurtulmak
için onu fidye verir miydin? buyurur.’ O kul; ‘Evet fidye verirdim.’ der.
Allah; ‘Sen Âdem’in sülbünde iken ben senden bu fedakârlıktan daha ehven bir
şey istemiştim. Bu bana ortak koşmamandı. (Ravi şöyle dediğini de zannediyorum
dedi.) Ben de seni ateşe katmayacaktım. Fakat sen (dünyaya gelince tevhitten)
imtina ettin de şirkten ayrılmadın, buyurdu.”
İSTİKBAL İSLÂM’INDIR!
“Efendim İslâmî hayat
elbette ki güzel ve doğru olanıdır. Ancak ona bir daha dönemeyiz. Hilâfet olsa
iyi amma bir daha tekrar kurulması mümkün değildir. Müslümanlar, bu
parçalanmış, zayıf ve perişan haldeyken bir daha Hilâfet nasıl kurulsun? Hem
kâfirler buna zaten fırsat vermezler. Çünkü onların güçlü devletleri,
silahları, malları, askerleri ve ekonomik paktları var. Bu ortamda daha hâlâ
nasıl Hilâfet’in kurulmasından, İslâm'ın tekrar hâkim olmasından bahsedersiniz?
Biraz fazla idealist olmuyor musunuz?" ve benzeri
sözlerin, fikirlerin Müslümanların ağızlarında ve yazılarında terennüm edip
durduğuna şahit oluyoruz. İşte onların nefislerinde yerleşik yeisin yani
ümitsizliğin ifadelerinden bir kısmı olan bu ve benzeri sözler ve fikirler
onları gevşemeye, çalışmaktan geri durmaya, tembelliğe, pısırıklığa ve mevcut
şartlara teslim olmaya, böylelikle zillete duçar olmalarına itmektedir. Hakikatleri
gördükleri halde, o hakikatleri hayata geçirme uğrunda çalışmaktan, mal ve
canlarıyla fedakârlıkta bulunmaktan geri kalmaktadırlar. Yani yerlerinde
çakılıp kalmaktadırlar. Zira onlarda istikbale dair ümit kalmadığından,
çalışmalarının ve fedakârlıklarının sanki boşa gideceğini, heder olacağını
zannediyorlar.
Kardeşlerim!
Muhabbetin
en bariz alameti fedakârlıktır. Bir sevginin büyüklüğü, sevilen uğrunda yapılan
fedakârlıkla ölçülür. Seven, sevdiği uğruna her şeyini kolayca feda ederek, bu
yolda karşılaştığı bütün meşakkatlere katlanır.
Allah’a
ve dinine muhabbet besleyen müminlerin de Allah yolunda her türlü
imkânlarından, farz olan mükellefiyetlerinin dışında da infakta bulunmaları ve
bu uğurda bazı meşakkatlere katlanmaları lazımdır. Zaten Allah Teâlâ’nın
lütfettiği nimetlerin sarf edilebileceği en faziletli yer, yine Allah yoludur.
“Mal ile beden, kar gibi erir, gider. Fakat onlar, Allah yolunda
harcanırsa, Allah onlara alıcı olur.” Allahu Teâlâ şöyle demiyor mu?
“Allah,
cennet karşılığında müminlerden canlarını ve mallarını satın aldı…” (Tevbe 111)
Allah’ın
satın aldığı bir şey de eriyip zail olmaktan kurtularak, büyük bir kıymet ve
şeref kazanır.
Yüce
Rabbimiz, bilhassa zor zamanlarda kullarından fedakârlık beklemektedir.
Kulların bu fedakârlıklarını da Kur’anî ifadeyle; “Karz-ı hasen: Allah yolunda
verilen güzel bir borç” sayarak, karşılığını kat kat fazlasıyla ödemeyi
vadetmektedir.
Yine
fedakâr bir mümin, Allah yolundaki her hizmeti, muhabbet ve şefkatle ifa eden
bir ümit ve iman membaıdır. O, İslâmî hayatı başlatacak ve Allah’ın emrini tüm
dünyaya yayacak her gayretin en ön safında yer alır. Yine o, sözleri, davranışları
ve örnek ahlakı ile daima Allah’ın rızasını talep halindedir. O, dertlinin, muzdaribin
yanında, kimsesizlerin ve ümitsizlerin başucundadır.
Bize
örnek nesil olarak takdim edilen Ashâb-ı Kiram, yaşlısı ve genciyle, Allah ve
Rasulü’nün muhabbetini kalplerine yerleştirmiş ve bu uğurda büyük fedakârlık
numuneleri sergilemişlerdir. Allah yolunda maldan ve candan fedakârlık, cennete
girebilmek için gerekli iki mühim şarttır ve Ashab-ı Kiram, bu hususta
yapmaları gerekenlere riayet etmiş, gerektiği yerde mallarını, gerektiği yerde
de canlarını vermekten çekinmemişlerdir.
Muaz bin Amr
RadiyAllahu Anh Bedir’deki bir hatırasını şöyle anlatır: “Ebu Cehil’i
kılıçtan geçirdiğimde, onun oğlu İkrime de bana bir kılıç vurup kolumu kesti.
Elim derime asılı kaldı. Gün boyunca elim arkamda sürünerek savaşmaya devam
ettim. Bu haldeyken, çarpışmakta zorlanıyordum. Beni iyice rahatsız edince de
üzerine ayağımla bastım ve onu koparıp attım!” (İbni Hişam, II, 275-276)
Bu,
Allah yolunda yapılan fedakârlığın zirve misallerinden biridir. Cihadına mani
olan yaralı bir eli dahi istemeyen mübarek Sahabe, onu feda ederek iman
heyecanı ile hizmetine devam etmiştir.
Mus’ab bin Umeyr,
zengin ve şerefli bir aileye mensuptu. En güzel elbiseleri o giyer, en güzel ve
en pahalı kokuları da o kullanırdı. Ama o, bütün bunları feda ederek, Allah
yoluna baş koydu.
Hazreti
Ali RadiyAllahu Anh şöyle anlatır:
“Biz Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile
birlikte mescitte oturuyorduk. Mus’ab bin Umeyr çıkageldi. Üzerindeki, kürk
parçalarıyla yamanmış hırkasından başka bir şeyi yoktu. Allah Rasulü Mus’ab’ı
görünce, onun Mekke’de nimetler içindeki haliyle şimdiki halini düşündü ve
şöyle buyurdu:
- Birinizin sabahleyin ayrı, öğlenden sonra ayrı
güzel elbise giydiği, önüne bir tabağın konup ötekinin kaldırıldığı, evlerinizi
Kâbe’nin örtüldüğü gibi örtülere büründürdüğünüz (yani dünya lezzetlerinin
önünüze serildiği) zaman haliniz nice olur? (Hazır bulunanlar:)
- Ey Allah’ın Rasulü, tabii ki o gün halimiz,
bugünkünden daha iyi olur. Çünkü o zaman (bugünkü sıkıntılarımız ve) geçim
derdimiz olmaz, kendimizi tamamen ibadete veririz, dediler. Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem:
- Bilakis, bugün siz, o günden daha hayırlı
durumdasınız, buyurdu.” (Tirmizi, Kıyamet, 35/2476)
Müslümanların
şiarı; son nefese kadar hep fedakârlık… Malından, canından, evinden barkından,
yani bütün imkânlarından…
Tebük
Seferi’nde, yalnız bir Sahabe şehit olmuştur. Bu Sahabe, müşrik bir kabile
içinde İslâm’la şereflenen Abdullah el-Muzeni RadiyAllahu Anh idi.
Babası öldüğünde, ona hiç mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası, onu yanına alıp
büyütmüş ve mal sahibi yapmıştı.
Allah
Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem Medine’ye hicret ettiği zaman,
Abdullah Müslüman olmak istemişse de müşrik amcası yüzünden buna muvaffak
olamamıştı. Rasulullah Efendimiz, Mekke’yi fethedip Medine’ye döndüğü zaman,
Abdullah amcasına:
-
Ey amca! Müslüman olmanı hep bekledim durdum. Senin hâlâ Muhammed’i arzu
ettiğini göremiyorum! Bari benim Müslüman olmama izin ver, dedi. Amcası:
-
Eğer sen Muhammed’e tâbi olursan, üzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana
verdiğim her şeyi geri alırım, dedi. Abdullah RadiyAllahu Anh büyük bir
fedakârlık misali sergileyerek:
-
Ben, vallahi Muhammed’e tâbi oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki
şeyleri alırsan al! dedi.
Amcası,
elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullah RadiyAllahu Anh,
elbisesiz olarak annesinin yanına gitti. Annesi, kalın kilimini iki parçaya
ayırdı. Abdullah, onun yarısını belinden aşağısına, yarısını da belinden
yukarısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medine’ye varıp Allah Rasulü’ne,
İslâm’ın hayat sahasında tatbik edildiği İslâm Devleti’ne kavuşmak istiyordu.
Önündeki her türlü engel, gözünde bir hiç haline gelmişti. Daha fazla duramadı,
kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak, o gece gizlice yollara
düştü.
Uzun
ve meşakkatli bir yolculuğun ardından, eli-ayağı parçalanmış, açlık ve
susuzluktan takati kesilmiş, perişan bir halde Medine’ye yaklaştı. Heyecanı had
safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çullarla Allah Rasulü’nün huzuruna
çıkamayacağını düşündü. Buna rağmen, Âlemlerin Fahr-i Ebedisi’ne kavuşma
heyecanıyla kendinden geçen genç Sahabe, soluğu Mescid-i Nebevi’de aldı. Seher
vaktine kadar mescitte yattı.
Rasul
Aleyhi’s Salatu ve’s Selam sabah namazını kıldırdı. Cemaate göz gezdirip
evine döneceği sırada Abdullah’ı gördü. Kimsesizlerin, yalnızların ve
mazlumların sığınağı olan rahmet Elçisi SallAllahu Aleyhi ve Sellem, o
mübarek sahabeyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. İsminin Abduluzza (Uzza’nın
kulu) olduğunu öğrenince: “Sen, Abdullah
Zu’l-Bicadeyn’sin (Çifte çul/kilim sahibi Abdullah’sın!) Bana yakın yerde
bulun! Sık sık yanıma gel! buyurdu.
Abdullah
RadiyAllahu Anh Suffe’de kalıyor ve Kur’an’ı Kerim öğreniyordu. Bir
müddet sonra, Kur’an’ı Kerim’den birçok sureyi okuyup ezberlemişti.
Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem, onun hakkında: “O, Allah’a ve Allah’ın
Rasulü’ne hicret ederek çıkıp gelmiştir! O, ‘evvah’lardandır, yani Allah’a
çokça yalvaran ve Allah’ın rızası için yanıp tutuşan biridir!” buyurarak,
iltifatta bulunmuştur.
Bu Sahabe, Tebük Seferi’ne çıkılırken,
kendisine şehadet nasip olması için Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den
ısrarla dua talep etti. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem:
-
Ey Allah’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl! Diyerek dua etti. Abdullah RadiyAllahu
Anh:
-
Ya Rasulallah! Ben öyle istememiştim, dedi. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi
ve Sellem:
-
Sen, Allah yolunda harbe çıkar da hummaya tutularak ölürsen, şehitsin! Hayvanın
seni düşürüp boynunu kırarsa sen yine şehitsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi
olsa şehitlik için sana yeter, buyurdu.
Gerçekten
onun şehadeti, Allah Rasulü’nün buyurduğu surette tahakkuk etti; hummaya
tutulup Hakk’ın rahmetine kavuştu. Ordunun dönüş hazırlıklarıyla meşgul olduğu
bir gece, biri Nebilerin Seyyidi, ikisi de Allah ve Rasulü’nün dostu üç kişi,
bir meşale ışığı altında cenaze taşıyorlardı.
Bu
üç kişi; Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Hazreti Ebu Bekir ve
Hazreti Ömer RadiyAllahu Anhuma idi. Taşıdıkları cenaze ise Abdullah
Zü’l-Bicadeyn RadiyAllahu Anh idi.
Abdullah
bin Mes’ûd RadiyAllahu Anh, gıpta ile seyrettiği bu manzarayı şöyle
anlatıyor:
“Gece
karanlığında, mücahitlerin çadır kurdukları sahanın bir köşesinde hareket eden
bir ışık gördüm. Kalkıp takip ettim. Bir de ne göreyim; Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem, Ebu Bekir ve Ömer RadiyAllahu Anhuma, Abdullah
Zü’l-Bicadeyn RadiyAllahu Anh’ın cenazesini taşıyorlar. Bir yere
geldiler, kabir kazdılar. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem,
kazılan kabre indi. Hazreti Ebu Bekir ve Ömer RadiyAllahu Anhuma
cenazeyi Efendimize vermek için hazırladılar. Allah Rasulü:
-
Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın, buyurdu; yaklaştırdılar. Cenazeyi kucağına
alan Allah Rasulü, onu kabre yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyaz
etti:
-
Ya Rab! Ben ondan razıyım, hep razı olageldim, Sen de razı ol.
“Bu
manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicadeyn’e gıpta ettim. O an: ‘Ne
olurdu, bu kabrin sahibi ben olaydım! Keşke oraya bu Rasulün iltifatı ile
gömülen ben olsaydım!’ diye, ne kadar arzu ettim.” (İbni Hişam; Vakıdi; İbni
Esir)
İşte,
Allah yolunda gösterilen muhteşem bir fedakârlık ve bu fedakârlığa karşı
sergilenen nebevi iltifat, muhabbet ve vefa…
Hiç
şüphesiz her bir mümin, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
Abdullah Zü’l-Bicadeyn’e gösterdiği muhabbet ve alakaya gıptayla bakar. Bu
iltifata layık olmanın yolu ise Allah yolunda ihlâs ve samimiyetle bazı
fedakârlıklarda bulunabilmektir. Allah yolundaki fedakârlıklar, insanı
böylesine ulvi bir şerefe nail eyler.
ZORLUKLAR:
Hiç
bir kavim, ümmet veya halk yoktur ki; inandığı bir inancı, taşıdığı
düşünceleri, işlerini düzenledikleri sistemleri olmasın. Kendileri, bu
inançlara, düşüncelere ve hükümlere razı olmuşlar ve zaman içerisinde
bütünleşmişler ve bunları savunmaya hazır hale gelmişlerdir. Çünkü artık bunlar
onların hayatlarının bir parçası haline gelmiştir. Bu durum milletlere,
kavimlere ve halklara göre değişmeyen, Allah’ın, yaratıkları hakkındaki
sünnetidir. Bu nedenledir ki bizler tarihte Nebilerin ve Rasullerin
gönderildikleri kavimlerin sahip olduklarının aksine yepyeni inançlarla,
düşüncelerle ve hükümlerle geldiklerini ve bu nedenle de reddedildiklerini, yüz
çevrildiklerini, yalanlandıklarını, eziyetlerle karşılaştıklarını;
kabullendikleri ve bütünleştikleri inançlarını, düşüncelerini ve hükümlerini
savunmak için savunmaya geçtiklerini görmekteyiz. Allah’ın Kitabındaki birçok
ayette, Nebilerin veya Rasullerin bu uğurda eziyetin ve işkencenin her türlüsü
ile yüz yüze geldikleri anlatılmaktadır.
"Andolsun
ki senden önceki Rasuller de yalanlanmışlardı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet
edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın
kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse
yoktur. Muhakkak ki Rasullerin haberlerinden bazısı sana da geldi."
Allah Resulü söyle dua
edecek duruma gelmiştir:
"Ey Rabbim!
Güçsüzlükten ve halk tarafından hor ve hakir görülmekten dolayı Sana yakınıyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen zayıfların Rabbisin ve benim Rabbimsin.
Beni kime bırakıyorsun? Beni, bana asık suratlı bakan yabancıya mı, yoksa her
işimi eline verdiğin düşmana mı bırakıyorsun? Eğer Sen bana dargın değilsen
başka hiçbir şey benim için önemli değildir. Ancak Senin afiyetin bana her
şeyden üstündür. Senin gazabının üzerime inmesinden, karanlıkları yırtıp nura
çeviren ve bütün dünya ve ahiret işleri kendisiyle salah bulan rıza ve
merhametine sığınıyorum. Zira rıza ve hoşnutluk ancak Senindir. Beni affet,
yegâne kudret kaynağı ancak Sensin."
İşte
daveti taşıyan, davetten vazgeçmesi, daveti taşımayı terk etmesi için sürekli
olarak bu türden karşı koymalarla, tepkilerle yüz yüze gelecektir. Bazen ona
büyük miktarlarda parasal yardımlar, bazen yüksek makam ve mevkiler teklif
edilir. Eğer bunda başarılı olamazlarsa ve daveti taşıyan, daveti taşımadaki
sebatını sürdürürse, bu defa da vücuduna işkence yapmaya yeltenirler; fiziksel
ve psikolojik yöntemleri ve teknikleri kullanarak, üzerinde işkencenin her
türlüsünü uygularlar; yıllarca hapishanelerde tutarlar. Bu durumda kim zayıf
olursa, Allah’ın azabına ve öfkesine aldırmadan onların isteklerine icabet
eder. Kim de sebat ederse, kurtulur ve başarır; Allah katında yüksek derecelere
nail olur.
Davette
sebat göstermek, yani daveti taşıyanın, taşımakla ve insanları davet etmekle
yükümlü olduğu şer’î hükümlerin ve düşüncelerin tümünde sebat göstermesi,
yerine getirilmesi farz olan büyük bir iştir ve bunun için daveti taşıyanın var
olan gücünü tamamıyla harcaması gereklidir. Şer’î hükmün veya düşüncelerin
dışında tek bir hükmün veya düşüncenin bile taşınması kesinlikle caiz değildir.
Her ne kadar yöneticilerin isteklerine göre hareket eden bir takım âlimler ya
da fakihler, kâfirler ve onların uşaklarının koymuş oldukları yöntemlere
göre hükümleri inceleyerek Müslümanları sahih bir İslâmî anlayıştan ve hak
dinlerinden uzaklaştırmak için şer’î hükümleri veya düşünceleri, İslâm’ın ve
davetin düşmanlarını sevindirecek olan Allah’ın şeriatından olmayan bâtıl ve
bozuk düşünceler ve hükümlerle ilişkilendirseler de böyle davranmak kesinlikle
doğru değildir. Zor ya da ağır da olsa, lügatlarında bulunan her türlü pisliği,
suçlamayı ve karalamayı atmaya kalkışsalar da zafer, hak üzere sebat
göstermekle gerçekleşir. Hele hele türlü iletişim araçları ile insanların
akıllarının çelindiği, bâtılın hak olarak gösterildiği ve fesadın
kurtuluş reçetesi olarak sunulduğu günümüzde hakka tâbi olmak elbetteki en
doğru olan harekettir.
Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem hem davette hem de davetin taşınmasında
sebat gösterdiği gibi, sahabeler de -Allah onların hepsinden razı olsun- sebat
göstermişlerdir. Bununla ilgili sayılamayacak kadar çok, meşhur örnekler
vardır. Bilal'in Mekke'nin kızgın çöllerinde işkence görürken hak üzere sebat
göstermesi, Yasir ailesinin gördükleri işkence karşısında sabretmeleri, bu
örneklerden yalnızca bir kaçını oluşturmaktadır. Günümüzün davet taşıyıcıları
da, Rasulullah'ın ashabına muhalefet etmeden daveti taşımaları, onları
hatırlamaları ve onların hayatlarına dönmeleri, hak üzere sebat göstererek
ve Allah’ın zaferi gelinceye kadar da buna devam ederek tarihlerini
yenilemeleri gerekir.
Muhammed
SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:
“Her kim İslâm’ı yeniden hayata geçirmeye bir
faydası olacak ilmi öğrenirken ölürse, cennette Rasullerin ve onun arasında
sadece bir derece olacaktır.”
“Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında:
“Rabbim!” der “Beni geri gönder! Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve
hareketler) yapayım.” Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir.
Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah
vardır.” (Mü’minun 99-100)
Ayette belirtildiği
gibi ölüm gelmeden önce insana sadece bir kez fırsat verilir. İnsan, özellikle
dava taşıyıcıları, bu meseleye büyük özen göstermelidirler.
Şimdi
ecel gelmeden yapılabilecek “en mükemmel” hazırlık konusuna değinelim: Ölüme
hazırlık tam olarak ne demektir? Şu kesin olarak bilinmelidir ki, ölüm konusu
teorik bir konu değil aksine pratik bir konudur. Bu noktayı biraz daha açalım.
Böylece ölümün bizlere bir hatırlatma olduğunu anlamış oluruz. Ölüm bizlere bu
kısa hayatın ardından sonsuz bir hayat olduğunu, bu hayatla ahiretin
alakalarını ve bizlerin Allahu Teâlâ tarafından belirtilmiş olan hükümlere göre
yaşamamızın gerektiğini hatırlatır. Bizler, Allah Subhanehû ve Teâlâ
tarafından ödüllendirileceğiz veya cezalandırılacağız. Hayatımızı
yönlendirirken bizlere hoş gelen şeyleri seçip almak, kolay şeyleri sevmek ve
zor olan şeyleri sevmemek şeklinde olmamalıdır. Aksine Allahu Teâlâ, şeriatını
öğrenmemizi ardından severek ve isteyerek yaşamamızı emretmektedir. Hayatta
düzenlemeler Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın bir takım hükümlerinden oluşur
ki; bizler bu hükümleri hayatımıza indirgeyelim ve böylelikle bu dünyada ve
ahirette O’nun azabından kendimizi koruyabilelim. Bunlar arasında İslâm dinini
yeniden dünyaya hâkim kılmak ve Hilâfet Devleti’ni tekrar kurmak yükümlülüğü de
vardır. Bunu inkâr eden bir kişinin ölümünü Rasul SallAllahu Aleyhi ve
Sellem şöyle nitelendirmektedir:
“Kim boynunda biat bağı olmadan ölürse, cahiliye
ölümüyle ölmüş olur.” (Müslim)
Rasulullah;
“cahiliye ölümüyle” şunu kastetmektedir: Her kim İslâm Devleti’ni tekrar kurmak
için çalışmazsa cahiliye ölümüyle ölmüş gibi günah kazanacaktır. Günümüzdeki
her Müslüman’ın en önemli hedefi, İslâm’ı yeniden dünyaya hâkim kılmak
olmalıdır. Ancak bu şekilde İslâm Ümmeti tekrar birleşebilecektir, şeriat
tekrar yaşanabilecektir ve İslâm dini tüm dünyaya taşınabilecektir.
“De
ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize
geçirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşunuza
giden evler, size Allah’tan ve Rasulünden ve Allah yolunda cihaddan daha
sevimli ise o zaman Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar
güruhuna hidayet erdirmez.”
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış