DAVET BAĞLAMINDA ALLAH’A TEVEKKÜL

Mustafa Küçük

İslâm’a davet genel manada; ferdÎ, içtimai ve siyasal bütün boyutlarıyla marufu emredip münkerden nehyetme farziyetini yerine getirmeyi ifade eder.

Allah Celle Celâlehû marufu emredip münkerden nehyetmeyi, konumu ve gücü nispetinde bütün Müslümanlara farz kılmıştır. Dahası;

“Sizden hayra/İslâm’a çağıran, marufu emreden, münkerden men'eden bir cemaat olsun! İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Ali İmran104) diye buyurarak bu farziyetin örgütlü ve organizeli bir şekilde yapılmasını emretmiştir. Zira sonuç almak için davetin örgütlü ve organizeli olmasının gerekliliği açıktır. Zaten en medeni toplumlar örgütlü ve organizeli toplumlar değil midir?

Diğer taraftan daveti kuşanan kişinin faaliyet alanını ve önceliklerini belirleyen merci, kendisine davetin yapıldığı İslâm’ın temel referansları olan Kitap ve Sünnettir. Aydın bir düşünceyle mesele tetkik edildiğinde, Allah ve Rasulü’nün, İslâm’a davet bazında karşı karşıya kalınan vakıanın niteliğine göre hükümler vazedip icra edilecek faaliyetler ortaya koyduğu görülecektir. Nitekim davete muhatap toplumun siyasal, sosyal ve ekonomik vakıasının dayandığı sistemin değiştirilmesi durumunda, davetçinin takınacağı tavır, girişeceği fikrî mücadelenin niteliği ve öncelikleri başkadır. Islah edilmesi gereken bir vakıa olması durumunda ise daha başkadır. Birinci vakıa köklü bir fikrî mücadeleyi gerektirdiğinden,  davetçinin daha yüksek riskler göğüslemek durumunda kalacağı aşikârdır.

Diğer taraftan İslâm davetçisi, marufu emretme ve münkerden nehyetme bağlamında sonuçlardan sebeplere doğru yöneldikçe de doğal olarak risk boyutu yükselecektir. Nitekim bugün hayatın bütün alanlarına egemen olan münkerin kaynağı, uygulayıcısı, sahibi ve kollayıcısı İslâm dışı yönetim ve siyasi erktir. Davetin eksenine, İslâm dışı yönetimi İslâmî yönetim olan Hilâfet ile değiştirmeyi yerleştirmek, sömürgeci güçleri ve yerli işbirlikçileri çileden çıkarıp,  daha büyük riskleri harekete geçireceğinden kuşku yoktur.

İşte İslâm davetçisi ister şeriatın hakim olduğu bir toplumla muhatap olup yöneticiyi muhasebe etsin,  ister İslâm dışı bir rejimin hüküm sürdüğü bir toplumla muhatap olsun, her iki durumda da  maddi ve manevi risklerden azade değildir. Egemen erk tarafından özgürlüğünden mahrum edilip işinden, gücünden alıkonulabilir. Rızkının kesilmesiyle tehdit edilebilir. Hatta ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bırakılabilir. Davası ve şahsiyeti itibarsızlaştırılabilir. Dahası başarısız olma endişesine kapılabilir.

İşte bütün bu maddi-manevi, sosyal ve psikolojik risklere karşı onu koruyacak yegane sığınak tevekkül libasıdır. Her şeyin içyüzünü bilen ve gören, izni olmadan bir yaprağın dahi yere düşmediği, her şeye kadir bir Rabbi Rahim’in dergahına iltica etmesi, onun bütün korkularından azade olmasına yetecektir. 

Nitekim kulunu merhametiyle kuşatan Allah Celle Celâlehû rızasına nail olmak için giriştiği amellerde sıkıntıya düştüğünde, onun imdadına yetişerek şöyle buyuruyor:

“Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter.” (Talak 3) 

“Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: Bana Allah yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve büyük arşın Rabbi O'dur.” (Tevbe 129)

İşte tevekkülün ibadet vasfı olan fikirsel bir amel olması manası burada tezahür etmektedir. Davetçinin son tahlilde Allah’tan başka bir merciye güvenmesi şirktir ve haramdır. Başka merciye ibadet etmek ne ise, nihai manada Allah’tan başka merciye güvenmek de odur. Geçek şu ki; insan hangi merciye güveniyorsa onu ibadete layık görmüştür. Başka bir deyişle; doğru olan, karşılığını hangi merciden bekliyorsa ona güvenmesidir. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de Rasullerin dilinden defalarca muhataplarına tekrar edilen söz şu olmuştur:

“Benim ecrim Allah'a aiddir” (Yunus 72)

Tevekkül etmek, güvenmek insan için inanmak kadar fıtrî bir ihtiyaçtır. Dahası hayatın bütün alanlarında ve sürekli kendini hissettiren bir gereksinimdir. Dindarlık sevki ilahisinin bir yansıması     olduğundan ibadet vasfı taşıyan, her aktiviteye olumlu ya da olumsuz belirleyici etkileri olan bir fikirsel eylemdir. Bir iltica, bir bağlılık ve ihlas göstergesi, bir itikat yansımasıdır. Allah Celle Celâlehû’nun şu emr-u fermanının bir gereği olarak Allah’a güvenmek farz olmaktadır:

“Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü’minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar” (Ali İmran 160)   

Gerçek şu ki yeryüzünde sırtında yükü olmayan tek bir insan bile mevcut değildir. Herkes yüklendiği yükün sıkıntısı ile hemhal olmaktadır. Unutmayalım ki kişinin değeri yüklendiği yükün/davanın  niteliğinde saklıdır. Kimi bir futbol takımının yükünü, kimi bir aşiretin, bir toprak parçasının, bir ırkın yükünü/davasını omzuna almış koşturmaktadır. Kimi laik, liberal, demokrat, kapitalist bir ideolojinin, kimi de sosyalist bir ideolojinin yükünü sırtına almış koşuşturmaktadır.

Ne mutlu o Müslüman’a ki; insan hayat ve kainat düğümünü çözmüş, bu fani dünyaya nereden geldiğini, niçin geldiğinin ve nereye gideceğinin idrakine varmıştır. Erkek olsun kadın olsun, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem aracılığıyla  Rabbinden gelen, hayata hayat veren  emirlere “baş üstüne” demiş, bir asrı saadet iklimini yeniden oluşturmak için İslâm davasını omzuna alan kişinin güç devşireceği yegâne kaynak tevekküldür.

Nitekim Rabbi ona şöyle seslenmiştir:

“Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever” (Ali İmran 159)

Bir çok kavram gibi tevekkül mefhumu da Ümmet’in içine düştüğü fikirsel inhitattan nasibini almış, yozlaşarak etkisiz hâle gelmiştir. Nitekim kasıtlı olarak Allah’a tevekkül etmeyi bir takım şartlardan sonraya bırakan bir anlayış Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmıştır. Yapılan tarif şudur: “Bir amaca ulaşmak için gerekli olan her türlü önlemi alarak; elinden gelen tüm gayreti gösterdikten sonra kalben Allah'a bağlanıp O’na güvenmek, sonucu Allah’tan beklemek anlamına gelmektedir.” Halbuki; Allah’a güvenmenin şartları olmaz, olamaz. Allah’a güven O’na imanla başlar. Mü’minin Allah’a güvenmediği bir an söz konusu bile olamaz. Zira Allah’a güvenin zedelendiği an imansızlık baş göstermiş demektir. Nitekim bir meselede alınacak her tedbir ve baş vurulacak her maddi sebep Allah’a güvenmekten sonra gelir. Allah’a tevekkül; başlayıp biten bir süreç değildir. O, serapa son nefese kadar imana eşlik eder. İnsan ve hayat gerçeği de böylesi bir anlayışa denk düşmektedir. Başlayıp biten bir tevekkül anlayışı insan, iman ve hayat gerçeğine aykırıdır.

Buna göre İslâm davetçisinin İslâm’ın ruhuna ve aynı zamanda vakıaya uygun düşen bir tevekkül anlayışına sahip olması -ki vakıa her meselede olduğu gibi tevekkül meselesinde de İslâm anlayışını tasdik eder-  hayati önem arz etmektedir. Zira Rabbinin davetini yüklenen kişinin O’na tevekkülü kuşanması zaruridir. Öyle ki bu tevekkül, sahibine yakîn gelene kadar serapa devam eden bir güvendir. Onu bir gölge gibi takip eder. Her halinde onunla beraberdir. O davetçi mü’min kul, ister galip gelsin ister mağlup olsun, giriştiği işi ister başarsın ister başaramasın, Allah’a olan güveninde bir zaaf meydana gelmez. Dahası; giriştiği bir iş ile alâkalı maddi sebeplere gerektiği oranda teşebbüs etmemiş olması, Allah’a olan güveninin seviyesini, samimiyetini ve ihlasını zedelemiş olamaz. Kaldı ki bu maddi sebeplere başvurmanın yeterlilik oranını kim, neye dayanarak belirleyecektir! Bu, izahı gayri kabil olan vehimlerin mü’minin güveninde belirsizlik oluşturması doğru değildir.  Zira Allah’a olan tevekkülün derecesinde bir dalgalanmanın olması hem caiz değildir ve hem de Allah’a güvenmenin vakıasına muhaliftir.

Unutulmamalıdır ki Allah’a olan güven, kelimenin tam anlamıyla sonsuzca olur. İşte böyle bir güven sahibinde bitmek bilmeyen bir enerji ve aktivite meydana getirir ki maddi sebeplere tevessül etmek onun için işten bile değildir. Allah’ın yardımının kendisiyle beraber olduğuna yakinen inanan bir kişideki aşk ve şevk,  umut ve heyecan, gayret ve enerji kimde olabilir?

Gerçek şu ki; daha henüz Allah’a güvenip güvenmeyeceğine karar verememiş bir insandaki aşk ve şevk, gayret ve aktivite, umut ve heyecan geçicidir. Sahibini yürütecek güçte değildir. Sahibine bir hayır getirmekten acizdir. Sahibini tembelliğe sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktır. Gerçek şu ki; baş vurulan maddi sebepler oranında Allah’a güvenmek, Allah’ın kudretini itham etmektir. Kaldı ki; insan denen varlığın sahip olduğu potansiyeli ortaya çıkaran en kudretli etken maddi sebeplerden ziyade kayıtsız şartsız sonsuz bir tevekkül anlayışıdır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Nitekim  ordusuyla beraber Sina Çölü’nü iki hükümdarın geçtiğini tarihe kaydedilmiştir. Biri milattan önce 525 senesinde İran Şahı Kâmbiz’dir. Diğeri ise, yine milattan önce 332 senesinde Makedonya Kralı İskender’dir. Bu akıl almaz başarıyı Yavuz Sultan Selim Han da  egale etmiştir. Gerçek şu ki bu başarılar maddi olanakları fersah fersah aşan başarılardır ki; gücünü bitmek tükenmek bilmeyen bir tevekkül anlayışından almışlardır. Buna bir de Allah’ın hoşnutluğunu ve yardımını da eklediğimizde, o zaman İslâm davetçisinin sahip olması gereken tevekkül anlayışının sırrına ermiş olacağız.

Kur’an’ı Kerim’de anlatılan Bedir ve Huneyn savaşları ile Müslümanlara telkin edilen tevekkül anlayışı kayıtsız ve şartsız sonsuz bir tevekkül anlayışıdır. Nitekim Huneyn savaşı ile ilgili olarak Allah Celle Celâlehû şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun, Allah birçok yerde ve Huneyn Günün’de size yardım etmiştir. Hani, çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat size hiçbir yarar sağlamamış, yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Nihayet gerisin geriye dönüp kaçmıştınız” (Tevbe 25)

İşte bu ayet Sahabe RadiyAllahu Anhum’un zihinlerine maddi olanakların üstünü çizen bir tevekkül anlayışı kazımıştır. Onlar maddi şartların üstüne çıkarak daha ilk nesil İstanbul’u fethe koşuşmuşlardır. Onların torunları ise aynı amaç için gemileri karadan yürütmüşlerdir. Şartlara mahkûm olan bir anlayışla değil şartları değiştirecek bir anlayışla hareket etmişlerdir. Güç kaynakları ise Allah’ın yardımına sonsuzca güvenmek idi.

Bugün aynı tevekkül anlayışına ne kadar da muhtacız!

Zira Rabbimiz, Ümmet’in iki yakasını bir araya getirecek, Müslümanların yurdunu yuvasını, izzetini ve şerefini çiğnemekten kurtaracak Raşidî Hilâfet Devleti’ni kurmayı bize emretmiştir. Nitekim ancak  Raşidî Hilâfet Devleti ile  maruf, kalıcı bir şekilde hayata egemen kılınabilir. Yine ancak Raşidî Hilâfet ile  münker kalıcı bir şekilde hayattan uzaklaştırılabilir. Raşidî Hilâfet Devleti’ni ikame etmekten daha fazla Allah’ın rızasını bize kazandıracak bir amel olabilir mi?  

Haydi şimdi hepimiz Rabbimizin sonsuz kudretine sonsuz kez güvenerek daveti kuşanıp, Raşidî Hilâfet’i nübüvvet metodu üzere yeniden ikame etmeye koşalım. Allah yar ve yardımcımız olsun! 

O’na güveniyoruz, öyle ise O bize yeter. 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz