Hicret Kaçış Değil, Hareket Metodudur!

Muhammed Emin Yıldırım

Müslümanların İslâmi düşünme metodunu kaybettikleri ve İslâmi düşünce konusunda zafiyet gösterdikleri üzücü bir hakikattir. Şüphesiz gayri İslâmi düşünme tarzı, amel etmekten ziyade öğrenme ve öğretme temelinde yapılan okuma ve araştırmalar, bazı konularda anlam kaybını da beraberinde getirmiştir. Pek tabii ki bu anlam kaybından ilk önce kavramlar nasibini almıştır. Olayların ele alınış biçimine bakıldığında, Müslümanların bugün ciddi bir kavram kargaşası yaşadığını fark etmek zor olmayacaktır. Evet, Müslümanlar olarak kavram kılavuzumuz ne yazık ki tahrif olmuştur. Bu tahrifat yüzünden birçok mesele anlamından ve vakıasından saptırılarak, çözüm bekleyen birçok sorun kısır döngü süreçlerine mahkûm edilmiştir.

Dolayısıyla kavramları yerli yerinde kullanmak fikrî yükselişin, doğru kalkınma mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Zira kavramlar anlaşabilmenin dilidir. Allah Azze ve Celle anlam tahribatına dikkat çektiği bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:

[يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ] “Kelimeleri yerlerinden kaydırıp tahrif ederek onları anlamlarından uzaklaştırırlar.”[1]

Makalemizin konusu olan tahrif edilmiş kavramlardan biri de “Hicret” kavramıdır. Özellikle hicri yılbaşının sene-i devriyelerinde hicret konusu epeyce konuşulmakta muhtelif programlarda anlatılmakta ve de yazılmaktadır.

Bu minvalde Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’ye hicret nedenini “zulümlerden kaçış” olarak lanse edenler olduğu gibi, “daha müreffeh bir hayat tercihi” olarak lanse edenler de olmuştur. Mesela Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2018 yılında yayınladığı bir Cuma hutbesinde hicret konusu şöyle geçmektedir: “Fahr-i kâinat Efendimizin risaletini kabul etmeyen müşrikler, O’na ve müminlere her türlü zulmü, baskı ve işkenceyi reva görmüştü. Artık Mekke’de nefes almalarının imkânsız hâle geldiği bir anda, yüce Allah müminlere dinlerini özgürce yaşayabilecekleri, ibadetlerini kolayca yerine getirebilecekleri huzurlu bir şehre, Medine’ye göç etme izni verdi…”[2]

Hicret kavramı hakkında dile getirilen diğer bazı söylemler şöyledir:

İnsanın kendi hayatında yaptığı iyiliklere doğru hareketlerin bütünü hicrettir.”

“Günümüzde hicret amellerimizden, ibadetlerimizden alıkoyan şeylere karşı olmalıdır. Hicret, ibadetlerimize ve inancımıza müdahale eden onları kısıtlayan meslek ve yerlerden feragat edebilmektir.”

Bu ve benzeri söylemlerin yanı sıra hicret konusunda anlam kıtlığı yaşayanlardan bir kesim ise tehlikeli bir yorumla; “Rasul’ün devlet talebi yoktur. O’nun işi sadece dini tebliğ etmektir.” diyerek Müslümanların ferasetini köreltip hareketlerini sınırlandırmaktadır. Onlar diyorlar ki: “Rasulullah’ın devlet istediği yoktu, devlet için hiçbir gayret göstermedi. O sadece kendine emrolunan dini tebliğ etti ve bu dine tabi olanlar yeterli sayıya ulaşınca devlete olan ihtiyaç ortaya çıktı, bu ihtiyaca binaen de İslâm Devleti inşa edildi. Dolayısıyla bizim İslâm Devleti talebimiz yoktur. Biz ancak Allah’a kul olmaya davet ederiz. Sonra da insanlar ister ise İslâm Devleti zaten kurulur.”

Hatta bu tehlikeli söylem bazı mecralarda o kadar ileriye gitmiştir ki İslâm Devleti fikrini hicretten ayırmak ilahiyat fakültelerinde sınavda başarılı olmanın ölçütü hâline getirilebilmiştir. Yıllar önce girdiğim bir açık öğretim sınavında bu tahripkâr yaklaşıma bizzat şahit oldum. Girdiğim sınavda şöyle bir soru ile karşılaştım:

“Aşağıdakilerden hangisi hicretin sebeplerinden değildir?” Ne yazıktır ki bu sorunun cevabının doğru kabul edilmesi için “İslâm Devleti kurmak” şıkkını işaretlemek zorundasınız. Hicret meselesinin ne kadar cüretkâr bir şekilde tahrip edildiğini ve böylece İslâm Devleti fikrinin hicretten soyutlanarak Müslümanların zihninden nasıl silinmeye çalışıldığını görmek için bu verdiğim örnek yeterli diye düşünüyorum. Ömer RadiyAllahu Anh hicreti, “Hakkın zafere, batılın hezimete uğradığı gün.” olarak tarif ederken; zikredilen kesim, hicreti öncesinden ve sonrasından kopartarak zımnen “zulümden kaçış” olarak nitelemektedir.

Evet, bu ve benzeri iddialar hicreti asıl maksadından saptırmaktadır. Bununla birlikte uzun yıllara dayanan anlam bozukluğunun bir çırpıda değişemeyeceği aşikârdır. Lakin bozuk fikirler sahih fikirlerle, zayıf deliller güçlü delillerle, yüzeysel düşünce derin düşünceyle bertaraf edilmedikçe kalkınmanın gerçekleşmeyeceği; kalkınma gerçekleşmeden de esaretten, zilletten, zulümden kurtulup selamete erişilemeyeceği hakikatine binaen hicret vakıasının derinlemesine incelenip açıklığa kavuşturulması hayati önemdedir.

O zaman öncelikle şu soruları sormak gerekir: Hicret kavramını herkes istediği manada kullanabilir mi? Ya da hicret kişilerce farklı manalarda anlaşılmaya müsait bir kavram mıdır? Veya farklı manalara hamledilmesinin bir mahzuru var mıdır? Bu ve buna benzer sorulara cevap verebilmek ve konunun aydınlığa kavuşması adına hicret kavramının hem lügat hem de ıstılah açısından izahını yapmamız gerekmektedir.

Bilindiği üzere Arapça’da kelimeler ya lügati ya da ıstılahi manalarında kullanılır. “Hicret” kelimesinin lügat anlamı “Bir yeri terk etmek, göç etmek.” şeklindedir. Istılahi anlamı ise; “Küfür ve şirk diyarından İslâm diyarına göç etmektir.” “Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye göç etmesidir.” Hicret’in manası Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Mekke’den Medine’ye olan göçüyle anlam kazandığına göre; Rasulullah’ı hicret yapmaya sevk eden yani ikamet ettiği beldeden diğer bir beldeye göç etmeye iten asıl sebebin üzerinde durmak gerekir. Hicreti anlamak Rasulullah’ın Mekke dönemini iyi etüt etmeyi gerektirir. Ki bu iyi etüt bizi, hicreti doğru anlamaya ve doğru bir şekilde amel etmeye götürecektir.

Şimdi, hicret kavramı hakkında Rasulullah’ın hareket metodunu yüzeysel bir şekilde inceleyerek O’nun İslâm Devleti kurma hedefini anlayamayan veya kasıtlı bir şekilde yok sayan iki temel yaklaşımı ele alalım:

“Hicret zulmün doruk noktaya ulaşmasından ötürü yapılan bir göçtür/ilticadır.” Böyle söylenemez; zira hicretin temelinde yatan sebep zulüm olsaydı, Rasulullah’ın bir başka beldeye hicreti Mekke döneminin 13. senesinde değil bilakis ambargo, boykot, antipropaganda ve de işkencenin zirve yaptığı bir dönemde gerçekleştirirdi. Ama Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yaşadığı onca zulümlere rağmen Mekke’yi terk etmemesi gelişigüzel hareket etmediğini, bilakis belli bir metodu takip ettiğini açıkça göstermektedir.

“Hicret Hz. Muhammed ve Sahabelerinin müreffeh bir yaşam için emin/güvenilir bir beldeye yaptığı göçtür.” Böyle de söylenemez; zira daha müreffeh ve emin bir beldeye göç için yapıldıysa eğer hicret, bu daha Mekke döneminin başında hiç kuşkusuz Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in öncülüğünde Habeşistan’a yapılırdı. Fakat öyle olmadı; her ne kadar Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem zayıf ve arkasını gözetip kollayacak kimsesi olmayan sahabeleri Habeşistan’a gönderdiyse de kendisi Mekke’de kalmış ve İslâm’a davet metodundan taviz vermeden çalışmasına devam etmiştir. Zira Habeşistan’a hicret, Müslümanların maruz kaldıkları baskılardan ve başlarına bir musibetin gelmesinden korkarak gerçekleştirilen ferdî bir çıkış niteliğindeydi. Allah, Habeşistan’a hicreti Mekke’de işkence gören Müslümanlara bir rahatlama ve bir hava değişimi kılmıştı. Nitekim gidenler orada uzun süre kalmadılar. Bilakis daveti yeniden daha canlı ve verimli bir şekilde yüklenmek için kendilerini orada asıl hedefe hazırladılar.

Dolayısıyla hicret, iddia edilenlerin aksine ne zulümden kaçıştır ne müreffeh bir hayat arayışı ne de bir başkası…

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e vahyin gelmesinden, Ebu Bekir RadiyAllahu Anh ile Medine’ye hicret etmesine kadar geçen süredeki adımları izleyen görür ki; Allah Rasulü adımlarını belirli bir hedefe yönelik atmakta ve süreci şekillendirmektedir. Bu uzun soluklu maratonda Allah’ın emri gereği işe yakın akrabalardan başlandı ve küçük halkalar yavaş yavaş büyüdü. Tam on yıl boyunca gerek tek tek gerekse toplu olarak insanlar İslâm’a davet edildi ve kimileri iman ederken kimileri de inkâr etti. Rasulullah öncelikle kendisine iman edenlerden bir kitle oluşturdu. Bu kitle İslâm Devleti’ne giden yoldaki engellere karşı bir direnç merkezi oldu. Zorluklar birliktelikle aşıldı, acılar paylaşıldı.

Nübüvvetin 10. yılına gelindiğinde ise Rasulullah’ın davet metodunda yeni bir sayfa açıldı. O yıla kadar bıkmadan usanmadan Mekkelileri İslâm’a davet eden Allah’ın Rasulü, bu yıldan sonra güç ve kuvvet sahiplerinden nusret talep etme işini de davetten bir parça kıldı.

Nusret talep etme, fertleri İslâm’a davet etmekten farklıdır. Nusret talebi direk yönetime ulaşmada yardım talebidir. Nitekim Allah Rasulü’nün o yıla kadar insanlara davetinde kullandığı ifadeler ile kabilelere nusret talebinde bulunduğunda kullandığı ifadeler farklılık arz etmektedir. Fertlere yaptığı davette Efendimiz şöyle diyordu:

“Ben, sizi, dile kolay gelen, Mîzan’da ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki o da: Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına ve benim de Allah’ın kulu ve Rasulü olduğuma şahadet etmenizdir! Yüce Allah, sizi buna davet etmemi bana emir buyurdu...”[3]

Kabilelere nusret talebi için yaptığı davette ise; “Ey falan oğulları, ben Allah’ın size gönderdiği Rasulü’yüm. Ben yalnız Allah’a ibadet etmenizi ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamanızı emrediyorum. Bana iman etmenizi ve beni tasdik etmenizi, ayrıca Allah’ın beni kendisi için gönderdiği şeyi açıklayıp ortaya koyana kadar bana yardım etmenizi sizden istiyorum.” [4] diyordu.

Bu iki metinde geçen farklılık apaçık bir şekilde ortadadır. Bu farklılık aynı zamanda bize önemli bir mesaj vermektedir ki o da; Allah Rasulü nübüvvetin 10. yılından sonra dinin ikame edilmesi için güç sahiplerinden yardım talep etmiştir. İbni Sa’d’ın Tabakat’ında belirttiğine göre; Beni Amr b. Sa’sa, Muharrib b. Hasfe, Fezara, Ğassan, Mürre, Huneyfe, Süleym, Abes, Beni Nadra, Beni Bükea, Kinde, Kelb, El-Haris b. Ka’b, Uzre, El-Hudareme olmak üzere 15 kabileye nusret için başvurmuştur.

Nusret meselesinin net anlaşılması adına Rasululah’ın kabilelerle gerçekleştirdiği görüşmelerden bazılarını buraya aktarmak istiyorum:

“Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Amr b. Sa’sa oğullarına gelerek onları Allah’a çağırdı kendini onlara takdim etti. Beyhâre b. Firas denilen bir adam ona şöyle dedi: Vallahi şu Kureyş gencine sahip olsam, bütün Araplara hâkim olurum. Ardından Rasulullah’a yönelerek ‘Sana işin için yardım etsek ve Allah da seni muhaliflerine üstün kılsa senden sonra yönetim elimize geçer mi? Ne dersin?’ dedi. Bunun üzerine Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem ‘Mülk Allah’ındır, onu dilediğine verir.’ diyerek karşılık verince, Beyhare ‘Senden sonra yönetim bize geçmeyecekse neden senin için boyunlarımızı Arapların kılıçlarına hedef yapalım. Senin işinden bize ne?’ dedi.”[5]

Bu diyalog çok açık bir şekilde göstermektedir ki yapılan görüşme yönetimle ilgilidir ve Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem İslâm’ı egemen kılmanın, İslâm’ı bir hayat nizamı olarak tatbik etmenin peşindedir. Aynı şeklide Efendimiz, nübüvvetin 10. yılında Sakif kabilesine gitti ve onlara İslâm’ı arz ettikten sonra kendilerinden dinin ikame edilmesi için yardım istedi. Ancak onlar bu davete çok çirkin bir şekilde karşılık verdi; Rasulullah Taif’ten ayakları kanlı bir şekilde ayrıldı. Allah Rasulü bu adımdan derin bir yara almasına rağmen nusret talebinde bulunmaktan vazgeçmedi.

Hicretin İslâm Devleti’ne giden yolda bir hareket metodu olduğunun en bariz delillerinden biri de Şeyban b. Salebe’nin İslâm’a davet edilmesi esnasında yaşanan diyaloglardır. Muteber siyer kitaplarında bu olay şöyle geçiyor:

“Allah Rasulü, yanında Ebu Bekir ve Ali RadiyAllahu Anhum olduğu hâlde hac için gelen kafilelerin konakladığı Mina’ya gitti. Ali RadiyAllahu Anh bu ziyareti Allah’ın Rasulullah’a kabilelere kendisini arz etmesini emretmesi üzerine gerçekleştiğini bildirmektedir. Meclislerden birine uğradılar bu mecliste Şeyban b. Salebe kabilesinin ileri gelenleri vardı. Ebu Bekir meclistekilere selam verdikten sonra kendisine en yakın oturan Mefrûk b. Amr’a askerî güçlerini sordu. Mefrûk 1000’den fazla silahlı askerleri olduğunu ve bu sayının savaş kazanmak için yeterli olduğunu söyledi. Bunun üzerine Ebu Bekir kendilerine sığınanları nasıl koruduklarını sordu. Mefrûk; kendilerine sığınanları tüm güçleriyle koruduklarını söyleyince Ebu Bekir bu defa da düşmanlarıyla nasıl savaştıklarını öğrenmek istedi. Cevaben Mefrûk ‘Biz, düşmanla karşılaştığımızda kızgın olmadıkça, çok sert ve sağlamız. Kızgın iken, düşmanla karşılaşmadıkça da çok sert ve sağlamız. Biz atları evlatlara, silahları da sütlü sağmal develere üstün tutarız. Yardımı da Allah’tan bekleriz! Allah bazen bize, bazen da karşımızdakine yardım eder.’ dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir RadiyAllahu Anh; ‘Eğer size bir zatın Allah’ın Rasulü olarak kendisini arz ve takdim ettiği haberi erişmişse işte O, şu zattır.’ diyerek Rasulullah’ı gösterdi. Mefrûk Rasulullah’a dönerek: ‘Ey Kureyşî kardeş! Sen insanları nelere davet ediyorsun?’ diye sorunca, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem gelip yanlarına oturdu. Ebu Bekir de ayağa kalkarak, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i elbisesiyle gölgeledi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Mefrûk’a: ‘Ben sizi Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, Allah’ın şeriksiz, bir olduğuna, benim de Allah’ın Rasulü bulunduğuma şehadet etmeye; yüce Allah tarafından bana emrolunan şeyleri yerine getirinceye kadar beni barındırmaya, korumaya; bana yardımcı olmaya… davet ediyorum.’ dedi. Mefrûk sormaya devam etti, Allah Rasulü anlattı. Mefrûk sordu, Allah Rasulü anlattı. Bunun üzerine Mefruk: ‘Vallahi, ey Kureyşî kardeş! Sen beni ahlakın en üstünlerine ve amellerin en güzellerine davet ettin! Seni yalanlayan kavim sana iftira etmiş ve karşı koymuştur!’ dedi… Daha sonra Benî Şeyban kabilesinin büyüklerinden olan Müsenna, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e; ‘Ey Kureyşî kardeş! Ben de söylediklerini dinlemiş ve güzel bulmuşumdur. Söylediğin şeyler hoşuma gitmiştir. Sana tarafımdan cevap, Hâni b. Kabîsa’nın verdiği cevaptır. Biz iki bulanık su arasında konaklamış bulunuyoruz ki onlardan biri Yemame, diğeri de Semâve’dir.’ dedi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem; ‘Bu iki su, nelerdir?’ diye sordu. Müsenna: ‘Onlardan birisi, karadan Irak’ın kasabalarına kadar bakan yüksek Arap toprakları, diğeri de Farsların ırmak ağızları ve Kisra’nın ırmaklarıdır. Kisra, herhangi bir hadise çıkarmayacağımıza, bir hadise çıkarıcıyı barındırmayacağımıza dair bizden ahd almıştır ve orada ancak bu şartla konaklamış bulunuyoruz. Senin bizi kabule davet ettiğin şu iş ise hükümdarların hoşuna gitmeyebilir. Arap beldeleri yakınında işlenen suçtan sahibi bağışlanabilir ve özrü kabul edilebilir ama Fars beldeleri yakınında işlenen suçta sahibi bağışlanmaz ve özrü kabul edilmez. Eğer sen Arap beldelerine yakın olan yerde Araplara karşı sana yardım etmemizi istiyorsan, bunu üzerimize alabiliriz.’ dedi. Bunun üzerine, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem; ‘Siz fena bir cevap vermediniz. Doğruyu açıkça dile getirdiniz. Şüphe yok ki her tarafından emin olmayan kimseler, Allah’ın dinine yardım etmeye kalkamazlar!’ buyurdu. Ayağa kalktı. Ebu Bekir’in elinden tutup onların yanlarından ayrıldı.”[6]

Şeyban b. Salebe kabilesi Allah Rasulü’ne Arap beldelerinde yardım edebileceğini alenen açıklamış olmasına rağmen Allah’ın Rasulü bu teklifi yetersiz bulmuştur. Bu rivayet aynı zamanda muktedir olamadan iktidar olmak isteyenlere de bir anlayış vermesi açısından önemlidir. Zira mesele sadece yönetime gelmek ve belirli konularda yardım almak değildir. Mesele; İslâm’ı hayata tatbik edecek ve âleme yayacak olan güçlü bir devletin kurulması meselesidir. Bu nedenle Allah Rasulü Şeyban b. Salebe kabilesinin kısmî yardım teklifini reddetmiştir.

Konu hakkında son olarak, Medine’nin kapılarını Allah Rasulü’ne açan Akabe Biatı’na değinmemiz faydalı olacaktır. Zira İkinci Akabe Biatı İslâm Devleti’nin kuruluşunun âleme ilanıdır. Bilindiği üzere Evs ve Hazreç kabileleri Rasulullah ile Akabe’de görüşmeyi kararlaştırdılar. İkisi kadın olmak üzere yetmiş üç kişi oldukları hâlde Rasulullah onlarla bir araya geldi. Beraberinde yalnızca amcası Abbas vardı. Esad b. Zürare ilk söz hakkının Rasulullah’ın amcası Abbas’ın olduğunu belirtti. Bunun üzerine Efendimizin amcası Abbas şöyle dedi:

“Ey Hazreç topluluğu! Herhalde siz Muhammed’i neden buraya çağırdığınızı biliyorsunuz. Şüphe yok ki Muhammed, aşireti içinde en izzetli ve şerefli olanıdır. Vallahi O’na bir zarar gelirse bizden O’na inanan inandığı için, O’na inanmayan da kendi şerefi için muhakkak O’na yardım edecektir. Kaldı ki sizden başka diğer insanlar O’nu reddettiler. Eğer siz kuvvet ve mücadele ehli, harp etmeyi bilen, Arapları yekvücut olarak karşısına almaktan korkmayan bir kavim iseniz bir diyeceğim yok. Kararınızı gözden geçirin, aranızda tartışın; sonra dağılıp gitmeyesiniz! Zira sözün en iyisi doğru olanıdır.

Bunun üzerine Medineliler şöyle dediler: ‘Dediğini duyduk! Ey Allah’ın Rasulü, kendin ve Rabbin için dilediğini bizden iste. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem söz aldı; Kur’an okudu, Allah’a dua etti, İslâm’ın yüceliğinden bahsetti. Yalnızca Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı şart koştu. Sonra şöyle buyurdu: Çocuklarınızı ve kadınlarınızı nasıl koruyorsanız beni öyle korumak üzere bana biat ediyor musunuz?’ Berae b. Ma’rur onun elini tutarak şöyle dedi: ‘Seni hak üzere Nebî olarak gönderene ant olsun ki çoluk çocuğumuzu koruduğumuz gibi seni koruyacağız. Evet, sana biat ettik. Ey Allah’ın Rasulü! Allah’a yemin olsun ki biz savaşla büyümüş, zırh ve silahla çokça haşır neşir olmuş bir kavimiz ki bu özellik bize büyüklerimizden kaldı. Onlara da büyüklerinden kalmıştı.’ Bu arada Ebu Heysem b. et-Tayhan ve ardından Berae söz aldılar. Berae şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Rasulü, bizimle birtakım insanlar arasında -yani Yahudiler- buğz ve öfke var. Biz onlardan çok adam asıp kestik. Şu anda biz sana yardım etsek ve Allah da yardım edip sana zafer verse bizi düşmanlarımızla baş başa bırakıp kavmine döner misin? Ne dersin böyle bir şey olmasını umuyor musun?’ Bunun üzerine Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem tebessüm etti, sonra şöyle dedi: ‘Hayır! Bilakis kana kan! Talana talan! Ben sizdenim, siz de benden; sizinle savaşanla savaşır, sizinle iyi geçinenle iyi geçinirim…’ Böylece yüksek iman atmosferinde biat tamamlandı. Ardından ilk biat eden Berae ibnu Ma’rur idi. Sonra yetmiş küsur kişi Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in elini sıkarak O’na biat ettiler”[7]

Kavramlar, aslına sadık kalarak dikkatle düşünüldüğünde biat esnasında kullanılan sözcüklerden olan, “yardım”, “harp”, “eşraftan olanların öldürülmesi”, “bütün Arapları karşısına alma”, “kadınlarını çoluk çocuğunu korudukları gibi O’nu koruma” gibi tüm sözcükler ve ifadelerden açığa çıkan şey dini ve davayı koruyacak, dinin hükümlerini uygulayacak ve İslâm’ı tüm dünyaya yayacak olan devletin kurulması talebidir. Bu rivayetlerin tümünde açığa çıkan diğer bir husus ise; Allah Rasulü’nün kabilelerden nusret talep etme işini, kendi nefsinden değil Allah’ın emirleri doğrultusunda gerçekleştirdiğidir. İbni Sa’d, Tabakatı’nda; Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yardım talep ettiği on beş kabile ismini vermektedir ki bu denli ısrar, eğer bir şeye delalet ediyorsa o da apaçık bir şekilde “nusret talep etme” işinin Allah’ın, Rasulü’ne bir emri olduğudur. Nitekim Ali RadiyAllahu Anh de bu amelin Allah’ın emri doğrultusunda gerçekleştiğini söylemektedir. Öyleyse “Allah Rasulü devlet kurmak için hicret etmedi” sözü gerçeği yansıtmamaktadır.

Ezcümle; Rasulullah’ın, imana davet etmesi, iman edenlerden bir kitle oluşturması, kabilelerden nusret talep etmesi, Medine’ye hicret… hepsi Allah’ın, Rasulü’ne vahiy yoluyla bildirdiği şekilde gerçekleşmiştir ve hepsinin hedefinde karanlıktan aydınlığa, zulümden adalete, kötülükten iyiliğe, gayri insanilikten insanlığa doğru kutlu bir yürüyüş olan İslâm Devleti vardır.

Burada, şunu da hatırlatmakta fayda var: Bir olayın en derinden hissedilmesi o olayın sürekli hatırlanmasını gerekli kılar. İşte Sahabeler bunu yaptı ve Halife Ömer RadiyAllahu Anh’in Hilâfet’inde kamerî takvim resmî olarak kabul edilerek hicrete izin verilen Muharrem ayının birinci günü, hicri yılın başlangıcı olarak ilan edildi. Böylece İslâm’ın takvimi İslâm Devleti’nin kurulması ile özdeşleştirilmiş oldu.

Ayrıca hicret hadisesi göstermiştir ki Allah Subhanehu ve Teâlâ vaadini gerçekleştirmiş ve dinine yardım edenleri yardımsız bırakmamıştır. Öyleyse bugün bizlere düşen; Rasulullah’ın hayatını İslâm’ın gönderiliş gayesine uygun bir düşünce disiplini içerisinde inceleyerek O’nun hareket metodunu takip etmektir. Ki böylece 3 Mart 1924 tarihinde kaybettiğimiz İslâmi Devletimizi Râşidî Hilâfet örnekliğinde yeniden ikame edebilelim.

[لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ یَرْجُو اللَّهَ وَالْیَوْمَ الْآخِرَ] “And olsun ki sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Rasulü’nde güzel bir örnek vardır.”[8]

 



[1] Nisa Suresi 46

[2] https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/11934/cuma-hutbesi-hicret

[3] İbni Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye III, 57

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned

[5] Siret-i İbn-i Hişam

[6] Ebu Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, İbni Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye

[7] İbn-i Hişam, Ahmed b. Hanbel, Müsned

[8] Ahzab Suresi 21


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz