Hayatın doğası gereği hak ile batıl arasındaki mücadele Âdem Aleyhi’s
Selam zamanına kadar geçmişe giden kadim bir meseledir. Bazı dönemlerde
Allahu Teâlâ, Müslümanların güçlü olmalarını bazı dönemlerde ise kâfirlerin
güçlü olmalarını takdir etmiştir. İslâm’ın hakim olduğu dönemlerde vahyin
anlaşılması kolay olmuş ve Müslümanlar arasındaki ihtilaflar rahmet vesilesi
olarak görülmüştür. Hadis, tefsir, usûl, fıkıh gibi konulardaki birçok fürudaki
ihtilaf Müslümanlar arasında fitne nedeni değil bir zenginlik olarak anlaşılmış
ve İslâm kültürünün bir parçası olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte zaman
zaman bazı ihtilaflar Müslümanlar arasında fitne unsuru hâline gelmiş, İslâm Devleti’nin
varlığı ile bu sorunlar ıslah edilmeye çalışılmıştır.
Hilâfet Devleti’nin kaldırılmasından sonra beşerî hükümlerin uygulanması,
İslâmi hükümlerin yasaklanması ve Müslümanlara yapılan baskılar Müslümanların
İslâm’ı anlamalarının önüne engeller oluşturmuş ve bu yüzden ihtilaflı konular
zamanla fitne unsuru hâline gelmeye başlamıştır. Başta kâfirlerin planlı ve
programlı fitne çalışmaları, Müslümanların İslâm’ı anlamada yaşadıkları
sorunlar, âlimlerin sessizliği, İslâmi camiaların fikrî ve siyasi çalışmadaki
eksiklikleri ve benzeri nedenler bu ihtilafların fitneye dönüşmesinde etken
unsurlardır. Bu ihitilafların son dönemde en öne çıkanlarından bir tanesi de
gelenekçi olarak kendini tanımlayan kesim ile modernist olarak kendilerini
tanımlayan kesim arasında yaşananlardır. Biz bu makalede esasları itibarıyla
birbirine zıt olan ve kendilerini gelenekçiler ile modernistler olarak
tanımlayan bu kesimlerin farklı düşüncelerini, siyasi tavırlarındaki ortak
noktalarını, beşerî rejimler ve kâfirlere karşı duruşları ve düşüncelerini
hayata hakim kılmada ortaya koydukları mücadele yöntemlerini yazmaya
çalışacağız.
Konunun esasına geçmeden önce gelenekçiler ve modernistler hakkında kısa
bir tanımlama yapmak istiyorum. Gelenekçilik, İslâm kültürünü kabul eden,
Kur’an, Sünnet, icma, kıyas, usûl, fıkıh, tefsir, siyer gibi kaynakların İslâm’dan
olduğunu, geleneğe bağlı kalmanın şer’î bir gereklilik olduğunu; akide, ibadet,
nizam ve ahlak konularında çalışmalarını nasslara bağlı kalarak yapmaya çalışan
kesimdir. Müslümanların geneli bu şekilde inanıyor ve amel etmeye çalışıyor.
Modernizm ise Avrupa’da ortaya çıkmış, geleneksel kültürün ve sosyal hayatın
artık ömrünü tamamladığını, bundan dolayı sanattan edebiyata, dinden hukuka
kadar her şeyde, eskiye ait olanı bir kenara bırakıp yeni bir kültür inşa
etmenin gerekliliği esasına dayanır. Modernizm, insanların tarih ve gelenekle
tüm bağlarının koparılması gerektiğini ve sonra modern bir toplum
kurulabileceğini söyler. Modernizm esaslarını İslâm aleyhine yüzyıllardır
çalışmalar yapan oryantalizmden alır. Kur’an’ın tahrif edilmesi, hadis inkârcılığı,
İslâm kültürünü temsil eden usûl, fıkıh, tefsir gibi kaynakları reddeden bir
anlayıştır. Yahudi ve Hristiyan din adamları ile ajanlar tarafından başlatılan
bu çalışma maalesef zamanla İslâm beldelerinde planlı şekilde bazı insanlar
tarafından benimsenmiş ve yıllar içerisinde halk arasında da yayılmaya
başlanmıştır. Şüphesiz Batılı devletlerin İslâm beldelerinde bir proje olarak
uyguladığı bu anlayış zamanla büyük bir tehlike hâline dönüşmüştür.
Gelenekçiler ile
modernistler arasında gündeme gelen tartışma konularına ve bu konuların
içeriğine baktığımızda bu tartışmaların Müslümanlar arasında İslâm’ın
anlaşılmasına katkı sunmaktan ziyade zihinlerde var olan sorunlara yenilerini
eklediğini ve kafaların daha da karışmasına neden olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü bu tartışmaların çoğu ilmî metinlerin sıhhati üzerinden yapılan ancak
esas ve usûl kurallarına uymadan akli çıkarım ve mantık ile doğru neticelere
ulaşması mümkün olmayan teorik tartışmalardır. Bu zeminde ve esaslar ile
tartışmaların bir neticeye varması, sorunları çözmesi imkânsız bir durumdur.
Netice itibarıyla takım veya parti tarafgirliğine benzer bir yaklaşım ile
tartışmalar uzayıp gitmiş ama çözüm üretmekten ziyade insanların gereksiz
konularda gündemlerini meşgul etmiştir. Bu tartışmalardan kârlı olarak çıkanlar
ise bu tartışmaları Müslümanların gündemine sokan Batılı kâfirlerdir. Çünkü bu
tartışmalar insanların inandıkları şeylere karşı şüphe ile yaklaşmasına, yeni
bir din anlayışının oluşmasına, vahiy merkezli değil akıl, mantık merkezli bir
anlayışa zemin oluşturmuştur. Burada yapılması gereken ise İslâm’ın, Kur’an ve
Sünnet’e göre belirlenen usûl üzere anlatılması ve bu anlattıklarımızın hayat
ile bağının kurulmasıdır. Çünkü İslâm, insanın bütün sorunlarını çözen mükemmel
bir akide ve nizamlar toplamıdır.
Modernistlerin, Allah’ın hüküm koyması, Kur’an ve Sünnet’in nizamlarının
tatbik edilmesi ve beşerî hükümlerin batıl olduğu konusunda bakış açıları İslâm’a
taban taban zıttır. Gelenekçiler ise bütün usûl kitaplarında hakim olan Allah
iken ve “Allah’tan başkasının kanun koyması kabul edilemez!” şeklinde özetlenen
inançlarına rağmen insanların kanun koymasına sessiz kaldılar hatta farklı
gerekçeler ile bunu savunanlar bile oldu. Her iki kesim de Allah’ın
hükümlerinin uygulanmadığı bir sistemin değiştirilmesi ve İslâm’ın hakim olması
için değil aksine bu sistemlerin daha da meşru hâle gelmesi için bazıları
kasıtlı bazıları ise kasıtsız düşünce ve amellere yöneldiler. Çalışmalarını İslâmi
bir hayatın başlamasına odaklamaları gerekirken maalesef çalışmalarını bireysel
ve teorik konulara odakladılar. Bu da beşerî sistemlerin varlığına etki değil
katkı sağladı.
Modernistler, bilim
ve teknik konusunda Batıyı taklit ederken, insan hakları, özgürlük, barış,
laiklik, demokrasi gibi konularda bile Batı’nın değerlerini savundular. Laik,
demokratik beşerî rejimler ile asla sorun yaşamadılar. Aksine sürekli
desteklediler, desteklendiler. Gelenekçiler, İslâm’ı referans kabul ettiler,
insan hakları, demokrasi konusunda tedrici bir değişim yaşadılar. Taviz tavizi
doğurdu ve sonuçta modernistlerin söylediklerine benzer şeyleri tekrar ettiler.
Gelenekçiler, beşerî sistemlere karşı bir duruş ortaya koysalar da sonuçta
beşerî rejimler karşısında İslâm’ı savunamadılar. Çoğu beşerî rejimler ile
sorun yaşamadılar hatta zamanla desteklenmesi gerektiğini bile savunacak hâle
geldiler. Şer’î hükümlere bağlanmada menfaati, ehven-i şeri,
zaruretler kaidelerini modernistlerin usûlsüzlüğü ile yorumladılar. Usûlü kabul
eden gelenekçiler ile reddeden modernistler farklı düşünmüş olsalar da siyasi
partileri destekleme kosunda aynı şekilde amel ettiler. Modernistler,
demokrasi ile şura ayetlerinin aynı olduğunu söylediler gelenekçilerin de büyük
bir kısmı demokrasinin İslâm’dan olduğunu söylediler. İnsan hakları, barış,
özgürlükler konusunda Batı’dan etkilendiler. Bu şekilde İslâmi bir hayatın varlığından her iki kesim de bahsetmediler.
Modernistler İslâm’ın kültürünü oluşturan hadis, usûl, tefsir, tarih ve
benzeri esasları ya inkâr ettiler ya da çoğunu tevil ederek aldılar. Bunun
yerine İslâm’ın kültür kaynaklarından daha zayıf olan Batı’nın kaynaklarını
doğru kabul ettiler. Gelenekçiler tefsir, usûl, fıkıh, hadis kaynaklarını
modernistlerin saldırılarına karşı savundular ancak o kültürün hayatta
uygulanmamasına gereken tepkiyi göstermediler. Bir hadisin veya ayetin metni ve
manası konusunda gösterilen gayreti bu hadis ve ayetin hayatımıza etkisinin
nasıl olacağı konusunda gösteremediler. Böyle olunca metinleri kesin olarak
ispatlanmış İslâm’ın kültürü veya şüpheli hâle gelen kültür(!), hayatımızda
hiçbir şeyi değiştirmeye yeterli olmadı. Sonuçta geleneğe bağlı olanlar,
modernistlerin söylediklerine verdikleri tepkiyi onların söylediklerini
uygulayan sistemlere göstermediler. Modernistler ise insanları helaka götüren
sistem ile değil İslâm’ın kültür kaynakları ile mücadele ettiler. Sanki
insanlığın bu hâle gelmesinin kaynağı bu sistemler değilmişçesine bu konuda üç
maymunun rolünü üstlendiler. Her iki kesim de sistemin gerekleri konusunda
farklı düşünseler de sistem karşısında aynı sessizliğe büründüler.
Modernistler İslâm’dan değil Batı kültüründen beslendiler, onların
tarihlerini, liderlerini, çözümlerini örnek aldılar. Düşünme biçiminden,
çözümlere kadar her şeyde Batı’nın değerleri ile hareket ettiler. Onlar Kur’an,
Sünnet ve diğer kültür kaynaklarını eleştirirken çok cesur davrandılar. Tüm
enerjilerini geleneksel anlayışı ve bu anlayışın sahipleri olan Sahabeleri,
âlimleri, muhaddisleri, tefsircileri, usûlcüleri kötülemek, karalamak için
harcadılar. Ancak modernistler bugün bütün insanlığı kaos, kargaşa ve
huzursuzluğa sürükleyen beşerî rejimlere karşı sessiz kaldılar. Masa başında
üretilen tarihi, nesilleri ifsat eden eğitim sistemini, birey, aile ve toplumu
felakete sürükleyen sosyal hayattaki sorunları ve bunları uygulayanları asla
eleştirmediler. Geçmişe söverken bugünün hakikatlerini görmeye zaman
bulamadılar. Hatta hiçbir esasa bağlı kalmadan yaptıkları teviller ile kendi
savundukları düşünceler ile ters düştüler. Gelenekçiler ise düşünce olarak her
ne kadar sistemi kabul etmediklerini söyleseler de beşerî sistem karşısında
gözleri kör, kulakları sağır, dilleri lal bir anlayış ile hareket ettiler.
Laik, demokratik beşerî rejimlere karşı duruşlarını ortaya net bir şekilde
koyamadılar. Bir çoğu bu beşerî rejimleri kabul ettiler, desteklediler, içinde
yer aldılar. Öyle oldu ki modernistler ve gelenekçiler taban tabana zıt
görüşlere sahip olmalarına rağmen beşerî ideolojinin, bu ideolojiyi savunan güç
sahiplerinin desteklenmesi konusunda aynı şeyleri tekrarladılar. Yolları,
varolan rejimleri temsil eden iktidarlarda sürekli birleşti. Bu tavırları da
modern(!) beşerî sistemleri her zaman razı etti.
İslâm’ı, inanç ve ahlak olarak gören modernistler, İslâm’ın hayat
nizamlarını reddettiler veya Batı’ya göre şekillendirdiler. Kur’an’ın hayat nizamından
bir kırıntı dahi içermeyen beşerî nizamları savundular. Geçmişe söz söyleyenler
bugüne dair ölüm sessizliğini korudular. İslâm’ın bir hayat nizamı olduğunu
kabul eden gelenekçilerin birçoğu ise bu konunun konuşulmasını, anlatılmasını,
savunulmasını tehlikeli, hatalı, gereksiz, aceleci hatta fitneye vesile
olarak gördüler. Önce iman ve ahlak mantığı ile aslında modernistlerin
inandıklarını tekrar ettiler. Biri inanmadığı hâlde diğeri inandığı ancak
anlamadığı ya da korktuğu için bu şekilde davrandılar. Bu bakış açıları
insanların sistemi meşrulaştırmasına ve desteklemelerine neden oldu.
Modernistler,
değişim konusunda Batı’dan bağımsız hareket edilmemesi gerektiğini söylediler.
Menfaati ölçü alarak İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık eden, ülkelerimizi işgal
ederek milyonlarca Müslümanın ölümüne, yaralanmasına neden olan kâfirler ile
birlikte hareket etmemiz gerektiğini menfaat ve onlara olan bağlılıklarından
dolayı savundular. Kâfirlerin yüz yıldır yaptıklarına rağmen Müslümanların ilim
ehline olan düşmanlıklarını kâfirlere gösteremediler. Gelenekçiler değişimin İslâm
ile olacağını söylediler ve kâfirlere karşı her zaman düşmanlık beslediler.
Ancak milli menfaatler, maslahat-zaruret gibi ölçüler, ilmi siyaset gibi
kavramlar ve benzerlerini gerekçe göstererek kâfirler ile yapılan anlaşmalara
sessiz kaldılar, uluslararası anlaşmaları belli gerekçeler ile savundular.
Sonuç itibarıyla Allah ve Rasulü’ne düşmanlık eden kâfirlere karşı
Müslümanların göstermesi gereken tavrı gösteremediler, onlar ile birlikte
hareket eden liderlere nasihat etmediler hatta desteklediler. Bu da Suriye,
Filistin, Irak, Doğu Türkistan gibi beldelerdeki Müslümanların sahipsiz
kalmasına ve kâfirler ile onlara hizmet eden yöneticilerin rahat hareket
etmesine neden oldu.
Gelenekçiler şeyhlerini, destekledikleri siyasi parti liderlerini taklit
ettiler, İslâm’a aykırı olduğu açık olan konularda bile farklı gerekçeler
ile hataları tevil ettiler.
Modernistler, geleneksel düşünceye sahip olanları sert bir dille eleştiriken
ilmi ve bilgiyi vahyin önüne geçirerek vahyin getirdiği esasları tartışmaya
açtılar. Şeyhler veya liderleri eleştirirken kendileri Batılı ideologların
söylediklerini, yaptıklarını bütün rezilliklerine ve hatalarına rağmen sorgusuz
sualsiz doğru kabul ettiler ve taklit ettiler. Esasta tartışılmaması gereken
tek merci Allah’ın Kitabı ve Allah Rasulü’nün Sünneti’ydi. İnsanların hata
yapabilecekleri ve kimsenin kusursuz olmadığını anlamaları ve bu şekilde
hareket etmeleri gerekiyordu.
Modernistler, sistemi o kadar kabullendiler ki kabul ettiklerini
söyledikleri Kur’an’ın açık, tartışmasız hükümlerinin dahi uygulanmamasına
itiraz etmediler. Kur’an’ın yönetim, siyaset, iktisat, sosyal hayat, eğitim ve
inanç ile ilgili konulardaki ayetlerin uygulanması konusunda hiçbir çalışma yapmadılar.
Tavsiye niteliğinde olsa bile Kur’an’ın hükümlerinin uygulanmasını gündeme
taşımadılar. Namaz, ahlak, faiz, içki, kumar, tesettür gibi konularda bile
sistem ile karşıtlık oluşturabiliecek söylemlerden uzak durdular. Beşerî sistem
içinde teorik bir inanç yaşamayı kendilerine hedef edindiler ve insanları buna
davet ettiler. Gelenekçiler ise Kur’an ve Sünnet’in hükümlerini savundular
ancak bu hükümlerin bireysel boyutunu hep gündeme getirdiler. Toplumsal ve
devletsel konularda bir davet, gündem çalışması yapmadılar. Yaptıklarında ise
tevil, takıyye ve benzeri söylemler ile hak ile batılı birbirine karıştırdılar.
Böyle olunca bireylerin istedikleri zaman yaşayabilecekleri bir din algısı
oluşmuş oldu. Toplumu ve devleti ilgilendiren ve yönetim, siyaset, eğitim,
iktisat gibi alanlarda İslâm’ın çözümleri bilinmeyen hakikatler olarak
kitapların ve tarihin altın sayfalarında kalmış oldu. İnsanların bunalım, kriz
yaşadığı günümüz insanlarına rahmet olacak İslâm’ın çözümlerinin üzeri
kapatılmış ve insanlar beşerî zulüm sistemlerine mecbur edilmiş oldu.
Modernistler, Asr-ı Saadet yerine Batı’nın orta çağ reform dönemini ve
onların liderlerini, aydınlarını ve fikir adamlarını örnek aldılar. Mücadele
yöntemi olarak ise zamanın şartlarına göre fikirleri anlatmayı tercih ettiler.
Gelenekçiler ise Asr-ı Saadeti, Sahabeleri ve âlimleri örnek aldılar ve ona
göre hareket edilmesi gerektiğini savundular. Ancak hem gelenekçiler hem de
yenilikçiler düşüncelerini hayatta hakim kılmak için köklü ve kapsamlı bir
mücadele yöntemi kullanmadılar. Bu şekilde günün şartlarına uygun hareket
edenleri taklit ettiler. Bu da onların etkilenmesine ve sisteme entegre
olmasına neden oldu. Böylelikle birbirlerine karşı mücadele ederken İslâm’ın
önündeki Batı ve onların fikirleri ile mücadele etmediler.
İslâm hem akide hem de nizamları olan mükemmel bir din/düzendir. Bugün var
olan bütün sorunların tek çözümü İslâm’dır. Bütün Müslümanların görevi İslâm’ın
belirlediği Kur’an, Sünnet, icma ve kıyas ölçülerinde esas ve usûllere uygun
şekilde hayata hakim kılmaktır. İnsan ile ilgili her konuda İslâm’ın
belirlediği çözümleri geçmişin birikimlerinden istifade ederek, zamanın
gereklerine uygun şekilde vahiy merkezli çözümler ile aydınlatmaktır. Kur’an’ın
metodu teorik tartışmalardan ziyade pratik insan ile ilgili akide ve nizamların
çözümüdür. Bu yüzden biz İslâm’ı hayatın tüm sorunlarını çözecek bir dava
olarak taşımalıyız ve İslâm dışında bütün düşünce ve nizamları reddetmeliyiz.
Elbette dün, bugün ve yarın insanların mutlu ve huzurlu yaşayabilecekleri hayat
İslâmi hayattır. Bu da ancak Râşidî Hilâfet ile mümkündür.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış