“Adavet”, lügatte
düşmanlık, kin ve husumet anlamına gelmektedir.
Adavet, ümmetin
birliğini kaybettirir. Allahu Teâlâ’nın asla hoşlanmadığı ve kesinlikle ondan
uzak durulmasını istediği bir tutumdur. Allahu Teâlâ pek çok ayet-i kerimede müminlerin
birbirlerine karşı düşmanlık içinde olmamaları gerektiğini belirtir. Şöyle ki:
“…Sizi Mescid-i Haram’dan çevirdiklerinden dolayı bir
topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya sevk etmesin. İyilik ve takva
üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun.
Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Maide 2)
Düşmanlık kavramının
birkaç çeşit hali vardır. Birincisi, Müslümanların aralarında olan düşmanlıktır
ki; Allahu Teâlâ yukarıdaki ayette bunu kesinlikle nehyetmiştir. Gayesi Allahu
Teâlâ’yı razı etmek olan, O’nun dinini hayata hâkim kılmak için mücadele veren
insanlara karşı yapılan düşmanlık, bir insanın başına gelebilecek en büyük
talihsizlik, nasipsizliktir. Allah RasulÜ bir hadis-i kutsi’de şöyle
nakletmiştir: “Kim benim veli kullarımdan
birine düşmanlık beslerse, Ben o kişiye savaş açarım. Kulum bana kendisinin
üzerine farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şeyle yaklaşmaz. Kulum, nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya
devam eder. Neticede ben o kulumu severim. Onu sevince de kendisinin işiten
kulağı, gören gözü tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Kulum benden bir şey
isterse, ona mutlaka veririm. Kulum bana sığınırsa onu mutlaka korurum!”
(Buhari, Rikak 38)
İkincisi ise Hz. İbrahim Aleyhi’s
Selam’ın
müşriklere karşı ortaya koyduğu tavır ile anlamını bulan kâfirlere olan
düşmanlıktır. Hz. İbrahim Aleyhi’s Selam
ve ashabı, kâfir olan kavimlerine: “Ey
kâfirler! Biz sizin dininizi kesinlikle inkâr ettik. Bizimle sizin aranızda
ebedî olarak buğz ve adavet ortaya çıktı. Siz bir olan Allah Teâlâ’ya ibadet
edinceye kadar bu adavet devam eder! dediler” (Mümtehine 4)
Takınılması gereken
tutum böyle iken, müminlerin üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi pasif, sessiz,
tepkisiz, zincirlerini kıramayan, zulme karşı hak sözü söylemeyen bir tutum
sergilemesini Allahu Teâla kabul etmemektedir. İslâm beldelerinde, zulme karşı
direnip zalimlere meydan okuyan mazlum insanların bu tutumu iman şuuruyla
değerlendirilirse, bu çetin ve zor dönemde mazlum müminlerin yanında yer
almanın, bir mümin için terk edilemez bir farziyet olduğu görülür. Çünkü zulme
karşı ayakta durmak, sadece zulme uğrayanların değil, onur sahibi her insanın
üstüne düşen bir görevdir. Kur’an’ı Kerim, zulme uğrayanların yanında yer alıp
zalimlere karşı dimdik ayakta durmanın bir insanlık borcu olduğunu şöyle
hatırlatır:
“Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz, bizi halkı
zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir sahip gönder, bir yardımcı
yolla’ diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar ve yavrular için
savaşmıyorsunuz!”
(Nisa 75) Görüldüğü gibi bu ayet-i kerime, böyle bir görevden kaçmak için,
hiçbir gerekçenin bulunmadığına dikkat çekmektedir.
Bu konuda müminlerin
şiarı “El hubbu lillah ve’l-buğzu lillâh
ve’l-hükmü lillah” yani; “Muhabbet Allah
için; düşmanlık Allah için, hüküm ise Allah’a ait” olmalıdır.
Allahu Teâla bizden adavetin
sebepleri ortadan kalkmadığı müddetçe kâfirlerle dost olmamayı, onları veliler
kabul etmemeyi istemektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey müminler! Kendi kardeşleriniz olan müminlerin dışında
kâfirleri dost kabul etmeyin! Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil mi
vermek istiyorsunuz?”
(Nisa 144)
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.
Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o
onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.” (Maide 51)
“Ey iman edenler! Siz eğer kâfir olanlara uyarsanız, sizi
topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler. O zaman büsbütün kaybedersiniz.
Hayır! Sizin mevlânız Allah’tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.” (Ali İmran 149-150)
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e ümmet olma
gayretindeki biz Müslümanların en önemli özelliklerinden biri, tüm Müslümanları
kardeş bilmemiz ve birbirimizin bu kardeşliğine zarar verecek davranışları
ortaya koymaktan kaçınmamızdır. Bizler bu kardeşlik şuuruyla gönüllerimizi
açar, kalplerimize kardeşlik hissiyatını yerleştiririz. Kalbimizdeki hasedi,
kini, nefreti ve öfkeyi bu şuurla yok ederiz. Müminler arasında bu kardeşlik
bağını oluşturan İslâm ideolojisidir. İman üzere olanlar, bu hakikat
çerçevesinde din kardeşliğini, aralarında kan bağı bulunan kardeşlikten daha
üstün tutmuşlardır. Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem, “Sizden
biriniz kendisi için istediğini, başka kardeşi için de istemedikçe, iman etmiş
olmaz” buyurmakla, konunun iman ile ilgili olduğuna dikkat çekmektedir.
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem Medine-i
Münevvere’ye hicret ettiklerinde, Ensar ve Muhacir’in arasında, tarihte eşi ve
benzeri olmayan bir hadise olarak, kardeşlik tesis etmiş, bu olay tarihe
geçmiştir.
“Müslüman Müslüman’ın
kardeşidir. Ona zulmetmez, onu teslim de etmez!” (Buhari, Mezalim 3,
İkrah 7; Müslim Birr, 58-32; Ebu Davud, Eyman 7)
Bunun içindir ki,
kardeşlik kutlu ve güçlü bir bağ olduğu kadar büyük bir sorumluluktur. Kardeşler
arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiği konusunda, hem Kur’an’ı Kerim’de
hem de Allah Rasulü’nün hadis-i şeriflerinde çok ciddi tavsiye ve uyarılar
vardır. Bütün bu uyarı ve tavsiyelerin özünü aslında “kardeşlik” kelimesi ifade
etmektedir.
“Adalet” ise, sözlükte
eğri bir yoldan doğru bir yola yönelmek, dengeli olmak, dengede tutmak,
dengelemek ve tartmak gibi anlamlara gelir. Bundan dolayı adalet, terazi ile
simgelenir.
Kavram olarak adalet; davranış
ve hükümde doğru olmak, ölçülü hareket etmek, hakka göre hüküm vermek, hakkı
layık olana vermek, haksızlıktan kaçınmak, haklıyı haksızdan ayırmak, haksıza
hak ettiği cezayı, ne eksik ve ne de fazla olmaksızın hak ettiği kadar vermek
ve cezayı gerektirecek bir fiil işlemeyene de ceza vermemek yani zulmetmemek
anlamlarına gelmektedir.
Bu özelliği kendisinde
taşıyan kimseye de “adil” denir. Allahu Teâlâ’nın güzel isimlerinden biri de
yine bu sıfatı ifade eden Adl’dir.
Allahu Teâlâ, ayet-i
kerime’de şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun; kendiniz,
ana-babanız ve akrabalarınız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden
kimseler olun. Onlar zengin de olsalar, fakir de olsalar, Allah onlara sizden
daha yakındır. Duygularınıza kapılıp adaletten ayrılmayın. Lafı eğer-büker
yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız bilin ki Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır.”
(Nisa 135)
Yine Allahu Teâlâ şöyle
buyurur:
“Bundan dolayı insanları tevhid inancına davet et ve emir
olunduğun gibi dosdoğru ol! Onların keyiflerine uyma! Ve de ki: Ben Allah’ın
indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emir olundum....” (Şûra 15)
Buna göre adalet,
başkalarının arzu ve heveslerinden, yönlendirmelerinden etkilenmeden, istikrarlı
bir tutumla Allah’ın razı olacağı hükümlerle hükmedildiği bir ortamda ruhsal
denge ve aklî olgunluk kullanılarak olur.
Kur’an’ı Kerim’e göre
adaletin dayanağı hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılabileceği gibi
adalet de hakka uymakla sağlanır. (bkz. A’raf 159,181)
Bir hak konusunda hüküm
verilirken, hakkın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat
aleyhine hükmedilmesi durumunda bu hükmü tanımayan insanlar için âyette:
“İşte bunlar zalimlerdir” (50) denilmiştir.
Kur’an’ı Kerim’de hak ve
adaletin mutlaka tecelli edeceği defalarca vurgulanmıştır ki bizzat Allahu Teâlâ’nın
ahirette hiçbir haksızlığa fırsat verilmeyecek şekilde adaletle hükmedeceği ve
O’nun bu vaadinin kesin olduğu bildirilmiştir.
“...Onlar azabı görünce pişmanlıklarını açıklarlar, aralarında
adaletle hükmedilir ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (Yunus 54-55)
“Kıyamet Günü doğru teraziler koyacağız; hiçbir kimse hiçbir
haksızlığa uğramayacaktır. Bir hardal tanesi ağırlığında olsa bile yapılan her
ameli ortaya koyarız. Hesap gören olarak biz yeteriz.” (Enbiya 47)
Cuma hutbesinde,
hatiplerin hutbeden inmeden önce okudukları ayet-i kerimelerde Allahu Teâlâ,
şöyle emrediyor:
“Allah, adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder;
fuhşiyattan, kötülükten ve azgınlıktan men eder. Tutasınız diye size öğüt
verir.”
(Nahl 90)
Ayetlerde emredilen
adaletin kapsamı oldukça geniştir. İnsan hayatının her alanında, davranışlarda,
hüküm ve karar vermede, insanların haklarını vermede, yönetim işlerinde
dosdoğru hareket etmek, düzgünce iş yapmak ve herkesin hakkını vermek
adalettir.
İslâm, adaleti, dini bir
emir ve toplumsal düzenin temeli olarak görmüş, adaletle davranan ‘adil’
kimseleri övmüş, adaletten ayrılarak haksızlık yapan ve zulme sapmış olan
zalimleri de hem kötülemiş ve hem de can yakıcı bir azapla tehdit etmiştir.
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, dünya
işlerinden elini çekmiş değildi ve toplumsal hayattan uzak duran birisi
değildi. O, gençlik yıllarında Mekke’de bulunan kabilelerle birlikte yaşıyor, bîsetinden
sonra da çeşitli kabile ve milletlerle iç içe buluyordu. Bu kabileler zaman
olmuş boğaz boğaza gelmişler, kan dökmüşler, birbirleriyle çarpışmışlar ve
yıllarca savaşmışlardı. Uzun yıllar aralarında süregelen kan davaları ve
düşmanlık nedeniyle bunlardan birinin hoşuna giden bir hareket, öbürünü
rahatsız ediyordu. İşte Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem, birbirine düşman olan bu kabileler arasında hak dini
yayarken onların kalplerini kazanıyor, aralarında hak, adalet, insaf ve
kardeşlik filizleri yeşertiyordu. Fakat bütün bunları yaparken zerre kadar hak,
adalet ve insaftan ayrılmıyordu.
Arapların nüfuzlu ve
zengin olanları, toplum içinde kendilerine ayrı bir yer ayırır, kendilerini başkalarından
üstün görür, başkalarına, özellikle kimsesiz ve fakir kimselere yaptıkları
baskıların kendilerine yapılmasına dayanamazlardı.
Allah’ın Nebileri ve
Resulleri, hak kervanının öncüleridirler. Peşlerinden, onların amellerini yapan
davetçiler, sonra davetçilerin ardından gelen Müslümanlar, sonra da
derecelerine ve üstünlüklerine göre diğer Müslümanlar gelmektedir.
Bir bütün olarak
kâinatı, Allahu Teâlâ hak olarak yaratmış ve hak olarak kâinata bir rota belirlemiştir.
Nebilere ve Resullere, Hakka çağırmalarını emretmiş; üstünlüğü, hakka ve hakka
bağlanmaya tahsis etmiştir. Her bir Müslümanın ve müminin, özellikle de davet
taşıyanın, söz ve fiil olarak hakka sımsıkı sarılması, her şartta ve ortamda
hakka bağlanması ve haktan kıl payı kadar bile ayrılmaması gereklidir. Aksi
takdirde hak kervanındaki konumu sarsılır. Zira daveti taşıyanlar, hak ile
tanınırlar, hak ile öncü olurlar ve hakka dayanıp güvenirler. Bu yol, Allah
Rasülü SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in
getirmiş olduğu dosdoğru yoldur. Allah Celle
Celâlehû şöyle buyurmaktadır:
“…Rabbimizin elçileri hakkı getirmişlerdir…” (Arâf 53)
Şu anda Allah'a ihlaslı
Müslümanlardan istenen de aynı metoda ve yola uymaktır.
“Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet vardır ki onlar, hakkı
gösterirler ve onunla adaleti uygularlar.” (Arâf 181)
Daveti taşıyan,
şaşırtmalara ve aldatmalara iltifat etmemeli, kendisini haktan saptırmak, hakka
bağlanmaktan ve hak davete sımsıkı sarılmaktan uzaklaştırmak için; düşmanları,
hasımları ve cahiller tarafından sunulan bâtıl tekliflere meyletmemeli,
kendilerine bu yolda yapılan zulümlere karşı dik durmalı ve Allah’tan başka
yardımcısı olmadığını unutmamalıdır.
İslâm toplumunun
temelinde Kitap ve mizan vardır. Müslümanlar Kitab’a uyarak mizanı yerine
getirirlerse, yani ölçülü davranıp aşırılığa, yanlış yollara sapmazlarsa,
adaleti sağlarlar. Mizanın dengesi bozulduğu zaman, adalet kaybolur gider.
İnsanlar en doğal haklarını bile alamazlar. Toplumdaki zalimler gücü ellerine
geçirdikleri zaman da zulümler artar. Güç ve iktidar, adaletin emrinde olmalıdır.
O zaman şeriatın üstünlüğü sağlanır ve insanlar haklarına kolaylıkla ulaşırlar.
Kendini hukukun üstünde gören güçler, adalet anlayışını çiğner geçerler.
İslâm’a göre bütün
insanlar bir ana-babadan dünyaya geldikleri için birbirlerine karşı
üstünlükleri yoktur. Üstünlük ancak takva ile olabilir. Kim Allah’tan hakkıyla
korkarsa onun derecesi daha üstün olur. (bkz. Hucûrat 13)
Dikkatleri celbeden bir
nokta da şudur ki, Allahu Teâlâ kendi sözünün (Kur’an’ı Kerim) doğruluk
bakımından da, adalet bakımından da tam olduğunu belirtiyor. Öyleyse adaletli
ve doğru olmak, O’nun sözüne (Kitabına) uymakla gerçekleşir.
Kur’an’a göre gerçek
adaletin ölçüsü hakka uymaktır. (bkz. A’raf 159) Hak neyi gerektiriyorsa onu yapmak, hak kime
ait ise onu sahibine vermek, hak ile hükmetmekten ayrılmamak, her konuda hakkı
ölçü almak, herkesin ve her şeyin hakkını korumakla adalet yerine getirilir.
İslâm, hakların yerine
ulaşması için adaleti emrederken, ilâhi adaletin de ahirette herkese hakkını
vereceğini ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacağını bildiriyor. (bkz. Enbiya 47)
Dünyada tarih boyunca
adaletle hükmeden devletlerin ve toplumların asırlarca yaşadıklarını, adaleti
bırakıp zulüm ve haksızlıkla hükmeden devlet ve toplumların ise çabuk yıkılarak
yok olduklarını ve dünya haritasından silindiklerini tarih yazmaktadır.
İşte bunun içindir ki,
adalet Hilâfet Devleti’nin temel esaslarındandır. Hilâfet Devleti bu temel esas
üzerine bina edilecek, İslâm dünyasında insanlar arasında adalet tam anlamıyla
uygulandığı gibi Hilâfet Devleti’ni oluşturan ülkeler ve topluluklar arasındaki
hukukta adalet temel esas olacaktır. Hilâfet Devleti’nde adalet, batıdaki
kuvvet sahibinin hak sahibi olduğu, zayıf insanlarının haklarının da güçlülerin
elinde olduğu bir hak, adalet değil; bütün insanların hakkını doğal seyri
içinde alacakları bir adalettir.
Adavet ve Adalet
kavramlarını açıkladıktan sonra, biz Müslümanların başında bulunan yöneticileri
düşünelim!
Allah’ın hükümlerini,
hayata hâkim kılmak üzere canla başla çalışan Müslümanlara, kendileri de
Müslüman olmalarına ve sırf bu yüzden halktan teveccüh almalarına rağmen,
yönetimlerinde bulundukları düzenlerin insan yapımı olan kanunlarına bile
aykırı olarak bu Müslümanlara ceza vermek, hapislere atmak, eşinden,
ailesinden, çocuğundan ayırmak adavet midir, adalet midir?
Allah düşmanları,
insanları hakka davet etmemize engel oluyorlar ve Müslümanların dinleriyle
kucaklaşmasına mani oluyorlar. Allah’ın kurulmasını farz kıldığı Râşidî Hilâfet Devleti’ni kurmak için
Müslümanlara çağrıda bulunmamızda zorluk çıkarıyorlar.
Râşidî
Hilâfet Devleti’ni
kurarak, İslâmî hayatı yeniden başlatma çalışması, düşmanlarımızın nazarında
tahminimizden çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Bu konuda Allah’tan başka
ne bir dost, ne bir destekleyici ve ne de bir yardımcımız da yoktur. Bizler,
zalimin elini tutup zulmüne engel olmayı ve onu hakka döndürmeyi istiyoruz.
Umulur ki Allah, bizim ellerimizle bu ümmet üzerindeki bu zulmü kaldırır.
İslâm nizamı, tam ve
kapsamlı bir şekilde hayatın her alanında uygulanmadıkça dünyanın hiçbir
parçasında adalet tesis edilemez. Dolayısıyla mevcut sistem içinde beklentimiz
adalet değil, süregelen haksızlık ve hukuksuzluğun giderilmesidir. Bu da her
nerede olursa olsun, tüm insanların en tabii haklarından biridir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış