Kürtlerin hayatında
en önemli dönüm noktalarından biri 637 yılından sonra İslâm dinini seçmeleri
olmuştur. Medreseler vasıtasıyla anadillerinde eğitim ve öğretim gördükleri
gibi yetiştirmiş oldukları âlimler ve şeyhler ile İslâm’ı toplumsal hayatta
görünür kılmışlardır. Hukukta, muamelatta, ticarette ve aile hayatında İslâm'ın
emirlerini uygulayan Kürtler aşiretler, mirlikler ve beylikler hâlinde kendi
içlerinde özerk bir yapıya sahip olarak hayatlarını idame ettirmişlerdir.
Genel anlamda mir
ve beylerden çok ulema ve şeyhlerin toplumsal hayatta etkin olduklarını
görmekteyiz. 1514 yılında Yavuz Sultan Selim ile Kürtlerin temsilcisi olarak
İdris-i Bitlis'i arasında bir ittifak antlaşması yapılmıştır. Sultan Selim
Kürtlerin eski statülerini kabul ederek idari olarak özerkliklerini kabul etmiş
ve bu ittifak resmî olarak kayıtlara geçmiştir. 1639 yılında Kasr-ı Şirin
antlaşması ile Osmanlı İran sınırı tayin edilmiş ve İran Kürdistan’ında kalan
bir kısım Kürt beylikleri Osmanlı yerine Safeviler ile ittifak kurmuşlardır.
1800'lerin
başlarına kadar yaklaşık 300 yıl boyunca bu ittifak sorunsuz bir şekilde devam
etmiştir. Fakat batılılaşma adına III. Selim ile başlayan ve II. Mahmut, Sultan
Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz ile devam eden değişim ve dönüşümün adımları
olan Tanzimat Fermanı ile Islahat Fermanına gösterilen tepkiler gibi
(Rumeli’nde gayrimüslimler, Suriye, Lübnan ve Bosna Hersek gibi yerlerde
Müslümanlar ayaklanmışlardır.) Kürtler de rahatsız olup tepki göstermişlerdir.
Adem-i merkeziyetçilikten merkezî otoriterleşmeye doğru yapılmak istenen
değişim; özerk bir hâlde yaşayan bazı beylerin görevden alınması, bazı hanedan
değişiklikleri, merkezden yeni vali atamaları ile idari yapıdaki değişiklikler,
vergi tahsildarları gönderilmesi, müslim ile gayrimüslimlerin eşit olarak
görülmeleri ve Türk milliyetçiliğine kapı aralanması (Jön Türklerin güçlenmesi,
İttihat ve Terakki örgütünün etkin konuma gelmesi) gibi adımlar toplumsal
kırılmalara ve duygusal kopmalara neden olmuştur.
Bu dönemde
özerklikleri ellerinden alınan, yetkileri kısıtlanan, vergi toplama yetkileri
ellerinden alınan, bazı yerlerde hanedan değişikliğine gidilmesi ve belki de
kırılma noktalarından biri olan Ruslar, İngilizler ve Fransızların Ermenilere
ve Nesturîlere sahip çıkarak onlara ayrıcalıkların tanınmasını sağlamaları,
himayelerine almaları ve bundan dolayı Ermeni ve Nesturîlerin Kürt beyliklerine
isyan etmeleri ile vergi vermekten kaçınmaları gibi nedenlerden dolayı bazı
ayaklanmalar meydana gelmiştir.
İran Türk Kaçar
Hanedanı’nın İran Kürdistan'ında Kürtlere karşı haksızlık ve zulüm yapmaya
başlaması, mezhepçilik yapması, Sünni camilere, ezana ve hutbelere müdahale
etmesi, Kürt âlimlerin verdiği yargı kararlarını tanımaması, ağır vergi yükümlülüğü
getirmesi gibi nedenlerden dolayı Şeyh Ubeydullah Nehrî’nin önderliğinde İran
Kürdistan'ında başlayan, ardından Osmanlı Kürdistan’ına da sıçrayan ve tarihte
ilk kez Kürdistan İslâm Cumhuriyeti adında bağımsız bir devlet kurma fikrine
dönüşen bu kıyam hareketi, Kaçar Hanedanı, Osmanlı İmparatorluğu ve
İngilizlerin ittifak kurup bastırmalarıyla son bulmuştur.
Ayrıca bu kıyamın
bir önemli nedeni olarak Van merkezli Ermenilere bağımsız bir devlet
kurdurulmak istenmesi, Nesturîlerin ise İngiliz bayrağı çekmesi gibi nedenleri
de unutmayalım.
Kısacası Osmanlı
döneminde milliyetçilikten dolayı yapılan hiçbir kıyam-ayaklanma olmamış,
ayaklanmaların nedeni, idari yapıdaki değişimler, ağrı vergi yükümlülükleri,
Türk milliyetçiliğine kapı aralanması, İslâm hukukundan uzaklaşılmaya
başlanılması ile Kürdistan’da kurulmak istenen Ermeni egemenliği/devleti
fikrine gösterilen tepkilerdir.
Osmanlı döneminde,
Kürdistan’daki bütün şeyhler, âlimler, ağalar, beyler ve ileri gelen eşraf,
Osmanlı ile uyumlu yaşadı. Nitekim Sultan Selim ile İdris-i Bitlisî arasındaki
ittifaka bağlı kaldılar ve Osmanlıya vergi vererek ve asker yardımında
bulunarak destek verdiler.
Dolayısıyla başta
Şeyh Said kıyamı olmak üzere kıyamları, Osmanlıdan sonra yeni kurulan
cumhuriyetin kökeninde aramak lazım. Onun ulus devlet anlayışında, Hilâfet’i
yıkan, İslâm’ı toplumda yaşanır olmaktan çıkaran, İslâm’a karşı mücadele eden
devlet pozisyonunda aramak lazım. Yani iki temel faktör var; birincisi Türkçülüğe
dayalı ulus devlet anlayışı, ikincisi ise laiklik ilkesiyle İslâm’ın sosyal
yaşamdan ve devletin dinî olmasından çıkarılmasıydı. Bu durum toplumda büyük
bir kırılmaya neden oldu. Neticede devletin kurucu felsefesindeki yanlışlık
sonucu ülkede hemen her tarafta kıyamlar yaşandı.
Ayrıca Sevr Antlaşması’nda
diğer milletler gibi Kürtlere de devlet kurma hakkı tanındığını unutmayalım. Bu
yüzden Mustafa Kemal’in Erzurum kongresinde ve sonrasında Kürtlerin statüsünün
korunacağı yani özerkliklerinin devam edeceği sözünü vermesi, Lozan Antlaşması’nda
ise İtilaf Devletleri’ne tek devlet iki millet ilkesi ile kurulacak devletin
Kürtlerin de devleti olduğunun beyan edilmesi ve 1921 anayasasında bunun yer
alması… Fakat 1923 yılından sonra ise verilen sözlerden dönülmesi yani İslâm’ın
şiarlarına savaş açılması, Kürtlerin inkâr edilmeye başlanması kıyamların
oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Kıyam; Kemalist
sistemin Hilâfet’i ilga etmesi, İslâmi değerleri toplumdan kaldırmasına ve İslâm’ı
devletin dini olmaktan çıkarmasına yönelik bir tepkiydi. Şeyh Said efendinin
mahkemede “Bugüne kadar bizimle sizin aranızda İslâm vardı, Hilâfet vardı,
siz onu yıktınız, artık size bağımlılık gibi bir sözümüz yok. Çünkü siz o bağı
ortadan kaldırdınız.” demesi gösteriyor ki, kıyamın rengi İslâm’dı ve İslâmi
bir sorumluluğun gereğiydi.
Fakat bugün
konuşulan Kürt meselesi eski mecrasından saptırılarak yanlış teşhis edilmekte
veya öyle olması istenmekte, Marksist bir örgütün meselesiymiş gibi algı
oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Bugüne kadar
bilerek veya bilmeyerek Kürt meselesi ile PKK sorunu aynı diye bir algı
oluşturuldu. Bu yanlış algıdan dolayı 5 asırdan fazladır kader birliği yapan
iki millet birbirine düşman yapılmaya çalışıldı.
Kürt meselesinin
doğru anlaşılabilmesi için sorunun kaynakları, nedenleri ve çözüm önerilerimizi
kapsayan konularda bugüne kadar birçok seminer, basın açıklaması, paneller ve
çalıştaylar düzenledik, raporlar hazırladık.
Bugün geldiğimiz
noktada Kürt meselesinin ayrı PKK meselesinin ayrı olduğu anlaşılmaya ve
konuşulmaya başlanmışsa, bunda mezkûr çalışmaların katkısı unutulmamalıdır.
Kürt meselesinin
oluşmasına; Kürt halkının temel insan haklarının ellerinden alınması, ret, inkâr
ve asimilasyon politikaları ile önceki yüzyıllarda kendilerine verilen
statülerin inkâr edilmesi neden oluşmuştur. Terör meselesi ise
Marksist-Sosyalist-Seküler bir meseledir, farklı amaçları ve hedefleri olduğu
aşikârdır. Mesele Kürt meselesinin çözümü değil PKK'nın Marksist düşüncesinin
hayata geçirilmesi ve Müslüman Kürt halkına seküler bir hayat dayatılmasıdır.
Ayrıca emperyalist devletlerin
birtakım vaatlerde bulunarak terör örgütlerini maşa olarak kullandığı ve
vekalet savaşı verdirdiği herkesçe bilinmektedir. Soğuk savaş döneminde
kominizim ile mücadelede İslâm ülkelerini de yanına alan kapitalist ve liberal
düşünceye sahip olan ABD neden Marksist antikapitalist (!?) bir örgüte yardım
eder?… Bu ve benzeri sorulara doğru cevaplar bulunduğunda mesele açık bir
şekilde anlaşılacaktır.
Emperyalist
ülkelerin İslâm coğrafyasını parçalayarak yer altı ve yer üstü zenginliklerine
el koyma istekleri yeni bir husus değildir. Osmanlı'yı parçalamalarının nedeni
de budur. Kürtler dışında kalan diğer Müslüman milletler, emperyalistlerle iş
birliği yaparak devlet sahibi oldukları ve Osmanlı bakiyesi üzerinde irili
ufaklı onlarca devlet kurulduğu tarihî bir gerçektir. Eğer Kürtlere devlet
kurdurulmamış ise bunun sebebi, Kürtlerin İslâm dinine sıkı sıkıya bağlı
olmaları, emperyalist ülkelere boyun eğmemeleri ve onların güdümünde bir devlet
olmak istemediklerindendir. Bu husus İngiliz istihbarat belgelerinde açık bir
şekilde geçmektedir.
Batı hiçbir zaman
Müslümanların güçlenmesini kendi aralarında ittifak kurmalarını istememiştir.
Çünkü biliyor ki böyle bir hususun gerçekleşmesi sömürgeci emperyalist
zihniyetin iflası anlamına gelecek ve İslâm ümmeti eskiden olduğu gibi tekrar
güçlü bir medeniyet olarak sahneye çıkacaktır.
Batı Kürt meselesi
gibi konuları, ilgili devletleri yörüngelerine almak, siyasi, ekonomik ve
kültürel alanda hegemonyasını genişletmek için kullanmaktadır.
Kürt meselesinin
çözümü için bölge ülkeleri yani Türkiye, İran, Suriye ve Irak eşit vatandaşlık
temelinde anayasal adımlar atmalı ki emperyalist ülkeler bu meseleye müdâhil
olmasınlar. Tarih şahittir ki emperyalist ülkeler hiçbir zaman Kürtlerin devlet
sahibi olmasını istememişlerdir. İngilizlerin ve Rusya'nın Irak
Kürdistanı’ndaki Kürdistan Krallığını (1921-1924), İran’daki Mahabat Kürdistan
Cumhuriyeti'ni (1946-1947) ve Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Karabağ’daki
Kürdistâna Sor (1923-1929) Özerk Devleti’ni yıkmaları bunun bariz örneğidir.
Emperyalist ülkeler
Kürtlere dost olmadıkları gibi Müslüman Türklere, İranlılara, Iraklılara ve
Suriyelilere dost değildir. Bu yüzden Türkiye, ABD'nin çıkarcı bir devlet
olduğunu göz ardı etmemelidir. ABD'nin dostu ve müttefiki yoktur sadece çıkarı
vardır.
Kanaatimce Türkiye
ABD’nin örgütlere silah, eğitim vb. yardım yaparak ne yapmak istediğinin
farkındadır ama askerî ve ekonomik zayıflığı ABD’ye rest çekmesine engel teşkil
etmektedir. ABD’nin hem Türkiye ile hem de Türkiye’nin düşman kabul ettiği
örgütlere yardım etmesi kendi başına taraflar için bir çelişkidir. Bölge
dengeleri adına bazı hususlar tolere edilebiliyor ama ne zamana kadar? Hem
Türkiye devleti içinde hem de örgüt içinde etkili bir kesimin Kürt meselesinin
adalet temelinde çözülmesini istemediği eskiden beri bilinmektedir.
Son yıllarda
Türkiye’nin özellikle askerî ve siyasi alanda başarılara imza atması,
uluslararası sorunlara müdahil olması ve bazı yerlerde taraf olması bazı
emperyalist ülkeleri tedirgin etmektedir. Türkiye’nin 1945’ten beri himayesine
girdiği ve devletin her kurumunda yer açtığı ABD’yi bir seferde silmesi de
beklenemez, ama ABD’nin eski ABD olmadığı, Türkiye’nin de eski Türkiye
olmadığını biliyoruz. Şu anda gönülle değil ama zorunlu bir müttefiklik olduğu
her iki tarafça da biliniyor.
Ümmetin yetimi olan
mazlum Kürtlerin inanç ve kader birliği yaptığı Türkiye ve İran gibi Müslüman
ülkelerin, kardeşliğin gereği olarak Kürtlere hamilik yaparak onları
emperyalist ülkelere muhtaç etmeden haklarını iade etmeleri gerekir.
Kürt meselesinin
çözümü; siyasi/partisel çıkarlara, örgütsel menfaatlere
endekslenmemelidir. On binlerce insanın
hayatını kaybettiği, binlerce yerleşim yerinin yakıldığı, boşaltıldığı, kan,
gözyaşı ve feryad-u figanların kısmen bile olsa devam ettiği göz önüne alınarak
geçmişte yapılan hatalardan ders çıkarılmalıdır.
Bu yüzden önümüzde
yapılacak olan seçimlerden önce yeni anayasa çalışmaları kapsamında Kürt
halkının temel hakları anayasal güvenceye kavuşturulmalı ve Kürt meselesi
istismar edilmekten çıkarılmalıdır.
Kürtler eninde
sonunda temel haklarına kavuşacaklardır, bunu geciktirmenin, ötelemenin
pazarlık konusu yapmanın ya da bazı şartlara bağlamanın Türkiye'de yaşayan hiç
kimseye faydası olmadığı gibi, toplumsal ayrışma ve kutuplaşmaların
derinleşmesine, dolayısıyla sorunun daha da derinleşmesine neden olacağı
unutulmamalıdır.
Kürt meselesi
üzerinde milliyetçi oyları konsolide etmek, milliyetçilik üzerinden toplumu
kamplaştırmaya çalışmak, kan ve göz yaşı üzerine siyaset yapma imkânı
sonlandırılmalıdır.
Kürt meselesinin
siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik boyutları var. Siyasal ve kültürel
olarak, aslında bu bir kimlik ve dil sorunudur. Anadilde eğitim ve öğretim ile
Kürtçenin ikinci resmî dil olmasının önünün açılması noktasında adımların
atılması gerekiyor. Ayrıca adalet temelinde eşit bir vatandaşlığın anayasada
ifadesini bulması, anayasal olarak Kürt kimliğinin tanınması gerekiyor.
İki asra yakındır
maddi ve manevi yönden her kesimi etkileyen Kürt meselesinin çözümünde siyasi
partiler, STK’lar, kanaat önderleri, aydınlar vb. cesur adımlar atmalı. Bu
konuda rejimin yanlış uygulamalarına ve paradigmasına karşı çıkarak etkili ve
kabul edilebilir çözümler üretmeli. Başta da Kürt meselesi ile örgüt/terör
meselesinin ayrı konular olduğunun tespit edilmesi gerekiyor.
Sivil toplum
kuruluşları ve kanaat önderleri başta olmak üzere medya kuruluşları ve
akademisyenler toplumdaki farklı etnik gruplar arasındaki bağı kuvvetlendirecek
siyasi, kültürel ve özgürlükler noktasında söylemler geliştirerek çözüme katkı
sağlamalıdırlar. Kürtlerin ve Türklerin 5 asır önceki ittifaklarına uygun
stratejiler geliştirilmelidir.
Kürt meselesinin
çözümü için dış ülkelerin müdahil olmalarına engel olunmalı, tarihî ve
medeniyet değerlerimiz ışığında yerli ve milli yaklaşımlar gösterilmelidir. İki
milletin kardeş olduklarını, kader birliği yaptıklarını var olan sorunları
adalet temelinde çözmek gerektiği hususunda kamuoyunu aydınlatmalılar.
Kürt meselesinin
her platformda görüşülmesi dile getirilmesi olumludur. Çünkü ortada kanayan bir
yara var ve bu yarayı pansuman edip merhem olmak gerekir. Önümüzdeki seçimlerde
ittifaklar olur/olabilir. Kürt meselesinin geçici pazarlıklara konu yapılması
doğru bir yaklaşım değildir.
Tüm partilerin bir
araya gelerek bu meseleye çözüm bulması gerekir. Sadece hükümetten çözüm
beklenmemeli ve muhalefet partileri de bu konuda çözüm üretmelidir. Çünkü Kürt
meselesi Türkiye’nin meselesidir ve 84 milyonu ilgilendirmektedir.
Kürt meselesi
HDP’den kaynaklı bir sorun değildir. İki asra yakındır çözülmek istenmeyen ve
uluslararası boyuta ulaşmış bir meseledir. Dolayısıyla Kürt meselesini HDP ve
PKK ile özdeşleştirmek Kürt halkına hakarettir, ihanettir. Kürtlerin temel hak
ve özgürlükler konusundaki mücadelesini basitleştirmektir.
HDP’nin inanç ve
kültürel olarak Kürt halkından farklı düşündüğü bir gerçektir. Devletin ret,
inkâr ve asimilasyon politikaları neticesinde yaptığı zulümler, haksızlıklar
nedeniyle Kürt halkının bir kesimi siyasal anlamda HDP’ye destek vermektedir.
Kürt meselesinin çözümünde HDP’nin almış olduğu bu siyasal desteğin göz ardı
edilmemesi gerektiği gibi, HDP ve PKK’nin Kürt halkının tek temsilcisi olmadığı
da bilinmelidir. Birçok yerde açıkladığımız gibi Kürt meselesi HDP ile ya da
başka bir örgüt, parti ile var olmamıştır. Bu yüzden Kürt meselesi ile terör
meselesi birbirine karıştırılmamalıdır.
Kürt meselesinin
güvenlikçi politikalar ve milliyetçi yaklaşımlar ile çözülemediği görüldü. Bize
göre bu mesele adalet temelinde ve kardeşlik hukuku içerisinde çözülebilir. Bir
Türk hangi haklara sahip ise bir Kürt de aynı haklara sahip olabilmelidir. Yani
hadis-i şerifte geçtiği gibi “Kendi nefsin için istediğini din kardeşin
için de istemedikçe iman etmiş olamazsın!” ifadesi, tüm vicdan ve iman
sahipleri için sorunları çözebilecek bir yol göstermektedir. İslâm dini, tüm
etnik kimlikleri ve dilleri Allah’ın kudretinin ve azametinin delilleri olarak
tarif etmektedir. Dolayısıyla bir kavmi ya da bir dili inkâr etmek, Allah’ın
ayetlerini inkâr etme anlamına gelir ki böyle bir durum Müslüman için akıbet
açısından tehlikeli olabilir.
Aynı Rabbe ve
Peygambere inanan, aynı kıbleye yönelen ve aynı kitabı okuyan farklı etnik
kimliklerin birbirini inkâr etmesi ya da Allah’ın vermiş olduğu bir hakkı gasp
etmesi, pazarlık konusu yapması, ötelemesi düşünülemez. İslâm ihtilafa
düşüldüğünde Kur’an’ın ve Sünnet’in hakemliğine başvurulması gerektiğini imanî
bir kaide olarak zikretmektedir. Halkın %99’unun Müslüman olduğu bir memlekette
sorunların çözüm adresi bellidir.
Türkiye halkı bugüne
kadar yapılan zulüm ve haksızlıkları göz önüne alarak mazlum Kürt halkının
temel insani ve İslâmi haklarının verilmesi hususunda devlet kurumlarına ve
iktidara baskı yapmalıdır. Eşit vatandaşlık temelinde dış güçlere müdahale etme
imkânını vermeden bu meselenin çözüme kavuşması için herkes üzerine düşeni
yapmalıdır. Bu sorun devam ettiği müddetçe ülkemizde hiçbir konuda istikrar
sağlanamayacaktır. Hatta İslâm coğrafyasında da istikrarsızlıklar devam edecek
ve Irak ile Suriye’ye müdahale edildiği gibi, diğer ülkelere de müdahale
edilebilir. Eskiden olduğu gibi birlik ve beraberliğimizi, yardımlaşma ve
dayanışmamızı ve en önemlisi kardeşliğimizi ihya etmemiz ve böylece
ittifakımızı güçlendirerek İslâm ümmetinin vahdetinin sağlanmasına da katkı
sunabiliriz.
Bu ülkenin Kurtuluş Savaşı’nın hangi saikler ve kimler ile verildiği, kurucu meclisin hangi ilkeler doğrultusunda karar aldığı göz önüne alınarak faşist ve inkârcı darbe anayasasından kurtularak, 84 milyonu kucaklayan tüm etnik kimliklerin, dillerin ve inançların tanındığı özgür ve adil bir anayasa yapılmalıdır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış