İslâm’a davet genel manada; ferdÎ,
içtimai ve siyasal bütün boyutlarıyla marufu emredip münkerden nehyetme farziyetini
yerine getirmeyi ifade eder.
Allah Celle Celâlehû marufu emredip münkerden nehyetmeyi, konumu ve gücü
nispetinde bütün Müslümanlara farz kılmıştır. Dahası;
“Sizden hayra/İslâm’a çağıran, marufu emreden, münkerden
men'eden bir cemaat olsun! İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Ali İmran104) diye buyurarak bu farziyetin örgütlü ve
organizeli bir şekilde yapılmasını emretmiştir. Zira sonuç almak için davetin
örgütlü ve organizeli olmasının gerekliliği açıktır. Zaten en medeni toplumlar
örgütlü ve organizeli toplumlar değil midir?
Diğer taraftan daveti kuşanan kişinin
faaliyet alanını ve önceliklerini belirleyen merci, kendisine davetin yapıldığı
İslâm’ın temel referansları olan Kitap ve Sünnettir. Aydın bir düşünceyle
mesele tetkik edildiğinde, Allah ve Rasulü’nün, İslâm’a davet bazında karşı
karşıya kalınan vakıanın niteliğine göre hükümler vazedip icra edilecek
faaliyetler ortaya koyduğu görülecektir. Nitekim davete muhatap toplumun
siyasal, sosyal ve ekonomik vakıasının dayandığı sistemin değiştirilmesi
durumunda, davetçinin takınacağı tavır, girişeceği fikrî mücadelenin niteliği
ve öncelikleri başkadır. Islah edilmesi gereken bir vakıa olması durumunda ise
daha başkadır. Birinci vakıa köklü bir fikrî mücadeleyi gerektirdiğinden, davetçinin daha yüksek riskler göğüslemek
durumunda kalacağı aşikârdır.
Diğer taraftan İslâm davetçisi,
marufu emretme ve münkerden nehyetme bağlamında sonuçlardan sebeplere doğru
yöneldikçe de doğal olarak risk boyutu yükselecektir. Nitekim bugün hayatın
bütün alanlarına egemen olan münkerin kaynağı, uygulayıcısı, sahibi ve
kollayıcısı İslâm dışı yönetim ve siyasi erktir. Davetin eksenine, İslâm dışı
yönetimi İslâmî yönetim olan Hilâfet ile değiştirmeyi yerleştirmek, sömürgeci
güçleri ve yerli işbirlikçileri çileden çıkarıp, daha büyük riskleri harekete geçireceğinden
kuşku yoktur.
İşte İslâm davetçisi ister şeriatın
hakim olduğu bir toplumla muhatap olup yöneticiyi muhasebe etsin, ister İslâm dışı bir rejimin hüküm sürdüğü
bir toplumla muhatap olsun, her iki durumda da
maddi ve manevi risklerden azade değildir. Egemen erk tarafından
özgürlüğünden mahrum edilip işinden, gücünden alıkonulabilir. Rızkının
kesilmesiyle tehdit edilebilir. Hatta ölüm tehlikesiyle karşı karşıya
bırakılabilir. Davası ve şahsiyeti itibarsızlaştırılabilir. Dahası başarısız
olma endişesine kapılabilir.
İşte bütün bu maddi-manevi, sosyal ve
psikolojik risklere karşı onu koruyacak yegane sığınak tevekkül libasıdır. Her
şeyin içyüzünü bilen ve gören, izni olmadan bir yaprağın dahi yere düşmediği,
her şeye kadir bir Rabbi Rahim’in dergahına iltica etmesi, onun bütün
korkularından azade olmasına yetecektir.
Nitekim kulunu merhametiyle kuşatan
Allah Celle Celâlehû rızasına
nail olmak için giriştiği amellerde sıkıntıya düştüğünde, onun imdadına
yetişerek şöyle buyuruyor:
“Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter.” (Talak 3)
“Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: Bana Allah yeter.
O'ndan başka ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve büyük arşın Rabbi O'dur.” (Tevbe 129)
İşte tevekkülün ibadet vasfı olan
fikirsel bir amel olması manası burada tezahür etmektedir. Davetçinin son
tahlilde Allah’tan başka bir merciye güvenmesi şirktir ve haramdır. Başka merciye
ibadet etmek ne ise, nihai manada Allah’tan başka merciye güvenmek de odur.
Geçek şu ki; insan hangi merciye güveniyorsa onu ibadete layık görmüştür. Başka
bir deyişle; doğru olan, karşılığını hangi merciden bekliyorsa ona
güvenmesidir. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de Rasullerin dilinden defalarca
muhataplarına tekrar edilen söz şu olmuştur:
“Benim ecrim Allah'a aiddir” (Yunus
72)
Tevekkül etmek, güvenmek insan için
inanmak kadar fıtrî bir ihtiyaçtır. Dahası hayatın bütün alanlarında ve sürekli
kendini hissettiren bir gereksinimdir. Dindarlık sevki ilahisinin bir
yansıması olduğundan ibadet vasfı
taşıyan, her aktiviteye olumlu ya da olumsuz belirleyici etkileri olan bir
fikirsel eylemdir. Bir iltica, bir bağlılık ve ihlas göstergesi, bir itikat
yansımasıdır. Allah Celle Celâlehû’nun
şu emr-u fermanının bir gereği olarak Allah’a güvenmek farz olmaktadır:
“Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse
yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü’minler
ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar” (Ali
İmran 160)
Gerçek şu ki yeryüzünde sırtında yükü
olmayan tek bir insan bile mevcut değildir. Herkes yüklendiği yükün sıkıntısı
ile hemhal olmaktadır. Unutmayalım ki kişinin değeri yüklendiği
yükün/davanın niteliğinde saklıdır. Kimi
bir futbol takımının yükünü, kimi bir aşiretin, bir toprak parçasının, bir
ırkın yükünü/davasını omzuna almış koşturmaktadır. Kimi laik, liberal,
demokrat, kapitalist bir ideolojinin, kimi de sosyalist bir ideolojinin yükünü
sırtına almış koşuşturmaktadır.
Ne mutlu o Müslüman’a ki; insan hayat
ve kainat düğümünü çözmüş, bu fani dünyaya nereden geldiğini, niçin geldiğinin
ve nereye gideceğinin idrakine varmıştır. Erkek olsun kadın olsun, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem aracılığıyla Rabbinden gelen, hayata hayat veren emirlere “baş
üstüne” demiş, bir asrı saadet iklimini yeniden oluşturmak için İslâm
davasını omzuna alan kişinin güç devşireceği yegâne kaynak tevekküldür.
Nitekim Rabbi ona şöyle seslenmiştir:
“Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et,
Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever” (Ali
İmran 159)
Bir çok kavram gibi tevekkül mefhumu
da Ümmet’in içine düştüğü fikirsel inhitattan nasibini almış, yozlaşarak
etkisiz hâle gelmiştir. Nitekim kasıtlı olarak Allah’a tevekkül etmeyi bir
takım şartlardan sonraya bırakan bir anlayış Müslümanlar arasında
yaygınlaştırılmıştır. Yapılan tarif şudur: “Bir
amaca ulaşmak için gerekli olan her türlü önlemi alarak; elinden gelen tüm
gayreti gösterdikten sonra kalben Allah'a bağlanıp O’na güvenmek, sonucu Allah’tan
beklemek anlamına gelmektedir.” Halbuki; Allah’a güvenmenin şartları olmaz,
olamaz. Allah’a güven O’na imanla başlar. Mü’minin Allah’a güvenmediği bir an
söz konusu bile olamaz. Zira Allah’a güvenin zedelendiği an imansızlık baş
göstermiş demektir. Nitekim bir meselede alınacak her tedbir ve baş vurulacak
her maddi sebep Allah’a güvenmekten sonra gelir. Allah’a tevekkül; başlayıp
biten bir süreç değildir. O, serapa son nefese kadar imana eşlik eder. İnsan ve
hayat gerçeği de böylesi bir anlayışa denk düşmektedir. Başlayıp biten bir
tevekkül anlayışı insan, iman ve hayat gerçeğine aykırıdır.
Buna göre İslâm davetçisinin İslâm’ın
ruhuna ve aynı zamanda vakıaya uygun düşen bir tevekkül anlayışına sahip olması
-ki vakıa her meselede olduğu gibi tevekkül meselesinde de İslâm anlayışını
tasdik eder- hayati önem arz etmektedir.
Zira Rabbinin davetini yüklenen kişinin O’na tevekkülü kuşanması zaruridir.
Öyle ki bu tevekkül, sahibine yakîn gelene kadar serapa devam eden bir
güvendir. Onu bir gölge gibi takip eder. Her halinde onunla beraberdir. O
davetçi mü’min kul, ister galip gelsin ister mağlup olsun, giriştiği işi ister
başarsın ister başaramasın, Allah’a olan güveninde bir zaaf meydana gelmez.
Dahası; giriştiği bir iş ile alâkalı maddi sebeplere gerektiği oranda teşebbüs
etmemiş olması, Allah’a olan güveninin seviyesini, samimiyetini ve ihlasını
zedelemiş olamaz. Kaldı ki bu maddi sebeplere başvurmanın yeterlilik oranını
kim, neye dayanarak belirleyecektir! Bu, izahı gayri kabil olan vehimlerin mü’minin
güveninde belirsizlik oluşturması doğru değildir. Zira Allah’a olan tevekkülün derecesinde bir
dalgalanmanın olması hem caiz değildir ve hem de Allah’a güvenmenin vakıasına
muhaliftir.
Unutulmamalıdır ki Allah’a olan
güven, kelimenin tam anlamıyla sonsuzca olur. İşte böyle bir güven sahibinde
bitmek bilmeyen bir enerji ve aktivite meydana getirir ki maddi sebeplere tevessül
etmek onun için işten bile değildir. Allah’ın yardımının kendisiyle beraber
olduğuna yakinen inanan bir kişideki aşk ve şevk, umut ve heyecan, gayret ve enerji kimde
olabilir?
Gerçek şu ki; daha henüz Allah’a
güvenip güvenmeyeceğine karar verememiş bir insandaki aşk ve şevk, gayret ve
aktivite, umut ve heyecan geçicidir. Sahibini yürütecek güçte değildir.
Sahibine bir hayır getirmekten acizdir. Sahibini tembelliğe sürüklemekten başka
bir işe yaramayacaktır. Gerçek şu ki; baş vurulan maddi sebepler oranında
Allah’a güvenmek, Allah’ın kudretini itham etmektir. Kaldı ki; insan denen
varlığın sahip olduğu potansiyeli ortaya çıkaran en kudretli etken maddi
sebeplerden ziyade kayıtsız şartsız sonsuz bir tevekkül anlayışıdır. Tarih
bunun örnekleriyle doludur. Nitekim
ordusuyla beraber Sina Çölü’nü iki hükümdarın geçtiğini tarihe kaydedilmiştir.
Biri milattan önce 525 senesinde İran Şahı Kâmbiz’dir. Diğeri ise, yine milattan
önce 332 senesinde Makedonya Kralı İskender’dir. Bu akıl almaz başarıyı Yavuz
Sultan Selim Han da egale etmiştir.
Gerçek şu ki bu başarılar maddi olanakları fersah fersah aşan başarılardır ki;
gücünü bitmek tükenmek bilmeyen bir tevekkül anlayışından almışlardır. Buna bir
de Allah’ın hoşnutluğunu ve yardımını da eklediğimizde, o zaman İslâm
davetçisinin sahip olması gereken tevekkül anlayışının sırrına ermiş olacağız.
Kur’an’ı Kerim’de anlatılan Bedir ve
Huneyn savaşları ile Müslümanlara telkin edilen tevekkül anlayışı kayıtsız ve
şartsız sonsuz bir tevekkül anlayışıdır. Nitekim Huneyn savaşı ile ilgili
olarak Allah Celle Celâlehû şöyle
buyurmaktadır:
“Andolsun, Allah birçok yerde ve Huneyn Günün’de size
yardım etmiştir. Hani, çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat size hiçbir
yarar sağlamamış, yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Nihayet gerisin
geriye dönüp kaçmıştınız” (Tevbe 25)
İşte bu ayet Sahabe RadiyAllahu
Anhum’un zihinlerine maddi olanakların
üstünü çizen bir tevekkül anlayışı kazımıştır. Onlar maddi şartların üstüne
çıkarak daha ilk nesil İstanbul’u fethe koşuşmuşlardır. Onların torunları ise
aynı amaç için gemileri karadan yürütmüşlerdir. Şartlara mahkûm olan bir
anlayışla değil şartları değiştirecek bir anlayışla hareket etmişlerdir. Güç
kaynakları ise Allah’ın yardımına sonsuzca güvenmek idi.
Bugün aynı tevekkül anlayışına ne
kadar da muhtacız!
Zira Rabbimiz, Ümmet’in iki yakasını
bir araya getirecek, Müslümanların yurdunu yuvasını, izzetini ve şerefini
çiğnemekten kurtaracak Raşidî Hilâfet Devleti’ni kurmayı bize emretmiştir.
Nitekim ancak Raşidî Hilâfet Devleti
ile maruf, kalıcı bir şekilde hayata
egemen kılınabilir. Yine ancak Raşidî Hilâfet ile münker kalıcı bir şekilde hayattan
uzaklaştırılabilir. Raşidî Hilâfet Devleti’ni ikame etmekten daha fazla
Allah’ın rızasını bize kazandıracak bir amel olabilir mi?
Haydi şimdi hepimiz Rabbimizin sonsuz
kudretine sonsuz kez güvenerek daveti kuşanıp, Raşidî Hilâfet’i nübüvvet metodu
üzere yeniden ikame etmeye koşalım. Allah yar ve yardımcımız olsun!
O’na güveniyoruz, öyle ise O bize
yeter.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış