Devletlerarası İlişkilerde Güç Faktörleri ve Yeni Türkiye Cumhuriyeti

Mahmut Kar

İlişkilerin var olduğu yerde insan özne bir varlıktır. İnsan kendisinde var olan fıtrat gereği ihtiyaçlarını karşılama ihtiyacına başvurur. Bu ihtiyaçların karşılanması insanlar arasında belirli ilişkiler meydana getirir. İnsanlar bu ilişkilerini belirli bir düşünceye göre düzenlerler. Bu düzenlemeler bazen vahiy kaynaklı düşünce etrafında şekillenir. Bazen de bu düzenlemelerin dayanağı insanların çıkar ve menfaatleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Devletlerarası ilişkiler de, aynı insanlar arası ilişkiler gibi belirli bir düzen ve esas etrafında şekillenir. Nihayetinde devletleri yöneten ve idare edenler insanlardır. Dolayısıyla devletlerarası ilişkiler aynı insanlar arası ilişkiler gibi beşerî ilişkilerdir. Her devlet, diğer devlet ile olan ilişkilerini bir çıkar ve menfaat noktasına odaklamak zorundadır. Çünkü devletlerin görevi çıkarlarını gözetip kollamak olmalıdır.

Çıkarların neler olduğu konusu, devletlere göre değişir. Bir devletin çıkarı, topyekûn insanlığın çıkarlarını gözetmek olarak karşımıza çıkabildiği gibi -İslam ideolojisi ve O’nun metodunu uygulayan İslam Devleti gibi-, sadece bölgede belirli bir tebaanın çıkarlarını gözetmek olarak da karşımıza çıkabilir. Dolayısıyla devletlerin öncelik sırasına göre birincil hayatî çıkarları olduğu gibi hayatî olmayan ikincil çıkarları da mevcuttur.

Eğer devletlerin çıkarlarında ortaklık ve mutabakat varsa ilişkilerde anlaşmazlıklar ve savaşlar olmaz. Aksine ilişkilerde barış ve müttefiklik hâkim olur. Devletleri savaşa götürecek şeyler daha çok hayatî önem taşıyan birincil çıkarlardır. Hayatî önemi olmayan ikincil çıkarlar masa başında pazarlıklar sonucu anlaşma ile çözülebilir. Hayatî çıkarlar ise devletlerin ve milletlerin inandıkları ideolojilerdir. O ideolojilerin korunması gözetilmesi ve yayılması hayatî çıkarların başında gelir. Örneğin, ABD’nin dünya devletleri ile ilişkilerine bakıldığında sömürgecilik yönü hep hayatî çıkar olarak karşımıza çıkmıştır. Okyanus ötesinden gelip başka devletler ile ilişkiler kurup sömürgecilik yüzünü gösterme eğilimini hep göstermiş ve göstermeye de devam edecektir. Eğer ABD bu aslî çıkarını göz ardı ederse diğer devletler üzerindeki egemenliği kalkmış olur ki bu, O’nun yıkılmaya ve yok olmaya sürüklendiğini gösterir. Onun için ABD hiçbir zaman sömürgeciliğini bırakmayacaktır. ABD ancak varlığı için gerekli hayatî çıkarlarını kendisine sunmayacak başka bir ideolojik devlet ile karşılaşırsa, hayatî çıkarlarından vazgeçmek zorunda kalabilir. Yoksa O’nun gibi ideolojik devletlerin başka devletlere hayatî çıkarlarından ödün vermeleri beklenmemelidir. Bu devletlerarası ilişki mantığına aykırıdır. Bu ilişki tıpkı bir insanın varlığına tehdit oluşturan başka diğer bir insan ile ilişkisine benzer. Bu ilişkide varlığının devamını sağlayacak iradeye sahip olan kişi tavizler alacak ve kazanacaktır. Diğeri ise ya tamamen yok olacak ya da taviz verip hayatî çıkarlarından vazgeçip ikincil çıkarlarını gözeterek oyalanacaktır.

Rasulullah’ın İslam Devleti de İslam ideolojisi gereği İslam’ın risaletinin tüm insanlığa ulaşmasını hayatî çıkar olarak görmüş ve döneminin Rum ve Fars imparatorlukları ile devletlerarası ilişkiye girmiştir. Dönemin büyük devletlerinin krallarına elçiler göndererek onları İslam’a davet etmiş ve sonra İslam orduları ile bu toprakları fethederek İslamlaştırmıştır. Ne zaman ki İslam Hilafet Devleti bu hayatî çıkarlarında gevşeklik göstermeye başlamış, işte o zaman İslam Hilafeti çöküş sürecini hazırlamıştır.

Ayrıca devletlerarası ilişkilerde birincil veya ikincil çıkarların sağlanabilmesi için güç faktörü önemli yer tutmaktadır. Çünkü çıkarların gözetilmesi için caydırıcı güç kullanılacak ve tesir gücü görülecektir.

Velhasıl yukarıdaki bahsettiğimiz tüm bu konular bir şeyi ortaya çıkarmaktadır: Devletlerarası ilişkiler muhakkak çıkarlar üzerine şekil alır. İster hayatî, ister hayatî olmayan çıkarlar olsun her devletin diğer devletler ile ilişkisinde sahip olduğu gücü ile bir çıkar gözettiği yadsınamaz.

Şimdi “Devletlerarası İlişkilerde Güç Dengelerini ve Yeni Türkiye” konusunu ele alacak olursak, burada bazı alt başlıklar oluşturarak Türkiye’nin devletlerarası ilişkilerdeki rolünü ve gücünü izah edelim.

Eski Türkiye

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan 1950’li yıllara kadar, kaldırılmış olan Hilafet Devletin’in ve İslam akidesinin toplum üzerindeki tesirini yok etmek için Batılı temel değer ve esaslar üzerine inkılâplarını toplum üzerinde uygulamaya koymuş çömez bir devletti. Bu uygulamalarını ancak baskı ve şiddet uygulayarak gerçekleştirebilirdi ve öyle de yaptı. 1950’li yıllardan itibaren Türkiye üzerinde çıkarları çakışan uluslararası iki devlet, mücadeleye koyuldular.

ABD’nin, Ortadoğu petrol ve enerji kaynaklarından pay almak istemesi, Türkiye’ye yönelik siyaset belirlemesini gerektirdi. Çünkü Türkiye, Ortadoğu, Orta Asya ve Avrupa’ya sınırları olan stratejik konuma sahip bir ülkeydi. Bu yıllardan itibaren Türkiye üzerinde ABD ve İngiltere’nin çıkar hesapları, Türkiye’nin sadece kendi sorunları ile ilgilenmesini gerektirdi. Çünkü her 10-15 yılda bir askerî darbe ve kaos ortamının olduğu ülke, kendi iç sorunlarından başka bir şeyle ilgilenemezdi. 1980’li yılların başında PKK ile Güneydoğu ve Doğu bölgesinin güvenlik siyaseti, Türkiye’nin kendi iç siyasetine kapanmasını gerektirdi.

Ta ki 2000’li yıllara gelindiğinde Türkiye, artık kendinden başka etrafındaki bölge ülkeleri ile de devletlerarası ilişkiler kuran bir konumla karşı karşıya kaldı.

Yeni Türkiye

ABD’nin Türkiye siyaseti üzerindeki etkisinin artması ile Türkiye’ye yeni bir kaftan biçilmiş oldu. Artık sadece parmak uçlarına bakan değil, ileriye bakan bir ülke profili çiziliyordu. Hatta bu ironi, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın resimlere verdikleri pozlara dahi yansıyordu: Daima ileriye bakan bir lider profili…

Bu, “Yeni Türkiye”ye biçilmiş yeni roldü aslında. Ancak kimse bu rolün, Türkiye’nin çıkarları için değil de ABD ve Batı’nın çıkarları için verildiğini kabul etmek istemiyor: Devletlerarası ilişkilerde daha karakterli, ayaklarını yere sağlam basabilen güçlü bir Türkiye…

Yeni Türkiye’nin güçlü bir ülke olup olmadığı meçhul, lakin herhangi bir devletin Devletlerarası ilişkilerde etkili ve güçlü olabilmesi için bazı unsurları üzerinde taşıması gerekiyor. Dolayısıyla Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü ve etkili olabilmesi için aşağıdaki unsurların gerektiği kadar kullanılması da olmazsa olmazlardandır:

1.) Hayata Bakış Açısı: Hayata bakış açısı devletin, akidesi ve ideolojisidir. Devletin şahsiyetini ve yönelişlerini oluşturur. Devletlerarası ilişkilerdeki hayatî çıkarların belirleyicisidir. İdeolojik her devlet bu hayata bakış açısının propagandasını yapar ve ideolojiyi yayar.

Halkı Müslüman olan Türkiye Devleti’nin ideolojisi İslam değil, Kapitalizm de değil. Yani devletin temel bir ideolojisi yok. İdeolojik devletlerin hayata bakış açısının oluşturduğu etki ile onların çıkarlarına hizmet eden taşeroncu bir devlet anlayışı Türkiye’ninki. İdeolojisi olmayan bir ülke, komşu ülkelere hangi propaganda malzemesini argüman olarak kullanacak? Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne bu başlıkta verilen rol: Ortadoğu ve Orta Asya ülkelerine Demokrasi propagandası yaparak ABD ve Batı’nın hayatî çıkarlarına hizmet etmektir.

2.) İktisadî, Askerî ve Teknolojik Faktörler: Bir ülkenin iktisadî gücü, onun askerî gücünün varlığı ile orantılıdır. İdeolojik olmayan ülkelerin bağımsız iktisadî siyaseti olamayacağı gibi, teknolojik ilerlemeden de mahrum kalacaktır. Bu mahrumiyet kendisi ile ideolojik devletlerarasında derin uçurumların açılmasına neden olacaktır. Askerî güç ise sadece iktisadî ve teknolojik faktörler ile orantılı değildir. Genç nüfus oranı ve askerî gücü kullanabilme iradesi çok önemli bir faktördür. Askerî gücü kullanmada iradenin güçlü olması, askerî gücün de güçlü olması, iradenin zayıf olması ise, askerî gücün zayıf olması anlamına gelmektedir.

Yeni Türkiye Cumhuriyetinin hem iktisadî, hem askerî, hem de teknolojik gücü, bağımlı özellik taşımaktadır. Teknolojinin gelişimi ve sanayi üretiminin artırılmasına önem vermeden diğer başka yatırım ve sıcak paralarla iktisadî bir gelişim sağlama, kalıcılık taşımamaktadır. Türkiye’nin şu anda ekonomik gelişmişlik seviyesi, uzun yıllar büyük bir Holding’de taşeron olarak çalışan küçük çaplı bir şirketin durumunu andırmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin Devletlerarası ilişkilerde çıkarlarını gözetme noktasında bu güçlerden mahrum kalmış olması O’nu büyük devlet değil, aksine bağımlı, küçük devlet konumuna sokmuştur. Ayrıca askerî gücün kullanılması noktasındaki iradesizliği ise her yıl bütçeden büyük payların aktarılması ile geliştirilen donanımların yıllar sonra çürümeye terk edilmesi ile sonuçlanmıştır.

3.) Coğrafî Faktör: Coğrafî faktör, devletlerarası ilişkide çok önemli bir yer tutmaktadır. Coğrafî faktör hem tarım ve üretim ile ilişkilendirilir, hem de stratejik konum ile ilişkilendirilebilir. Tarım ve üretim alanlarının kullanımını sağlayabilen bir ülke, gıda ithalatı yapmadan ihracat kartı ile devletlerarası ilişkilerde önemli bir etkiye sahip olur. Stratejik konum gereği diğer devletleri alakadar eden geçiş yolarına sahip bir ülke, bu gücünü ilişkilerde etkin bir şekilde kullanabilir.

Üç tarafı denizler ile çevrili, bol yağışlı iklim özelliğine sahip, geniş yer altı sularının ve uzun ırmakların bulunduğu bir coğrafyaya sahip Yeni Türkiye Cumhuriyeti, bırakın ithalatı, gıda ihracatında zirveye tırmanmakta. Bu durum, tarım ve üretim siyasetinde bağımlı olmanın bir göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Stratejik konumu gereği Asya ve Avrupa’ya köprü vazifesi gören bir öneme sahipken bu gücünü kullanamamakta, aksine Boğaz ticaretinde ABD ve Batı’ya büyük imtiyazlar vermektedir. Ortadoğu’ya sınırının olmasını, ABD ve Batı, İslam beldelerinin işgali için üs olarak kullanmaktadır.

4.) Diplomasi: Devletlerarası ilişkilerde diplomasi faktörü önemli bir etkendir. Çoğu zaman devletler, diploması yolu ile savaşmadan büyük çıkar ve menfaatler sağlamışlardır. Diplomaside esas olan pazarlık masasında konuşulan ve karara bağlanan meselelerdir. Sonrasında yapılan basın açıklamaları veya beyanlar daha çok söylemsel özellik taşımaktadır. Diplomaside, masa başındaki iki taraftan biri, diğerine istediğinden azını vermek ve kendi istediğinden fazlasını almak için çaba sarf eder. Diplomaside yukarıdaki diğer faktörler masaya koz olarak taşınır ki caydırıcılık olsun. Esasen diplomasideki güç, ideolojinin dayandığı çıkarların karşılaştırılmasıdır.

Yeni Türkiye, son yıllarda diplomaside önemli kazanımlar elde ettiğini göstermeye çalışmış olsa da aslında gösterilen, masa başındaki –varsa- pazarlık konuşmalarından sonra yapılan basın açıklamalarındaki popülist söylemlerden öteye geçmemektedir.

Tüm bu faktörleri Türkiye açısından incelediğimizde, Türkiye’nin bu faktörleri devletlerarası ilişkilerde bir güç olarak kullanamadığını görüyoruz. Lakin Türkiye’nin artık ayağını yere basan ve bölgede varlığı hissedilen bir ülke olduğu kanaati tüm kesimleri adeta efsunlamış durumda. Yeni Türkiye’nin bu ağırlığı, bölgede demokrasinin yerleşmesi için kendisine emaneten verilmiş bir ağırlıktır. Bu ağırlık, Türkiye’nin kendi ağırlığı değildir. ABD önemli taşı Türkiye üzerinden çektiği zaman Türkiye’nin böyle bir ağırlığı kalmayacak. Lakin bu kendisine sunulmuş suni ağırlığı layıkıyla yerine getiren Türkiye’den ABD’nin desteğini çekmesi beklenir mi?

Aslında Türkiye’ye bu yeni dönemde verilmiş rol, taşeronluk rolünden başka bir şey değildir. Aynı bir büyük inşaat şirketinin yapı işlerini almak için ihaleye giren taşeron şirketler gibi. İhaleyi alan şirket kısa zamanda büyük paralar kazanır. Büyüdüğünü zanneder, ancak bilmez ki yapımı için çalıştığı o büyük inşaat bittiğinde kendi işi de bitmiş olacak. İşçiler dağılacak, sadece kazanılan birkaç kuruş para eline kar kalacak. Büyük holding şirketi, yeni büyük inşaatlar için yeni taşeronlar aramaktadır.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz