Müslümanların İslâmi
düşünme metodunu kaybettikleri ve İslâmi düşünce konusunda zafiyet
gösterdikleri üzücü bir hakikattir. Şüphesiz gayri İslâmi düşünme tarzı, amel
etmekten ziyade öğrenme ve öğretme temelinde yapılan okuma ve araştırmalar,
bazı konularda anlam kaybını da beraberinde getirmiştir. Pek tabii ki bu anlam
kaybından ilk önce kavramlar nasibini almıştır. Olayların ele alınış biçimine
bakıldığında, Müslümanların bugün ciddi bir kavram kargaşası yaşadığını fark
etmek zor olmayacaktır. Evet, Müslümanlar olarak kavram kılavuzumuz ne yazık ki
tahrif olmuştur. Bu tahrifat yüzünden birçok mesele anlamından ve vakıasından
saptırılarak, çözüm bekleyen birçok sorun kısır döngü süreçlerine mahkûm
edilmiştir.
Dolayısıyla
kavramları yerli yerinde kullanmak fikrî yükselişin, doğru kalkınma
mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Zira kavramlar anlaşabilmenin dilidir. Allah Azze
ve Celle anlam tahribatına dikkat çektiği bir ayet-i kerimede şöyle
buyurmaktadır:
[يُحَرِّفُونَ
الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ] “Kelimeleri yerlerinden kaydırıp tahrif ederek onları
anlamlarından uzaklaştırırlar.”[1]
Makalemizin konusu
olan tahrif edilmiş kavramlardan biri de “Hicret” kavramıdır. Özellikle hicri
yılbaşının sene-i devriyelerinde hicret konusu epeyce konuşulmakta muhtelif
programlarda anlatılmakta ve de yazılmaktadır.
Bu minvalde
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’ye hicret nedenini “zulümlerden
kaçış” olarak lanse edenler olduğu gibi, “daha müreffeh bir hayat
tercihi” olarak lanse edenler de olmuştur. Mesela Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın 2018 yılında yayınladığı bir Cuma hutbesinde hicret konusu şöyle
geçmektedir: “Fahr-i kâinat
Efendimizin risaletini kabul etmeyen müşrikler, O’na ve müminlere her türlü
zulmü, baskı ve işkenceyi reva görmüştü. Artık Mekke’de nefes almalarının
imkânsız hâle geldiği bir anda, yüce Allah müminlere dinlerini özgürce
yaşayabilecekleri, ibadetlerini kolayca yerine getirebilecekleri huzurlu bir
şehre, Medine’ye göç etme izni verdi…”[2]
Hicret kavramı hakkında dile getirilen diğer bazı söylemler şöyledir:
“İnsanın kendi hayatında yaptığı iyiliklere doğru hareketlerin bütünü
hicrettir.”
“Günümüzde hicret amellerimizden, ibadetlerimizden alıkoyan şeylere karşı
olmalıdır. Hicret, ibadetlerimize ve inancımıza müdahale eden onları kısıtlayan
meslek ve yerlerden feragat edebilmektir.”
Bu ve benzeri söylemlerin yanı sıra hicret konusunda anlam kıtlığı
yaşayanlardan bir kesim ise tehlikeli bir yorumla; “Rasul’ün devlet talebi
yoktur. O’nun işi sadece dini tebliğ etmektir.” diyerek Müslümanların
ferasetini köreltip hareketlerini sınırlandırmaktadır. Onlar diyorlar ki: “Rasulullah’ın
devlet istediği yoktu, devlet için hiçbir gayret göstermedi. O sadece kendine
emrolunan dini tebliğ etti ve bu dine tabi olanlar yeterli sayıya ulaşınca
devlete olan ihtiyaç ortaya çıktı, bu ihtiyaca binaen de İslâm Devleti inşa
edildi. Dolayısıyla bizim İslâm Devleti talebimiz yoktur. Biz ancak Allah’a kul
olmaya davet ederiz. Sonra da insanlar ister ise İslâm Devleti zaten kurulur.”
Hatta bu tehlikeli söylem bazı mecralarda o kadar ileriye gitmiştir ki
İslâm Devleti fikrini hicretten ayırmak ilahiyat fakültelerinde sınavda
başarılı olmanın ölçütü hâline getirilebilmiştir. Yıllar önce girdiğim bir açık
öğretim sınavında bu tahripkâr yaklaşıma bizzat şahit oldum. Girdiğim sınavda
şöyle bir soru ile karşılaştım:
“Aşağıdakilerden hangisi hicretin sebeplerinden değildir?” Ne yazıktır ki bu sorunun cevabının doğru kabul edilmesi için “İslâm
Devleti kurmak” şıkkını işaretlemek zorundasınız. Hicret meselesinin ne kadar
cüretkâr bir şekilde tahrip edildiğini ve böylece İslâm Devleti fikrinin
hicretten soyutlanarak Müslümanların zihninden nasıl silinmeye çalışıldığını
görmek için bu verdiğim örnek yeterli diye düşünüyorum. Ömer RadiyAllahu
Anh hicreti, “Hakkın zafere, batılın hezimete uğradığı gün.” olarak
tarif ederken; zikredilen kesim, hicreti öncesinden ve sonrasından kopartarak
zımnen “zulümden kaçış” olarak nitelemektedir.
Evet, bu ve benzeri
iddialar hicreti asıl maksadından saptırmaktadır. Bununla birlikte uzun yıllara
dayanan anlam bozukluğunun bir çırpıda değişemeyeceği aşikârdır. Lakin bozuk
fikirler sahih fikirlerle, zayıf deliller güçlü delillerle, yüzeysel düşünce
derin düşünceyle bertaraf edilmedikçe kalkınmanın gerçekleşmeyeceği; kalkınma
gerçekleşmeden de esaretten, zilletten, zulümden kurtulup selamete
erişilemeyeceği hakikatine binaen hicret vakıasının derinlemesine incelenip
açıklığa kavuşturulması hayati önemdedir.
O zaman öncelikle şu
soruları sormak gerekir: Hicret kavramını herkes istediği manada
kullanabilir mi? Ya da hicret kişilerce farklı manalarda anlaşılmaya müsait bir
kavram mıdır? Veya farklı manalara hamledilmesinin bir mahzuru var mıdır?
Bu ve buna benzer sorulara cevap verebilmek ve konunun aydınlığa kavuşması
adına hicret kavramının hem lügat hem de ıstılah açısından izahını yapmamız
gerekmektedir.
Bilindiği üzere
Arapça’da kelimeler ya lügati ya da ıstılahi manalarında kullanılır. “Hicret”
kelimesinin lügat anlamı “Bir yeri terk etmek, göç etmek.” şeklindedir.
Istılahi anlamı ise; “Küfür ve şirk diyarından İslâm diyarına göç
etmektir.” “Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye göç etmesidir.”
Hicret’in manası Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Mekke’den
Medine’ye olan göçüyle anlam kazandığına göre; Rasulullah’ı hicret yapmaya sevk
eden yani ikamet ettiği beldeden diğer bir beldeye göç etmeye iten asıl sebebin
üzerinde durmak gerekir. Hicreti anlamak Rasulullah’ın Mekke dönemini iyi etüt
etmeyi gerektirir. Ki bu iyi etüt bizi, hicreti doğru anlamaya ve doğru bir şekilde
amel etmeye götürecektir.
Şimdi, hicret kavramı
hakkında Rasulullah’ın hareket metodunu yüzeysel bir şekilde inceleyerek O’nun
İslâm Devleti kurma hedefini anlayamayan veya kasıtlı bir şekilde yok sayan iki
temel yaklaşımı ele alalım:
“Hicret zulmün doruk
noktaya ulaşmasından ötürü yapılan bir göçtür/ilticadır.” Böyle söylenemez;
zira hicretin temelinde yatan sebep zulüm olsaydı,
Rasulullah’ın bir başka beldeye hicreti Mekke döneminin 13.
senesinde değil bilakis ambargo, boykot, antipropaganda
ve de işkencenin zirve yaptığı bir dönemde gerçekleştirirdi.
Ama Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yaşadığı
onca zulümlere rağmen Mekke’yi terk etmemesi gelişigüzel
hareket etmediğini, bilakis belli bir metodu takip
ettiğini açıkça göstermektedir.
“Hicret Hz. Muhammed
ve Sahabelerinin müreffeh bir yaşam için emin/güvenilir bir beldeye yaptığı
göçtür.”
Böyle
de söylenemez; zira daha müreffeh ve emin bir beldeye göç için
yapıldıysa eğer hicret, bu daha Mekke döneminin başında hiç
kuşkusuz Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in öncülüğünde
Habeşistan’a yapılırdı. Fakat öyle olmadı; her ne kadar
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem zayıf ve arkasını gözetip
kollayacak kimsesi olmayan sahabeleri Habeşistan’a gönderdiyse de
kendisi Mekke’de kalmış ve İslâm’a davet metodundan taviz
vermeden çalışmasına devam etmiştir. Zira Habeşistan’a hicret, Müslümanların maruz
kaldıkları baskılardan ve başlarına bir musibetin gelmesinden korkarak
gerçekleştirilen ferdî bir çıkış niteliğindeydi. Allah, Habeşistan’a hicreti
Mekke’de işkence gören Müslümanlara bir rahatlama ve bir hava değişimi
kılmıştı. Nitekim gidenler orada uzun süre kalmadılar. Bilakis daveti yeniden
daha canlı ve verimli bir şekilde yüklenmek için kendilerini orada asıl hedefe
hazırladılar.
Dolayısıyla hicret,
iddia edilenlerin aksine ne zulümden kaçıştır ne müreffeh bir hayat arayışı ne
de bir başkası…
Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e vahyin gelmesinden, Ebu Bekir RadiyAllahu Anh ile
Medine’ye hicret etmesine kadar geçen süredeki adımları izleyen görür ki; Allah
Rasulü adımlarını belirli bir hedefe yönelik atmakta ve süreci şekillendirmektedir.
Bu uzun soluklu maratonda Allah’ın emri gereği işe yakın akrabalardan başlandı
ve küçük halkalar yavaş yavaş büyüdü. Tam on yıl boyunca gerek tek tek gerekse
toplu olarak insanlar İslâm’a davet edildi ve kimileri iman ederken kimileri de
inkâr etti. Rasulullah öncelikle kendisine iman edenlerden bir kitle
oluşturdu. Bu kitle İslâm Devleti’ne giden yoldaki engellere karşı bir direnç
merkezi oldu. Zorluklar birliktelikle aşıldı, acılar paylaşıldı.
Nübüvvetin 10. yılına
gelindiğinde ise Rasulullah’ın davet metodunda yeni bir sayfa açıldı. O yıla
kadar bıkmadan usanmadan Mekkelileri İslâm’a davet eden Allah’ın Rasulü, bu
yıldan sonra güç ve kuvvet sahiplerinden nusret talep etme işini de davetten
bir parça kıldı.
Nusret talep etme,
fertleri İslâm’a davet etmekten farklıdır. Nusret talebi direk yönetime
ulaşmada yardım talebidir. Nitekim Allah Rasulü’nün o yıla kadar insanlara
davetinde kullandığı ifadeler ile kabilelere nusret talebinde bulunduğunda
kullandığı ifadeler farklılık arz etmektedir. Fertlere yaptığı davette
Efendimiz şöyle diyordu:
“Ben, sizi, dile
kolay gelen, Mîzan’da ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki o da: Allah’tan
başka hiçbir ilah olmadığına ve benim de Allah’ın kulu ve Rasulü olduğuma
şahadet etmenizdir! Yüce Allah, sizi buna davet etmemi bana emir buyurdu...”[3]
Kabilelere nusret
talebi için yaptığı davette ise; “Ey falan oğulları, ben Allah’ın size
gönderdiği Rasulü’yüm. Ben yalnız Allah’a ibadet etmenizi ve hiçbir şeyi O’na
ortak koşmamanızı emrediyorum. Bana iman etmenizi ve beni tasdik etmenizi,
ayrıca Allah’ın beni kendisi için gönderdiği şeyi açıklayıp ortaya koyana kadar
bana yardım etmenizi sizden istiyorum.” [4] diyordu.
Bu iki metinde geçen
farklılık apaçık bir şekilde ortadadır. Bu farklılık aynı zamanda bize önemli
bir mesaj vermektedir ki o da; Allah Rasulü nübüvvetin 10. yılından sonra dinin
ikame edilmesi için güç sahiplerinden yardım talep etmiştir. İbni Sa’d’ın
Tabakat’ında belirttiğine göre; Beni Amr b. Sa’sa, Muharrib b. Hasfe, Fezara,
Ğassan, Mürre, Huneyfe, Süleym, Abes, Beni Nadra, Beni Bükea, Kinde, Kelb,
El-Haris b. Ka’b, Uzre, El-Hudareme olmak üzere 15 kabileye nusret için
başvurmuştur.
Nusret meselesinin
net anlaşılması adına Rasululah’ın kabilelerle gerçekleştirdiği görüşmelerden
bazılarını buraya aktarmak istiyorum:
“Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem Amr b. Sa’sa oğullarına gelerek onları Allah’a
çağırdı kendini onlara takdim etti. Beyhâre b. Firas denilen bir adam ona şöyle
dedi: Vallahi şu Kureyş gencine sahip olsam, bütün Araplara hâkim olurum.
Ardından Rasulullah’a yönelerek ‘Sana işin için yardım etsek ve Allah da
seni muhaliflerine üstün kılsa senden sonra yönetim elimize geçer mi? Ne
dersin?’ dedi. Bunun üzerine Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem ‘Mülk
Allah’ındır, onu dilediğine verir.’ diyerek karşılık verince, Beyhare
‘Senden sonra yönetim bize geçmeyecekse neden senin için boyunlarımızı
Arapların kılıçlarına hedef yapalım. Senin işinden bize ne?’ dedi.”[5]
Bu diyalog çok açık
bir şekilde göstermektedir ki yapılan görüşme yönetimle ilgilidir ve Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem İslâm’ı egemen kılmanın, İslâm’ı bir hayat nizamı olarak
tatbik etmenin peşindedir. Aynı şeklide Efendimiz, nübüvvetin 10. yılında Sakif
kabilesine gitti ve onlara İslâm’ı arz ettikten sonra kendilerinden dinin ikame
edilmesi için yardım istedi. Ancak onlar bu davete çok çirkin bir şekilde karşılık
verdi; Rasulullah Taif’ten ayakları kanlı bir şekilde ayrıldı. Allah Rasulü bu
adımdan derin bir yara almasına rağmen nusret talebinde bulunmaktan vazgeçmedi.
Hicretin İslâm
Devleti’ne giden yolda bir hareket metodu olduğunun en bariz delillerinden biri
de Şeyban b. Salebe’nin İslâm’a davet edilmesi esnasında yaşanan diyaloglardır.
Muteber siyer kitaplarında bu olay şöyle geçiyor:
“Allah Rasulü,
yanında Ebu Bekir ve Ali RadiyAllahu Anhum olduğu hâlde hac için gelen
kafilelerin konakladığı Mina’ya gitti. Ali RadiyAllahu Anh bu ziyareti Allah’ın
Rasulullah’a kabilelere kendisini arz etmesini emretmesi üzerine
gerçekleştiğini bildirmektedir. Meclislerden birine uğradılar bu mecliste
Şeyban b. Salebe kabilesinin ileri gelenleri vardı. Ebu Bekir meclistekilere
selam verdikten sonra kendisine en yakın oturan Mefrûk b. Amr’a askerî
güçlerini sordu. Mefrûk 1000’den fazla silahlı askerleri olduğunu ve bu sayının
savaş kazanmak için yeterli olduğunu söyledi. Bunun üzerine Ebu Bekir
kendilerine sığınanları nasıl koruduklarını sordu. Mefrûk; kendilerine
sığınanları tüm güçleriyle koruduklarını söyleyince Ebu Bekir bu defa da
düşmanlarıyla nasıl savaştıklarını öğrenmek istedi. Cevaben Mefrûk ‘Biz,
düşmanla karşılaştığımızda kızgın olmadıkça, çok sert ve sağlamız. Kızgın iken,
düşmanla karşılaşmadıkça da çok sert ve sağlamız. Biz atları evlatlara,
silahları da sütlü sağmal develere üstün tutarız. Yardımı da Allah’tan
bekleriz! Allah bazen bize, bazen da karşımızdakine yardım eder.’ dedi. Bunun
üzerine Ebu Bekir RadiyAllahu Anh; ‘Eğer size bir zatın Allah’ın Rasulü olarak
kendisini arz ve takdim ettiği haberi erişmişse işte O, şu zattır.’ diyerek
Rasulullah’ı gösterdi. Mefrûk Rasulullah’a dönerek: ‘Ey Kureyşî kardeş! Sen
insanları nelere davet ediyorsun?’ diye sorunca, Rasulullah SallAllahu Aleyhi
ve Sellem gelip yanlarına oturdu. Ebu Bekir de ayağa kalkarak, Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i elbisesiyle gölgeledi. Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem, Mefrûk’a: ‘Ben sizi Allah’tan başka hiçbir ilah
olmadığına, Allah’ın şeriksiz, bir olduğuna, benim de Allah’ın Rasulü
bulunduğuma şehadet etmeye; yüce Allah tarafından bana emrolunan şeyleri yerine
getirinceye kadar beni barındırmaya, korumaya; bana yardımcı olmaya… davet
ediyorum.’ dedi. Mefrûk sormaya devam etti, Allah Rasulü anlattı. Mefrûk
sordu, Allah Rasulü anlattı. Bunun üzerine Mefruk: ‘Vallahi, ey Kureyşî kardeş!
Sen beni ahlakın en üstünlerine ve amellerin en güzellerine davet ettin! Seni
yalanlayan kavim sana iftira etmiş ve karşı koymuştur!’ dedi… Daha sonra Benî
Şeyban kabilesinin büyüklerinden olan Müsenna, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’e; ‘Ey Kureyşî kardeş! Ben de söylediklerini dinlemiş ve güzel
bulmuşumdur. Söylediğin şeyler hoşuma gitmiştir. Sana tarafımdan cevap, Hâni b.
Kabîsa’nın verdiği cevaptır. Biz iki bulanık su arasında konaklamış bulunuyoruz
ki onlardan biri Yemame, diğeri de Semâve’dir.’ dedi. Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem; ‘Bu iki su, nelerdir?’ diye sordu. Müsenna: ‘Onlardan
birisi, karadan Irak’ın kasabalarına kadar bakan yüksek Arap toprakları, diğeri
de Farsların ırmak ağızları ve Kisra’nın ırmaklarıdır. Kisra, herhangi bir
hadise çıkarmayacağımıza, bir hadise çıkarıcıyı barındırmayacağımıza dair
bizden ahd almıştır ve orada ancak bu şartla konaklamış bulunuyoruz. Senin bizi
kabule davet ettiğin şu iş ise hükümdarların hoşuna gitmeyebilir. Arap
beldeleri yakınında işlenen suçtan sahibi bağışlanabilir ve özrü kabul
edilebilir ama Fars beldeleri yakınında işlenen suçta sahibi bağışlanmaz ve
özrü kabul edilmez. Eğer sen Arap beldelerine yakın olan yerde Araplara karşı
sana yardım etmemizi istiyorsan, bunu üzerimize alabiliriz.’ dedi. Bunun
üzerine, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem; ‘Siz fena bir cevap
vermediniz. Doğruyu açıkça dile getirdiniz. Şüphe yok ki her tarafından emin
olmayan kimseler, Allah’ın dinine yardım etmeye kalkamazlar!’ buyurdu. Ayağa kalktı. Ebu
Bekir’in elinden tutup onların yanlarından ayrıldı.”[6]
Şeyban b. Salebe
kabilesi Allah Rasulü’ne Arap beldelerinde yardım edebileceğini alenen
açıklamış olmasına rağmen Allah’ın Rasulü bu teklifi yetersiz bulmuştur. Bu
rivayet aynı zamanda muktedir olamadan iktidar olmak isteyenlere de bir anlayış
vermesi açısından önemlidir. Zira mesele sadece yönetime gelmek ve belirli
konularda yardım almak değildir. Mesele; İslâm’ı hayata tatbik edecek ve âleme
yayacak olan güçlü bir devletin kurulması meselesidir. Bu nedenle Allah Rasulü
Şeyban b. Salebe kabilesinin kısmî yardım teklifini reddetmiştir.
Konu hakkında son
olarak, Medine’nin kapılarını Allah Rasulü’ne açan Akabe Biatı’na değinmemiz
faydalı olacaktır. Zira İkinci Akabe Biatı İslâm Devleti’nin kuruluşunun âleme
ilanıdır. Bilindiği üzere Evs ve Hazreç kabileleri Rasulullah ile Akabe’de
görüşmeyi kararlaştırdılar. İkisi kadın olmak üzere yetmiş üç kişi oldukları
hâlde Rasulullah onlarla bir araya geldi. Beraberinde yalnızca amcası Abbas
vardı. Esad b. Zürare ilk söz hakkının Rasulullah’ın amcası Abbas’ın olduğunu
belirtti. Bunun üzerine Efendimizin amcası Abbas şöyle dedi:
“Ey Hazreç topluluğu!
Herhalde siz Muhammed’i neden buraya çağırdığınızı biliyorsunuz. Şüphe yok ki
Muhammed, aşireti içinde en izzetli ve şerefli olanıdır. Vallahi O’na bir zarar gelirse bizden O’na inanan inandığı
için, O’na inanmayan da kendi şerefi için muhakkak O’na yardım edecektir. Kaldı
ki sizden başka diğer insanlar O’nu reddettiler. Eğer siz kuvvet ve mücadele
ehli, harp etmeyi bilen, Arapları yekvücut olarak karşısına
almaktan korkmayan bir kavim iseniz bir diyeceğim yok. Kararınızı gözden
geçirin, aranızda tartışın; sonra dağılıp gitmeyesiniz! Zira sözün en iyisi
doğru olanıdır.
Bunun üzerine
Medineliler şöyle dediler: ‘Dediğini duyduk! Ey Allah’ın Rasulü, kendin ve
Rabbin için dilediğini bizden iste. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem söz
aldı; Kur’an okudu, Allah’a dua etti, İslâm’ın yüceliğinden bahsetti. Yalnızca
Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı şart koştu. Sonra şöyle
buyurdu: ‘Çocuklarınızı ve kadınlarınızı nasıl koruyorsanız beni öyle
korumak üzere bana biat ediyor musunuz?’ Berae b. Ma’rur onun elini
tutarak şöyle dedi:
‘Seni hak üzere Nebî olarak gönderene ant olsun ki çoluk çocuğumuzu
koruduğumuz gibi seni koruyacağız. Evet, sana biat ettik. Ey Allah’ın
Rasulü! Allah’a yemin olsun ki biz savaşla büyümüş, zırh ve silahla çokça haşır
neşir olmuş bir kavimiz ki bu özellik bize büyüklerimizden kaldı. Onlara da
büyüklerinden kalmıştı.’ Bu arada Ebu Heysem b. et-Tayhan ve ardından Berae
söz aldılar. Berae şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Rasulü, bizimle birtakım
insanlar arasında -yani Yahudiler- buğz ve öfke var. Biz onlardan çok adam asıp
kestik. Şu anda biz sana yardım etsek ve Allah da yardım edip sana
zafer verse bizi düşmanlarımızla baş başa bırakıp kavmine döner
misin? Ne dersin böyle bir şey olmasını umuyor musun?’ Bunun üzerine
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem tebessüm etti, sonra şöyle dedi: ‘Hayır!
Bilakis kana kan! Talana talan! Ben sizdenim, siz de benden; sizinle
savaşanla savaşır, sizinle iyi geçinenle iyi geçinirim…’ Böylece yüksek
iman atmosferinde biat tamamlandı. Ardından ilk biat eden Berae ibnu Ma’rur
idi. Sonra yetmiş küsur kişi Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in elini sıkarak
O’na biat ettiler”[7]
Kavramlar, aslına
sadık kalarak dikkatle düşünüldüğünde biat esnasında kullanılan sözcüklerden
olan, “yardım”, “harp”, “eşraftan olanların öldürülmesi”, “bütün Arapları
karşısına alma”, “kadınlarını çoluk çocuğunu korudukları gibi O’nu koruma”
gibi tüm sözcükler ve ifadelerden açığa çıkan şey dini ve davayı koruyacak,
dinin hükümlerini uygulayacak ve İslâm’ı tüm dünyaya yayacak olan devletin
kurulması talebidir. Bu rivayetlerin tümünde açığa çıkan diğer bir husus ise;
Allah Rasulü’nün kabilelerden nusret talep etme işini, kendi nefsinden değil
Allah’ın emirleri doğrultusunda gerçekleştirdiğidir. İbni Sa’d, Tabakatı’nda;
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yardım talep ettiği on beş kabile
ismini vermektedir ki bu denli ısrar, eğer bir şeye delalet ediyorsa o da
apaçık bir şekilde “nusret talep etme” işinin Allah’ın, Rasulü’ne bir emri
olduğudur. Nitekim Ali RadiyAllahu Anh de bu amelin Allah’ın emri
doğrultusunda gerçekleştiğini söylemektedir. Öyleyse “Allah Rasulü devlet
kurmak için hicret etmedi” sözü gerçeği yansıtmamaktadır.
Ezcümle;
Rasulullah’ın, imana davet etmesi, iman edenlerden bir kitle oluşturması,
kabilelerden nusret talep etmesi, Medine’ye hicret… hepsi Allah’ın, Rasulü’ne
vahiy yoluyla bildirdiği şekilde gerçekleşmiştir ve hepsinin hedefinde
karanlıktan aydınlığa, zulümden adalete, kötülükten iyiliğe, gayri insanilikten
insanlığa doğru kutlu bir yürüyüş olan İslâm Devleti vardır.
Burada, şunu da
hatırlatmakta fayda var: Bir olayın en derinden hissedilmesi o olayın sürekli
hatırlanmasını gerekli kılar. İşte Sahabeler bunu yaptı ve Halife Ömer RadiyAllahu
Anh’in Hilâfet’inde kamerî takvim resmî olarak kabul edilerek hicrete izin
verilen Muharrem ayının birinci günü, hicri yılın başlangıcı olarak ilan
edildi. Böylece İslâm’ın takvimi İslâm Devleti’nin kurulması ile
özdeşleştirilmiş oldu.
Ayrıca hicret
hadisesi göstermiştir ki Allah Subhanehu ve Teâlâ vaadini
gerçekleştirmiş ve dinine yardım edenleri yardımsız bırakmamıştır. Öyleyse
bugün bizlere düşen; Rasulullah’ın hayatını İslâm’ın gönderiliş gayesine uygun
bir düşünce disiplini içerisinde inceleyerek O’nun hareket metodunu takip
etmektir. Ki böylece 3 Mart 1924 tarihinde kaybettiğimiz İslâmi Devletimizi
Râşidî Hilâfet örnekliğinde yeniden ikame edebilelim.
[لَقَدْ كَانَ
لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ یَرْجُو اللَّهَ وَالْیَوْمَ
الْآخِرَ] “And olsun ki sizin için, Allah’a ve ahiret gününe
kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Rasulü’nde güzel
bir örnek vardır.”[8]
[1]
Nisa Suresi 46
[2]
https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/11934/cuma-hutbesi-hicret
[3]
İbni Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye III, 57
[4]
Ahmed b. Hanbel, Müsned
[5]
Siret-i İbn-i Hişam
[6]
Ebu Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, İbni Kesir, el-Bidâye
ve’n-Nihâye
[7]
İbn-i Hişam, Ahmed b. Hanbel, Müsned
[8]
Ahzab Suresi 21
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış