DEPREMLE BİRLİKTE YÜKSELİŞE GEÇEN IRKÇI SALDIRILAR

Muhammed Emin Yıldırım

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir!”

Çoğu zaman unuttuğumuz bu hakikati, deprem afeti yaşandığında tekrar hatırladık. Doğusundan batısına kadar bu topraklarda yaşayan Müslümanlar o sabah kalbinde derin bir acıyla uyandı. Kahramanmaraş merkezli o şiddetli depremi gördüğünde yürekler acıyla sızladı. Hemen hemen herkes “ne yapabilirim, nasıl yardım edebilirim?” derdine düştü. Hiçbir davet olmaksızın herkes kendisini yardım için seferber etti.

Aynı duyarlılık, bitmeyen sarsıntılarla mücadele eden deprem bölgesindeki Müslümanlar için de geçerliydi. Herkes birilerine el uzattı! Hiç tanımadığı insanları enkaz altından çıkartmak için canını tehlikeye attı. Can pazarında kimliklerine bakılmadan canlar kurtarıldı.

    Deprem bölgesinde o anları yaşayanlar için etnik kimliğin ne önemi vardı ki? Kendine el uzatanın kimliğinin ya da kendisinin el uzattığı kişinin kimliğinin hiçbir önemi yoktu. Her fırsatta göndermeye çalışılan, aşağılanan, hakarete maruz kalan bir Suriyeli genç, kendisine bu insanlık dışı muameleyi helal görenlere inat enkazdan Türkleri çıkarttı. Kürtler, Türkleri, Türkler Kürtleri…

Irkçılığın ne kadar insanlık dışı bir şey olduğunu derinden hissedenler sanırım deprem bölgesinde yaşayanlar olmuştur. Biraz geriye gidelim ve deprem yaşanmadan önceki Türkiye’deki siyasi ve toplumsal atmosferi hatırlayalım.

Zafer Partisi Başkanı Ümit Özdağ, İYİ Parti’den gönderildikten sonra gündem olabilmek ve gündemde kalabilmek için Suriyelileri, Afganlıları hedef aldı. Onları günah keçisi ilan etti. Yaşanan tüm kötülükleri onlara havale etti. Neredeyse işlenen tüm suçları, ahlaksızlıkları Suriyelilere bağladı. Münferit olayları genelleştirdi. O kadar ileri gitti ki; depremden sonra yurtlara yerleştirilen Suriyelilerin kız öğrencilere tecavüz ettiğini bile söylemekten utanmadı. Suriyelilerin marketleri, evleri yağmaladığı yalanını her yere yaydı. Kimse çıkıp da “Dur bakalım sen ne yapıyorsun?” demedi. Sadece izledi. Suriyeli Müslümanların, Afganlı Müslümanların şeytanlaştırılmasına göz yumdu.

İşte böyle bir atmosferde deprem oldu. Bu baskının insan üzerindeki etkisini görmek için deprem esnasında yaşanmış birkaç örnek vermek istiyorum.

Teslime, Suriyeli bir ailenin 13 yaşındaki kızıydı. Depremde oturdukları ev başlarına yıkışmış ve ailesiyle birlikte enkaz altında kalmışlardı. 1 yaşındaki kardeşi hemen orada gözlerinin önünde can vermişti. Anne-babası ise yaşıyordu. Anne-babanın tesellisiyle uzunca bir bekleyiş devam etti. En nihayetinde arama-kurtarma görevlilerin seslerini duydu ve Türkçe “Buradayım” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. Gerisini arama-kurtarma görevlisi anlatsın: “Teslime’yi çıkardık. Annesinin, babasının yan odada olduğunu ve yaşadıklarını söyledi. Defalarca sesli dinleme yaptık. Fakat ses yoktu. Kız, çok ısrar etti. Hatta bir ara olayın şokuyla halüsinasyon gördüğünü düşündük. Ancak enkaza girmeye de devam ettik. Sonra Teslime’nin annesine ve babasına ulaştık, onları da çıkardık. Çok iyi durumdaydılar. Bilinç açık, yaralanma yoktu. Neden ses çıkarmadıkları sorduk. Çok saçma bir şekilde Türkçe bilmediklerini söylediler. Ama Arapça tercüman vasıtasıyla olayın aslını öğrendik. Anne ve babası Türkçe bilmediğinden, Arapça cevap verirlerse onların Suriyeli olduğunu anlayacağımızı ve onları çıkarmayacağımızı, bırakıp gideceğimizi düşünmüşler.”

 Başka bir yaşanmışlığı daha aktaralım. Suriyeli Ömer Hassun, depremde evi yıkılan Müslüman kardeşlerimizden biriydi. Enkaz altında kalan 14 ve 17 yaşındaki çocuklarını kurtarmak için çalışırken onu yağmacı sandılar. Hiç sorgulamadan linç girişimi başladı; gelen vurdu, giden vurdu. Öldüresiye dövülen Ömer Hassun’un imdadına bir komşusu yetişti. Onun bu binada oturduğunu yağmacı olmadığını içeride ailesinin kaldığını söyledi. Ömer canını zor kurtardı. Yağmacı olmadığını anlatamadı, anlatsa bile kendisinin doğru söylediğine inandıramadı.

SubhanAllah! Mazlumların intikamını geciktirmeden alan Allah’ım! Bu insan taklidi yapanlar bir avuç grup yüzünden, içimizdeki beyinsizlerin işlediği zulümler sebebiyle bizi de helak etme!

Bu iki olay ırkçılığın ne kadar iğrenç bir tutum olduğunu göstermesi açısından yeterlidir elbet ama sadece bu iki olay yaşanmadı. Irkçı Ümit Özdağ ve destekçilerinin provokasyon amacıyla yaydıkları “Suriyeliler Fenerbahçe tırını yağmaladı” haberi, Fenerbahçe Spor Kulübü yöneticisi tarafından yalanlandı. Özdağ, Suriyeli bir kişinin itfaiye personelinin telefonunu çaldığını iddia etti. İtfaiye personeline ait herhangi bir çalınan telefon olmadığı belirtilirken Suriyeli olduğu iddia edilen şahsın Türk vatandaşı ve deprem gönüllüsü olduğu ortaya çıktı. Ümit Özdağ’ın “Suriyeliler Samandağ’da yağma yapıyor” iddiasını, Samandağ Zafer Partisi İlçe Başkanı Suphi Yıldız yalanladı. Yıldız, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “Çok fazla bilgi karmaşası oluyor. Samandağ’da Suriyeliler ellerinde bıçakla yağmalama yapmıyor arkadaşlar” ifadelerini kullandı.

Esen ırkçılık rüzgârının etkileri, deprem yardımlarında da kendisini göstermiştir. Türkiye vatandaşları yurtlara, otellere, devlet konuk evlerine vb. yerleştirilirken Suriyeliler bu imkândan mahrum bırakılmış, gittikleri ilin şehir merkezine girişleri engellenmiş, otobüs terminalinde yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Bursa ve Konya’da yaşanan insanlık dışı dram ayıp olarak herkese yeter.

Peki, nasıl oldu? Irkçılık nasıl bu seviyeye ulaştı?

Osmanlı Hilâfeti döneminde ırkçılık diye bir şey yoktu. Ümmet bilinci İslâm coğrafyasında hâkimdi. Farklı dillerde ve farklı renklerdeki milyonlarca Müslüman için ana kriter “takva” idi. Zira Allah ve Rasulü ırkçılığı kötülemiş ve hastalık olarak nitelemişti.

Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

[يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ] “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[1]

Allah’ın Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ise şöyle buyurmuştur:

“Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki, Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza takva dışında bir üstünlüğü yoktur...”[2]

İnsanı yoktan var eden Allah Subhanehu ve Teâlâ insanlar arasındaki üstünlüğün sahip olduğu kavimde değil şer’î hükümlere bağlılıkta, Allah’tan hakkıyla korkmakta olduğunu bildirmektedir. Hakikat da öyledir; Allah’tan korkmayan, ahlaksızlıklarla kuşanmış bir Türk’ün, bir Kürt’ün, bir Arap’ın Allah katında bir değeri yoktur. Allah katında değeri olmayana bir değer biçilmesi ise gerçeklikten uzaktır.

Irkçılık belası bize tüm kötülüklerde olduğu gibi Batı’dan gelmiştir. Batı’da yaşanan sosyo-politik değişiklikler ulus devletleri doğurmuş, ulus devletler de toplumu birleştirici olarak ırkçılık fikrini benimsemişlerdir. Kuşkusuz bu zehirli silahın, İslâm ümmetindeki karşılığı ile Batı’daki karşılığı birbirinden çok farklıdır. Batı’da “birleşme” olarak tezahür ederken İslâm coğrafyasında “ayrılık” olarak tezahür etmiştir. Batı’nın, bilhassa İngiltere’nin, siyasal milliyetçiliği, İslâm ümmetini parçalamak ve Hilâfet’i yıkmak için kullandığı bilinen bir gerçektir. Irkçılığın ilk nüveleri konumundaki Jön Türkler ve Jön Arapları fikirsel ve ekonomik açıdan destekleyen Batı’nın ta kendisidir.

Irkçılık, ümmetin önce kalben sonra da fiilen dağılmasını sağlayan etkin bir silah olarak kullanılmıştır. Hilâfet sonrası kurulan devletler, tıpkı Batı’da olduğu gibi ırkçılığı toplumsal birliktelik sağlamak için kullanmaya çalışmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne dek “Ne mutlu Türküm diyene!” sloganıyla hareket etmiş ve başarısızlıkların üstünü örterek halkı Türk olmakla övünür hale getirmiştir. Oysa Türk olmanın övünülecek hiçbir yanı yoktur. Şayet bir kişi kavminden dolayı övünecekse Arap olmakla övünebilir zira son Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem Arap’tı. Ancak bu övünmenin dahi şer’î anlamda bir karşılığı yoktur. Zira bizzat Allah’ın Rasulü, Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü olmadığını bildirmiştir.

Cumhuriyetle birlikte yoğunlaşan kavmiyetçilik zamanla yerleşik hale gelmiş ve siyasetçilerin oy almak için kullandığı bir argüman olmuştur. İslâm’dan vazgeçemeyen halk kavmiyetçilik fikirleri etkisinde kalmış ve “milliyetçi muhafazakâr” denilen garip bir kesim ortaya çıkmıştır. Muhafazakârlık, “İslâmi fikir ve duygulara sahip olmak” anlamında kullanılıyorsa bir kişinin hem İslâm’a bağlı olması hem de İslâm’ın haram kıldığı kavmiyetçiliği benimsemesi gerçekten garipsenecek bir durumdur.

Türkiye siyasetinde, milliyetçi/kavmiyetçi partiler her daim varlığını korumuştur. Aslında her siyasi partinin mutlak surette bir kavmiyetçi damarı vardır. Cumhuriyet tarihinden günümüze kadar siyasi partilerin söylem ve eylemlerine bakmak bu gerçeği görmek için yeterlidir. Bu damar, belirli durumlarda ortaya çıkıp kendisini göstermektedir. Gelinen noktada ekonomik krizleri, geçim sıkıntısını, işsizliği Suriyelilere, Afganlılara bağlayan kuvvetli bir damar vardır. Bu damarı ırkçılarla birlikte jakoben laik kesim de beslemektedir. Zira Müslüman Suriyelilerin laik kesim nezdinde hiçbir değeri yoktur. İktidar ise oy derdine düşmüş ve Suriyelilere yönelik artan tepkilerden politika olarak etkilenmiştir. Daha düne kadar katil, “cani” dediği Esed ile masaya oturmaya hazırlanması, Suriyelileri ülkelerine geri gönderme çalışmaları bu etkinin göstergesidir. Artık açıkça ortaya çıkmıştır ki mesele Ensar olmak değil sadece oy toplama meselesidir.

Şöyle bitirelim; kişinin kavmini sevmesi insani bir durumdur. Bu sevginin normal olduğunu şu hadis-i şeriften net bir şekilde anlayabiliriz:

Vasile b. El-Eska’ anlatıyor: “Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’a ‘kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?’ diye sordum. ‘Hayır, asabiyet (ırkçılık), kişinin kavminin yaptığı zulmüne yardımcı olmasıdır.’ diye buyurdu.” [3]

       Öyleyse mesele, insani bir durum olan kişinin kavmine karşı sevgi beslemesinden öte bir şeydir. Esasında İslâm’ın haram kıldığı kavmiyetçilik, takvanın önüne geçen kavmiyetçiliktir. Allah, üstünlüğün ancak takvada olduğunu söylerken bu sınırı kabul etmeyerek üstünlüğün kavmiyette olduğunu söylemek, takvanın önüne geçen kavmiyetçiliktir ki biz buna “siyasal kavmiyetçilik” diyoruz. Zira bu tür bir kavmiyetçilik insanın doğal hâlinden bir parça değildir. Bu tür bir kavmiyetçilik, siyasi adımlar ile oluşturulmuş bir kavmiyetçiliktir.

Bu siyasal kavmiyetçilik Suriye ve Türkiye halkını bir bütünde ise İslam ümmetini ayrıştıran kavmiyetçiliktir. Müslümanların tek bir devlet çatısı altında birleşmesini engelleyen kavmiyetçiliktir. Orduların, servetlerin, insan gücünün tek bir devlette, tek yumruk, tek hedef olarak hareket etmesini engelleyen kavmiyetçiliktir.

Bizleri kardeş kılan Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya boyun eğerek, teslim olarak kavamiyetçilik hastalığı terk edilmelidir. İslâm kardeşliği yeniden her alanda tesis edilmeli ve İslâm ümmeti yeniden Hilafet çatısı altında birleşmelidir. İşte o zaman tüm zorluklara karşı göğüs gerilecek ve eski ihtişamlı günlere yeniden dönülecektir.

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَانًاۚ وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ “Hep birlikte Allah'ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.”[4]



[1] Hucurat Suresi 13

[2] İbn Hanbel, 5/411

[3] Ahmed b. Hanbel, 4/107

[4] Âl-i İmrân Suresi 103


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz