“Müslüman, Müslümanın kardeşidir!”
Çoğu zaman unuttuğumuz bu hakikati, deprem afeti yaşandığında tekrar hatırladık.
Doğusundan batısına kadar bu topraklarda yaşayan Müslümanlar o sabah kalbinde
derin bir acıyla uyandı. Kahramanmaraş merkezli o şiddetli depremi gördüğünde
yürekler acıyla sızladı. Hemen hemen herkes “ne yapabilirim, nasıl yardım
edebilirim?” derdine düştü. Hiçbir davet olmaksızın herkes kendisini yardım
için seferber etti.
Aynı duyarlılık, bitmeyen sarsıntılarla mücadele eden deprem bölgesindeki
Müslümanlar için de geçerliydi. Herkes birilerine el uzattı! Hiç tanımadığı
insanları enkaz altından çıkartmak için canını tehlikeye attı. Can pazarında
kimliklerine bakılmadan canlar kurtarıldı.
Deprem bölgesinde o anları yaşayanlar için
etnik kimliğin ne önemi vardı ki? Kendine el uzatanın kimliğinin ya da
kendisinin el uzattığı kişinin kimliğinin hiçbir önemi yoktu. Her fırsatta
göndermeye çalışılan, aşağılanan, hakarete maruz kalan bir Suriyeli genç,
kendisine bu insanlık dışı muameleyi helal görenlere inat enkazdan Türkleri
çıkarttı. Kürtler, Türkleri, Türkler Kürtleri…
Irkçılığın ne kadar insanlık dışı bir şey olduğunu derinden hissedenler
sanırım deprem bölgesinde yaşayanlar olmuştur. Biraz geriye gidelim ve deprem
yaşanmadan önceki Türkiye’deki siyasi ve toplumsal atmosferi hatırlayalım.
Zafer Partisi Başkanı Ümit Özdağ, İYİ Parti’den gönderildikten sonra gündem
olabilmek ve gündemde kalabilmek için Suriyelileri, Afganlıları hedef aldı.
Onları günah keçisi ilan etti. Yaşanan tüm kötülükleri onlara havale etti.
Neredeyse işlenen tüm suçları, ahlaksızlıkları Suriyelilere bağladı. Münferit
olayları genelleştirdi. O kadar ileri gitti ki; depremden sonra yurtlara
yerleştirilen Suriyelilerin kız öğrencilere tecavüz ettiğini bile söylemekten
utanmadı. Suriyelilerin marketleri, evleri yağmaladığı yalanını her yere yaydı.
Kimse çıkıp da “Dur bakalım sen ne yapıyorsun?” demedi. Sadece izledi.
Suriyeli Müslümanların, Afganlı Müslümanların şeytanlaştırılmasına göz yumdu.
İşte böyle bir atmosferde deprem oldu. Bu baskının insan üzerindeki
etkisini görmek için deprem esnasında yaşanmış birkaç örnek vermek istiyorum.
Teslime, Suriyeli bir ailenin 13 yaşındaki kızıydı. Depremde oturdukları ev
başlarına yıkışmış ve ailesiyle birlikte enkaz altında kalmışlardı. 1 yaşındaki
kardeşi hemen orada gözlerinin önünde can vermişti. Anne-babası ise yaşıyordu.
Anne-babanın tesellisiyle uzunca bir bekleyiş devam etti. En nihayetinde arama-kurtarma
görevlilerin seslerini duydu ve Türkçe “Buradayım” diye bağırdı avazı
çıktığı kadar. Gerisini arama-kurtarma görevlisi anlatsın: “Teslime’yi
çıkardık. Annesinin, babasının yan odada olduğunu ve yaşadıklarını söyledi.
Defalarca sesli dinleme yaptık. Fakat ses yoktu. Kız, çok ısrar etti. Hatta bir
ara olayın şokuyla halüsinasyon gördüğünü düşündük. Ancak enkaza girmeye de
devam ettik. Sonra Teslime’nin annesine ve babasına ulaştık, onları da
çıkardık. Çok iyi durumdaydılar. Bilinç açık, yaralanma yoktu. Neden ses
çıkarmadıkları sorduk. Çok saçma bir şekilde Türkçe bilmediklerini söylediler.
Ama Arapça tercüman vasıtasıyla olayın aslını öğrendik. Anne ve babası Türkçe
bilmediğinden, Arapça cevap verirlerse onların Suriyeli olduğunu anlayacağımızı
ve onları çıkarmayacağımızı, bırakıp gideceğimizi düşünmüşler.”
Başka bir yaşanmışlığı daha
aktaralım. Suriyeli Ömer Hassun, depremde evi yıkılan Müslüman kardeşlerimizden
biriydi. Enkaz altında kalan 14 ve 17 yaşındaki çocuklarını kurtarmak için
çalışırken onu yağmacı sandılar. Hiç sorgulamadan linç girişimi başladı; gelen
vurdu, giden vurdu. Öldüresiye dövülen Ömer Hassun’un imdadına bir komşusu
yetişti. Onun bu binada oturduğunu yağmacı olmadığını içeride ailesinin
kaldığını söyledi. Ömer canını zor kurtardı. Yağmacı olmadığını anlatamadı,
anlatsa bile kendisinin doğru söylediğine inandıramadı.
SubhanAllah! Mazlumların intikamını geciktirmeden alan Allah’ım! Bu insan
taklidi yapanlar bir avuç grup yüzünden, içimizdeki beyinsizlerin işlediği
zulümler sebebiyle bizi de helak etme!
Bu iki olay ırkçılığın ne kadar iğrenç bir tutum olduğunu göstermesi
açısından yeterlidir elbet ama sadece bu iki olay yaşanmadı. Irkçı Ümit Özdağ
ve destekçilerinin provokasyon amacıyla yaydıkları “Suriyeliler Fenerbahçe
tırını yağmaladı” haberi, Fenerbahçe Spor Kulübü yöneticisi tarafından
yalanlandı. Özdağ, Suriyeli bir kişinin itfaiye personelinin telefonunu
çaldığını iddia etti. İtfaiye personeline ait herhangi bir çalınan telefon
olmadığı belirtilirken Suriyeli olduğu iddia edilen şahsın Türk vatandaşı ve
deprem gönüllüsü olduğu ortaya çıktı. Ümit Özdağ’ın “Suriyeliler Samandağ’da
yağma yapıyor” iddiasını, Samandağ Zafer Partisi İlçe Başkanı Suphi Yıldız
yalanladı. Yıldız, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “Çok fazla
bilgi karmaşası oluyor. Samandağ’da Suriyeliler ellerinde bıçakla yağmalama
yapmıyor arkadaşlar” ifadelerini kullandı.
Esen ırkçılık rüzgârının etkileri, deprem yardımlarında da kendisini
göstermiştir. Türkiye vatandaşları yurtlara, otellere, devlet konuk evlerine vb.
yerleştirilirken Suriyeliler bu imkândan mahrum bırakılmış, gittikleri ilin
şehir merkezine girişleri engellenmiş, otobüs terminalinde yaşamak zorunda bırakılmışlardır.
Bursa ve Konya’da yaşanan insanlık dışı dram ayıp olarak herkese yeter.
Peki, nasıl oldu? Irkçılık nasıl bu seviyeye ulaştı?
Osmanlı Hilâfeti döneminde ırkçılık diye bir şey yoktu. Ümmet bilinci İslâm
coğrafyasında hâkimdi. Farklı dillerde ve farklı renklerdeki milyonlarca
Müslüman için ana kriter “takva” idi. Zira Allah ve Rasulü ırkçılığı kötülemiş
ve hastalık olarak nitelemişti.
Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:
[يَٓا اَيُّهَا
النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا
وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ
اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ] “Ey insanlar! Doğrusu biz
sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi
kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız,
O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[1]
Allah’ın Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ise şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki, Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap’ın
Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza takva
dışında bir üstünlüğü yoktur...”[2]
İnsanı yoktan var eden Allah Subhanehu ve Teâlâ insanlar arasındaki
üstünlüğün sahip olduğu kavimde değil şer’î hükümlere bağlılıkta, Allah’tan
hakkıyla korkmakta olduğunu bildirmektedir. Hakikat da öyledir; Allah’tan
korkmayan, ahlaksızlıklarla kuşanmış bir Türk’ün, bir Kürt’ün, bir Arap’ın Allah
katında bir değeri yoktur. Allah katında değeri olmayana bir değer biçilmesi
ise gerçeklikten uzaktır.
Irkçılık belası bize tüm kötülüklerde olduğu gibi Batı’dan gelmiştir. Batı’da
yaşanan sosyo-politik değişiklikler ulus devletleri doğurmuş, ulus devletler de
toplumu birleştirici olarak ırkçılık fikrini benimsemişlerdir. Kuşkusuz bu
zehirli silahın, İslâm ümmetindeki karşılığı ile Batı’daki karşılığı
birbirinden çok farklıdır. Batı’da “birleşme” olarak tezahür ederken İslâm
coğrafyasında “ayrılık” olarak tezahür etmiştir. Batı’nın, bilhassa İngiltere’nin,
siyasal milliyetçiliği, İslâm ümmetini parçalamak ve Hilâfet’i yıkmak için
kullandığı bilinen bir gerçektir. Irkçılığın ilk nüveleri konumundaki Jön
Türkler ve Jön Arapları fikirsel ve ekonomik açıdan destekleyen Batı’nın ta
kendisidir.
Irkçılık, ümmetin önce kalben sonra da fiilen dağılmasını sağlayan etkin
bir silah olarak kullanılmıştır. Hilâfet sonrası kurulan devletler, tıpkı Batı’da
olduğu gibi ırkçılığı toplumsal birliktelik sağlamak için kullanmaya çalışmışlardır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne dek “Ne mutlu Türküm diyene!” sloganıyla
hareket etmiş ve başarısızlıkların üstünü örterek halkı Türk olmakla övünür
hale getirmiştir. Oysa
Türk olmanın övünülecek hiçbir yanı yoktur. Şayet bir kişi kavminden dolayı
övünecekse Arap olmakla övünebilir zira son Peygamber SallAllahu Aleyhi ve
Sellem Arap’tı. Ancak bu övünmenin dahi şer’î anlamda bir karşılığı
yoktur. Zira bizzat Allah’ın Rasulü, Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü olmadığını
bildirmiştir.
Cumhuriyetle birlikte yoğunlaşan kavmiyetçilik zamanla yerleşik hale gelmiş
ve siyasetçilerin oy almak için kullandığı bir argüman olmuştur. İslâm’dan
vazgeçemeyen halk kavmiyetçilik fikirleri etkisinde kalmış ve “milliyetçi muhafazakâr”
denilen garip bir kesim ortaya çıkmıştır. Muhafazakârlık, “İslâmi fikir ve
duygulara sahip olmak” anlamında kullanılıyorsa bir kişinin hem İslâm’a bağlı
olması hem de İslâm’ın haram kıldığı kavmiyetçiliği benimsemesi gerçekten
garipsenecek bir durumdur.
Türkiye siyasetinde, milliyetçi/kavmiyetçi partiler her daim varlığını
korumuştur. Aslında her siyasi partinin mutlak surette bir kavmiyetçi damarı
vardır. Cumhuriyet tarihinden günümüze kadar siyasi partilerin söylem ve eylemlerine
bakmak bu gerçeği görmek için yeterlidir. Bu damar, belirli durumlarda ortaya
çıkıp kendisini göstermektedir. Gelinen noktada ekonomik krizleri, geçim
sıkıntısını, işsizliği Suriyelilere, Afganlılara bağlayan kuvvetli bir damar
vardır. Bu damarı ırkçılarla birlikte jakoben laik kesim de beslemektedir. Zira
Müslüman Suriyelilerin laik kesim nezdinde hiçbir değeri yoktur. İktidar ise oy
derdine düşmüş ve Suriyelilere yönelik artan tepkilerden politika olarak
etkilenmiştir. Daha düne kadar katil, “cani” dediği Esed ile masaya
oturmaya hazırlanması, Suriyelileri ülkelerine geri gönderme çalışmaları bu
etkinin göstergesidir. Artık açıkça ortaya çıkmıştır ki mesele Ensar olmak değil
sadece oy toplama meselesidir.
Şöyle bitirelim; kişinin kavmini sevmesi insani bir durumdur. Bu sevginin
normal olduğunu şu hadis-i şeriften net bir şekilde anlayabiliriz:
Vasile b. El-Eska’ anlatıyor: “Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’a
‘kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?’ diye sordum. ‘Hayır,
asabiyet (ırkçılık), kişinin kavminin yaptığı zulmüne yardımcı olmasıdır.’ diye
buyurdu.” [3]
Öyleyse mesele, insani bir durum olan
kişinin kavmine karşı sevgi beslemesinden öte bir şeydir. Esasında İslâm’ın
haram kıldığı kavmiyetçilik, takvanın önüne geçen kavmiyetçiliktir. Allah,
üstünlüğün ancak takvada olduğunu söylerken bu sınırı kabul etmeyerek
üstünlüğün kavmiyette olduğunu söylemek, takvanın önüne geçen kavmiyetçiliktir
ki biz buna “siyasal kavmiyetçilik” diyoruz. Zira bu tür bir kavmiyetçilik
insanın doğal hâlinden bir parça değildir. Bu tür bir kavmiyetçilik, siyasi
adımlar ile oluşturulmuş bir kavmiyetçiliktir.
Bu siyasal kavmiyetçilik Suriye ve Türkiye halkını bir bütünde ise İslam
ümmetini ayrıştıran kavmiyetçiliktir. Müslümanların tek bir devlet çatısı
altında birleşmesini engelleyen kavmiyetçiliktir. Orduların, servetlerin, insan
gücünün tek bir devlette, tek yumruk, tek hedef olarak hareket etmesini
engelleyen kavmiyetçiliktir.
Bizleri kardeş kılan Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya boyun eğerek,
teslim olarak kavamiyetçilik hastalığı terk edilmelidir. İslâm kardeşliği
yeniden her alanda tesis edilmeli ve İslâm ümmeti yeniden Hilafet çatısı
altında birleşmelidir. İşte o zaman tüm zorluklara karşı göğüs gerilecek ve
eski ihtişamlı günlere yeniden dönülecektir.
وَاعْتَصِمُوا
بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ
اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ
بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَانًاۚ وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ
فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ
تَهْتَدُونَ “Hep birlikte Allah'ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp
ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize
düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti
sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken
oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık
bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.”[4]
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış