Arap Baharı ile başlayan
hareketlilik, Suriye kıyamı ile devam eden belirsizlik ve nihayetinde Ortadoğu’yu
rahat bırakmayan istikrarsızlık hali beşinci yılına girerken Türkiye’nin içine
sokulduğu bu kaotik ortam bize her zaman olduğu gibi acı tecrübeler bıraktı.
ABD’nin Ortadoğu ile ilgili dizayn etmek istediği devletlerin ve yöneticilerin,
oluşan toplumsal baskılar ve kitlesel hareketler nedeniyle belli bir sabiteye
oturamadığını ve planların bu gidişte sürekli değişkenlik arz eden bir proje
haline geleceğini görmekteyiz. Her ne kadar içerisinde ideolojik devletler
barındırmasa da İslâm’ın aktif ve yenilenen ideolojik eğilimleri sayesinde
Ortadoğu toplumlarını kasıp kavurduğunu görmekteyiz. Bu eğilimler fertleri,
kitleleri, toplumları ve sonunda devletleri etkileyen bir süreç olduğundan ne
zaman patlak vereceği kestirilemeyen bir haraketliliğe dönüşmektedir. Bu da Batılı
devletlerin İslâmî beldeler üzerinde sabit ve uzun vadeli siyasi hedeflerinin
tutamayacağını, onları 5-10 yıllık senaryolar çizmeye mecbur bıraktığını
görmekteyiz. Kıyamın ilk safhalarında düşünülen Esed’siz bir Suriye hayali
Batılı devletler için artık hayal etmesi bile korkutucu bir hal aldı. Zira
Batılı kâfirlerin zalim Esed karşısında yönettiği muhalefeti, bazı İslâmî
grupların direnişe sahip çıkmasıyla unutulup gitti. Artık ABD ve aveneleri
Esed’siz bir Suriye’yi tahayyül bile edemiyorlar. İslâmî grupların bu süreçte
aldıkları tavır, attıkları adımlar ve yöneldikleri hedef kapitalist devletlerin
yazdıkları senaryoların ana fikrini oluşturuyor. Çünkü onlar terörle mücadeleyi
İslâm ile mücadele olarak kabul ediyorlar. Yine onlar varlıklarına en büyük
tehdidi işte korktukları bu dinin hayata hâkim olmasıyla gerçekleşeceğini görüyorlar.
Böylesi bir girizgâhtan
sonra diyebiliriz ki, ABD kendisi için tehdit olabilecek ne varsa müttefikleri
için de aynı tehdidi oluşturmak istemektedir. İslâm ile mücadelesinde Avrupalı
devletleri yanına alan ABD, bu mücadelesine İslâmî beldelerdeki uydu devletleri
de katarak yalnız kalmamakta ve dost kazanmaktadır. ABD başkan yardımcısı Joe
Biden Türkiye ve benzeri ülkelerin Ortadoğu’da IŞİD ve diğer radikal gruplara
silah yardımı yaptığını söylemesinin ardından hemen savunmaya geçen Türkiye ve
BAE, terörle mücadeleden taviz vermediklerini ABD ile düşmanlarının ortak
olduğunu söyleyerek özür talep ettiler. Yani “sen bizi yanlış anladın
herhalde, biz İslâm’a düşmanız ve senin yardımcınız lütfen bize İslâmcı muamelesi
yapma, özür dile” dercesine bir basiretsizliğe düştüler ve özür dilendiğinde
de mutlu olup övündüler. Başlarına örülen çorapların farkına varamadılar,
farkına varanlar ise aciz kaldılar. Bu ve bunun gibi devletler Amerika’nın
yürüttüğü projelere katkı sağlamak için ikna edilmeyi veya kuvvetli
maslahatların olup olmadığını düşünme ihtiyacı bile hissetmediler. Hatta yaptıkları
işin yegâne doğru bir iş olduğu konusunda şüphe duymadılar.
IŞİD ile ortaya çıkan en
önemli tablo böylesi bir ortamda bölge ülkelerin takınacağı tavır, duracağı yer
ve atacağı adımlar olsa gerektir. Irak için düşünülen bölünme planı, Suriye
için tasarlanan İslâmsız çözüm ve Türkiye için biçilen rol bugünkü şablonu
oluşturmaktadır. Her devletin taşın altına elini sokması istenen bu tabloda
Türkiye’nin üsleri Batılı devletlerin inisiyatifine sunulmuş, sınır kontrolü
yine NATO müttefiki ülkelerin insafına terkedilmiş ve ülke yöneticileri
kendilerine verilecek görevleri beklemektedir. Türkiye’nin içeride çözmek
zorunda olduğu ve zamanın daraldığı bir durumda kalması, atacağı adımlarda
elindeki fırsatları değerlendirme isteği Kobani olayının Türkiye’deki yankısını
doğal olarak arttırmış oldu. IŞİD’in Kobani’yi işgale yeltenmesi ve
saldırılarla bölgenin boşaltılmasına neden olduğu böylesi bir ortamda YPG’nin
müdahalesi, bölgede yaşayan Kürt halkının Türkiye’ye sığınması, PKK’nın IŞİD’e
karşı savaş ilan etmesi en önemlisi de PKK ve IŞİD arasında seçim yapmaya
zorlanan Türkiye’nin ne yapacağı meselesi yazının başlığında da değindiğimiz
gibi kafaları karıştırdı.
Kobani’ye yapılan
saldırıların Türkiye’nin sokaklarını caddelerini neden ve nasıl karıştırdığını,
kitlelerin meydanlara çıkarak birçok bölgeyi olağanüstü hal bölgesi ilan
ettirmesinin ne anlama geldiğini bilmemiz için çözüm sürecinin nasıl bir sürece
girdiğini bilmemiz gerekmektedir. Zira Van, Mardin, Muş, Diyarbakır ve
İstanbul’da birçok bölge savaş alanına döndürülmüş, bankalara saldırılmış, marketler
talan edilmiş, okullar ateşe verilmiş ve 2 polis, 33 vatandaş öldürülmüştü. Tüm
bunlara rağmen güvenlik güçlerinin etkili bir karşı koyuşu ve engelleme
girişimi olmamıştı. Gezi eylemlerinde polisin aldığı önlemlerin ve direnişi
kırma girişimlerinin yarısı kadar bile bir mesai harcamadıklarına şahit olduk.
Bu tablo sanki yapılan eylemlerin hükümet için önemli bir malzeme olacağını bu
yüzden tüm bu olanlara göz yumduğunu düşündürmüştü. Düşünülen oldu ki Başbakan
Davutoğlu akil insanlar toplantısında çözüm sürecini hızlandırmaktan
bahsederken şu ifadeyi kullandı: ‘‘Yapılan eylemler bir kez daha gösterdi ki
Kobani, Suruç’tan ayrı tutulamaz.’’ Akılları karıştıran sorulara böyle kısa yorumlarla düşündürücü
cevaplar vererek sokakları karıştıran grupların psikolojik boyutlarını ve vandalizm
kavramını yeniden ele almamızda fayda vardır diye düşünüyorum. Zira bu vakıanın
siyasi analizini yapmak ve geleceğe dair tahminler yürütmek için Ortadoğu’nun
son halini ve Türkiye’nin bu bölge ile ilgili rolünü bilmek yeterli olacaktır.
Fakat yaşanan sokak savaşlarının mahiyetini bilmek, bu yaşanan kaosu fikrî
olarak çözmek için tarafların içlerinde bulunduğu ruhsal ve düşünsel durumu iyi
irdelemek gerekmektedir.
Eylemlerin başlamasından
beridir TV ekranlarında en çok konuşulan konu kitlelerin nasıl bu şekilde
organize olduğu ve kimler tarafından yönlendirildiği olmuştur. Öncelikle
diyebiliriz ki fertlerin içlerinde sakladıkları sevgi ve nefret mefhumlarına
dair her ne varsa bunu ifade etmenin en kolay yolu kalabalıklar içerisinde
olmaktır. Yine topluma faydalı olan bireyler ile zarar vermek isteyenler de bu
fiillerini en etkili bir şekilde bir grup ve kitle içerisinde yapabilirler.
‘Kitleler Psikolojisi’ kitabında Gustave Le Bon bunu şöyle ifade etmektedir: ‘‘Kitleler,
tamamen yıkıcı olan güçleriyle, zayıf düşmüş vücutların yahut cesetlerin
çürümesini hızlandıran mikroplar gibi etki ederler. Bir uygarlığın yapısı
çürüyünce, kitleler onun yıkılmasını çabuklaştırırlar. İşte bu zamanda onların
rolleri meydana çıkar.’’ Bu
haliyle kitleler rastgele bir araya gelip ortak duyguları yansıtmak için
hareket ederler. Yanı sıra kitleler canice eylemlerde bulunabileceği gibi
faziletli işler için de bir araya gelebilirler. Artık bu noktada fertlerin
kimlikleri, duyguları ve hisleri önem arz etmez. Her fert içerisinde bulunduğu
kitlenin kimliğine bürünür ve o kitlenin felsefesiyle yaşar. Belli bir sabitesi
olmayan kitlelerin fertleri ise kendi başlarına kaldıklarında üyesi oldukları grubun
aleyhinde işler yapabilir, o gruba zıtlık oluşturacak faaliyetlerde
bulunabilir. İşte böylesi bir bağlanmaya “Kitlelerdeki zihniyetin tekleşmesi kanunu” denir. Böylece
bilinçli kişilik ortadan silinir, geçici fakat açık özellikler gösteren bir kolektif
bilinç oluşur. Kitlesel hareket etme davranışı bu yönüyle gerçekte otistik
denebilecek kadar asosyal olan birini sosyalleştirebileceği gibi yardımsever
bir kişiyi de acımasız bir yağmacı haline getirebilir. Örneğin ilk kitlesel
hareketlerden biri olan Fransız İhtilali’nde kiliseye aşırı bağlı olan ya da
tersine kiliseden nefret edip de herhangi bir eleştiri getirmekten imtina eden birçok
kişinin topluluklar içerisinde iken kiliseyi yıkma teşebbüsleri olmuş ve bu
kolektif şuur ile korku duvarlarını yıkmışlardır.
Kitleler yanlış veya
zararlı faaliyetlerde bulunduklarında bunun bilincinde hareket ederler ve bu
durumu da inkâr etmezler. Gizledikleri sadece yüzleridir çünkü bu
faaliyetlerinin sonunda tanınmak ve toplumdan tecrit edilmek istemezler. Zarar
verseler de toplumun kalabalığı kitlenin kalabalığından üstün gelir ve bir gün
zarara uğrattıkları toplum ile baş başa kalacaklarını bilirler. Ama tüm bunlar
psikososyal bir gerileme olan zarar verme, bozma, kırıp-dökme gibi
davranışlarla rahatlama alışkanlıklarından vazgeçecekleri anlamına gelmez.
Bilakis onlar kendilerine telkin edilen o kutsal hedefe(!) inandırılırlar.
Bunun için muhakkak ütopik bir fikre ihtiyaçları vardır. Bu fikrin az da olsa
heyecanı ve duygusu olmalıdır. Onun dışında fikrin içeriğine, delillerine ve
gerçekliğine bakılmaz. Bu şekilde kazandırılan hastalıklı ruh hallerinden biri
de Vandalizm’dir. Örneğine sıkça rastladığımız bankaların camlarını kırma,
bankamatiklere zarar verme, otobüs duraklarını taşlama, marketleri talan etme
ve okulları ateşe verme gibi olaylar bundandır. Bu şekilde amaçsızca zarar
verme eylemine “Vandalizm”, zarar veren kişi ya da gruplara da “Vandal” denir.
PKK sempatizanlarının yaptıkları bu gibi davranışların siyaseten kendi ayağına
kurşun sıkmak ile aynı anlama geldiği geç de olsa anlaşılmıştır. Eşitlik,
özgürlük ve kardeşlik sloganlarıyla öne çıkan kitlelerin tüm bu taleplerini
kendilerinin yok saydığı böylesi ameller HDP ve PKK örgütlerinin prestijini
daha da bozmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Artık ütopik bir fikir haline
gelen sosyalizm ya da Marksizm gibi düşüncelerin bir araya getirdiği bu tip
grup ve örgütlerin oluşturacağı akım ve sürükleyeceği toplumsal yapı konusunda
oldukça derin ve dakik araştırma yapmaları elzemdir. Zira Türkiye’de yapılan
böylesi eylemlerin toplumun milliyetçi ve vatancı duygularını harekete
geçirmekten başka bir mana ifade etmeyeceği ortadadır. Bu ise eylemleri
tertipleyenlerin fikirlerine ters olmakla birlikte bu eylemleri engellemeye
yöneliktir. İşte böylece bütün bu hengâmenin kısa süreli ve etkisiz olması
gayet doğal olmaktadır. Hâlbuki kitlesel hareketler atacakları her adımda
toplumun duygularını, nizamın siyasi yapısını takip etmeli ve gereğince
davranmalıdırlar. Aksi halde büyük kalabalıkların etki alanları küçük ve sınırlı
olur.
Kobani eylemleri ile bir
kez daha göstermiştir ki, siyasi iktidarlara göre muhalif gruplar her ne kadar
devlet malına ve toplumun maslahatlarına zarar veren eylemlerde bulunsalar da
kendi ekmeklerine yağ sürdükçe serbest bırakılmalı hatta desteklenmelidir. Ama
diğer taraftan fikrî ve siyasi çalışma yapan kitleler ise hiç bir zarar
vermemesine rağmen engellenmeli yahut sindirilme yoluna gidilmelidir. Sonuç
olarak iktidarın olduğu her yerde direniş, direnişin olduğu her yerde de
iktidar var olma mücadelesini sürdürecektir.
Dediğimiz gibi Kobani
sokakları da karıştırdı, kafaları da. Ama birçok düşüncenin de zihinlerimizde
netleşmesini ve vuzuha kavuşmasını sağladı. Zira IŞİD’in Musul işgali ile dünya
gündemlerini sarstığı andan beridir, nasıl türediği ve kimler için savaştığı
sorularına bir cevap daha bulundu belki de. Mesela kimilerine göre ABD Ortadoğu
projelerine yeni bir ivme kazandırdı, kimilerine göre Türkiye çözüm sürecine
yeni argümanlar kattı. Abdullah Öcalan’ın hapis şartlarının iyileştirilmesi,
otuz yıldır savaştığı PKK’nın bir uzantısı olan PYD’ye siyaseten destek olması,
silahlarını IŞİD’e yöneltmesi gibi birçok hadise AKP hükümetinin bu konuda
aslında köşeye sıkıştığını gösteriyor. Zira hükümet geçmişte başkanları Salih
Müslim’i konuk etmelerine rağmen PYD’yi de IŞİD gibi terör örgütü gözüyle
değerlendiriyor. Ama aynı zamanda ABD’nin ısrarıyla peşmergelere yardım ediyor.
Aynı zamanda Fethullah Gülen ölen peşmergeleri şehit ilan ediyor ve onlara dua
ediyor, duyguları değişen halkın tüm bunlara karşı geçmişte gösterdiği
hassasiyetleri azalıyor ve kayıtsızlık artarak devam ediyor.
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ‘‘Müminin ferasetinden korkun, zira o
baktığında Allah’ın nuruyla bakar’’ buyurmaktadır. İşte müminler Batılı
devletlerin kendileri için hiç bir hayrı murad etmeyeceklerini bilerek olayları
yorumlamalıdırlar. ABD’nin Kobani için yapacağı yardımların kimseye fayda
sağlamayacağı açıktır. Zira yapacağı her yardımın karşılığını fazlasıyla
çıkaracak ve planlarını hiç aksatmadan uygulayacaktır. “Kobani düşecek” diye
tedirgin olan Müslümanların şunu açıkça bilmesi gerekmektedir ki, Müslümanların
her karış toprağı zaten düşmüş, ayaklar altına alınmıştır. Servetleri peşkeş
çekilmiş, bölgeleri paylaşılmış ve canlarına kastedilmiştir. Bugün Kobani için
yeri göğü inleten zevatlar Irak ve Suriye’de öldürülen yüzbinlerce Müslüman
kardeşi için parmağını oynatmamıştır. Toprakların kıymeti Müslüman kanından
daha mı fazla? Daha mı önemsiz öldürülen izzetli Müslümanlar? Çok güvendikleri
yöneticileri Suriye’de hunharca katledilen Müslümanlar için kınama ile
yetinirken, Amerika’nın rızasını kazanmak adına düşmanlarına silah
gönderebiliyorlar. Hem de aynı silahların kendilerine doğrultacağını bile bile.
Zira onlar uluslararası kurumların işlerliğini sağlamak için canhıraş
çalışırlar. Onlar BM, NATO gibi samimiyetten yoksun, gayri İslâmî kurumlarda
görev almak için birbiriyle yarışırlar. Onların sadakati büyük devletlerin
huzuru içindir ve onlar asla Rabb’lerinden aldıkları öğütleri kâfirlerden
aldıkları nasihatler kadar ciddiye almazlar.
Kafalar gerçekten
karışıyor, karışmalı da. Zira düşünen bireylerin kafası karışır, düşünen toplumların,
zihinleri bulanır. Zihinler harekete geçtikçe doğrulara ulaşılır ve hakikat;
kişileri, toplumları kalkındıran mihenk taşı olur. Kalkınan toplumlar zafere
ulaşır ve mutlu olur. Dün Suriye, Irak bugün Kobani yarın bambaşka bir
yer...
‘‘Musa dedi ki; Eğer aklınızı
kullanabiliyorsanız, O doğunun da batının da ve bunlar arasında olan her şeyin
Rabbi’dir.’’ (Şuara 28)
‘‘Ve derler ki: Eğer dinlemiş
olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında
olmayacaktık.’’
(Mülk 10)
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış